İman ve insana dayalı medeniyet
OLMAZSA OLMAZ
İNSAN-I KÂMİLLER
Osmanlı ulu çınarının kökünde de, gövdesinde de, dalında da, yapraklarında da, meyvelerinde de Hak dostu insan-ı kâmilin eli, nefesi vardı. Bu elin, bu nefesin ehemmiyeti her dem taze tutuluyor, gereği ifa ediliyordu.
Dirhem şaşmaz terazi
Ulu Çınar'a dönüşecek tohum daha toprağa atılırken Ertuğrul Gazi, bu çınara adını verecek olan oğluna şu vasiyeti yapıyordu:
"Bak oğul!
Beni kır, Şeyh Edebâli'yi kırma.
O bizim boyumuzun ışığıdır.
Terazisi dirhem şaşmaz, bana karşı gel, ona karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür incinirim, ona karşı gelirsen, gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur.
Sözümüz Edebâli için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say."
"Enbiyâ vü evliyâya
istinadım var benim"
Fatih Sultan Mehmed Han, padişahlığının birinci senesinde devrinin ünlü âlimlerini ve devlet adamlarını Edirne'de topladı. İstanbul'un fethini görüştü ve reylerini aldı. İstanbul'un fethinin ancak Mehdi'ye nasip olacağını ileri sürerek hiçbiri fetih hareketine rıza göstermedi. Akşemseddin durumu öğrendi ve "İstanbul'u evvela Sultan Mehmed Han fetheyliyecektir. Daha sonra frenkler alacaklar, Mehdi, işte onlardan İstanbul'u kurtaracak, fetheyliyecektir" dedi. Âlimlerle münakaşa ve mübahese etti. Fatih Akşemseddin'in sözüne itibar etti ve hazırlığa başladı. İstanbul'un fethi de böyle nasip oldu. Onun içindir ki Sultan Fatih, fethin sırlarından birini, "Enbiya vü evliyaya istinadım var benim / Lutf-i Hakk'tandır heman ümmid-i feth u nusretim" şeklinde dile getiriyordu.
İstanbul'un manevi fatihi, tıp ilminde de söz sahibi, mikrobu ilk keşfeden tabip ünvanına sahip, bitkisel ilaç konusunda devrinin tek otoritesi, Mihmandar-ı Resul Hz Eba Eyyub el-Ensari'nin kabrini keşfetmesiyle de "Kâşif-i esrar" ünvanlı Akşemseddin Hazretleri'ne olan duygularını Fatih şöyle ifade ediyordu: "Bu pîre hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım. Ellerim titrer."
İLİM ERBABINA HÜRMET
Osmanlı ilme ve ilim erbabına çok büyük önem verirdi. Tam bir ilim devleti özelliği taşıyan Osmanlı Devleti'nde, görevlerini hakkıyla ifa edebilmeleri için ulema sınıfına bazı ayrıcalıklar bile tanınmıştı. Azledilebilirler, sürgüne gönderilebilirler ama asla hapsedilemez, idam edilemezlerdi. Padişahlar, âriflerin yanısıra âlimleri de gözleri bilir, ona göre hürmette kusur etmezlerdi.
İftihar ve şeref
veren çamur
Yavuz Sultan Selim, ordusuyla Mısır seferinden dönüyordu. Bataklık bir yerden geçerlerken, yanından hiç ayırmadığı büyük âlim Kemalpaşazâde'nin atının ayağından sıçrayan çamur padişahın kaftanına sıçradı. Yavuz'un öfkesini yakından bilen Kemalpaşazâde'nin benzi soldu, korkmaya başladı. Durumu fark eden Yavuz, hemen bu büyük insana dönerek tarihe mal olan ve geleceğe ışık tutan şu sözleri sarf etti: "Korkma hocam! Âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur bize ancak şeref ve iftihar verir."
Bununla da kalmadı Yavuz; bu çamurlu kaftanı saklattı. Öldükten sonra sandukasının üzerine konulmasını vasiyet etti.
MEDENİYETİN
TEMEL DİREKLERİ
Osmanlı medeniyeti inanca ve insana dayalı bir medeniyetti. Bütün kurumlarını imanlı insana göre organize etmişti. Osmanlıda esas olan kurumlar değil insandı. Bütün kurumlar insan için vardı. Osmanlı, "insanı yaşat ki devlet yaşasın" kuralına sadık kaldığı içindir ki kısa zamanda dünyada eşi benzeri görülmemiş bir cihan devletine dönüşmüş, 600 yılı aşkın süre hükümferma olabilmişti.
"İnsanı yaşat ki
devlet yaşasın"
Ulu Çınar'ın kökünü Anadolu'ya diken Şeyh Edebâli, bu kök Osman Gazi'ye, hem de vakit geçirmeden şöyle hitap ediyordu:
"Ey Oğul!
Beysin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana.
Ey oğul!
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Ey oğul!
Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıl'a bağlı.
Allah yardımcın olsun!"
Sinan 100 Mısır'a,
Tayyar bin Bağdat'a değer
Mısır, 1517 yılında, Ridaniye savaşının kazanılmasıyla fethedildi. Yavuz, zafer müjdesine sevinmişti ki Sadrazam Hadım Sinan Paşa'nın şehit düştüğü haberi geldi. Gözleri yaşardı, ağzından şu cümleler döküldü:
- "Mısır'ı aldık, ama yüz Mısır'a bedel Sinan'ımızı kaybettik."
1624 yılında Osmanlının elinden çıkan ve tekrar Safevî hakimiyetine giren Bağdat, Sultan 4. Murat tarafından 1639 yılında tekrar fethedildi. 4. Murad, sevinç içinde, Bağdat'a girmeye hazırlanıyor, "Tiz atımız eğerlensin!", "Cenk esvabımız getirilsin!" diye sağa sola emirler veriyordu. Komutanlardan biri içeri girdi. Dizini yere koydu. Boynunu büktü. "Padişahım, Allah ömrünüzü uzun eylesin..." dedi. Padişah sordu: "Ne var, niye üzgün durursun, Bağdat'ın alındığını görmez misin?" Komutan, "Padişahım, Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa..." dedi, sözünü bitirmeye kalmadan Padişah atıldı: "Ne oldu Tayyar'ıma?" diye sordu. "Şehid oldu Padişahım" cevabını alınca da kasırgaya tutulmuş ağaç gibi bir o yana bir bu yana sallanan 4. Murat'ın gözleri yaşardı, başını çevirdi, "Ahh Tayyar'ım! Bağdat gibi bin kaleye değerdin" diye mırıldandı.
PEYGAMBER AŞKI
Osmanlıyı Osmanlı yapan ikinci düstur, Kelimei Tevhid'in olmazsa olmaz rüknü "Muhammedün Resulullah" makamının sahibi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'nın (sav) getirdiği kulluk kurallarına ittibanın yanında bizzat bu iki cihan serverinin varlığının her zerresine aşk derecesinde duyulan iştiyaktı.
Hz. Peygamberin ayak izi padişahın başında
Bugün, Blue Mosque adıyla iftiharla yabancılara gösterdiğimiz ve 388. açılış yıldönümünü kutladığımız Sultan Ahmed Camii'ni yaptıran Osmanlı Sultanı 1. Ahmed, sarığına taktığı sorgucun içine Peygamber Efendimiz'in ayak izinin resmini yaptırmış ve şu dizeleri de üzerine yazdırmıştı:
" N'ola tâcum gibi bâşumda götürsem daim,
Kademi resmini ol Hazreti Şâhı Resulün,
Güli gülizarı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine gülün."
OLMAZSA OLMAZ
İNSAN-I KÂMİLLER
Osmanlı ulu çınarının kökünde de, gövdesinde de, dalında da, yapraklarında da, meyvelerinde de Hak dostu insan-ı kâmilin eli, nefesi vardı. Bu elin, bu nefesin ehemmiyeti her dem taze tutuluyor, gereği ifa ediliyordu.
Dirhem şaşmaz terazi
Ulu Çınar'a dönüşecek tohum daha toprağa atılırken Ertuğrul Gazi, bu çınara adını verecek olan oğluna şu vasiyeti yapıyordu:
"Bak oğul!
Beni kır, Şeyh Edebâli'yi kırma.
O bizim boyumuzun ışığıdır.
Terazisi dirhem şaşmaz, bana karşı gel, ona karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür incinirim, ona karşı gelirsen, gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur.
Sözümüz Edebâli için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say."
"Enbiyâ vü evliyâya
istinadım var benim"
Fatih Sultan Mehmed Han, padişahlığının birinci senesinde devrinin ünlü âlimlerini ve devlet adamlarını Edirne'de topladı. İstanbul'un fethini görüştü ve reylerini aldı. İstanbul'un fethinin ancak Mehdi'ye nasip olacağını ileri sürerek hiçbiri fetih hareketine rıza göstermedi. Akşemseddin durumu öğrendi ve "İstanbul'u evvela Sultan Mehmed Han fetheyliyecektir. Daha sonra frenkler alacaklar, Mehdi, işte onlardan İstanbul'u kurtaracak, fetheyliyecektir" dedi. Âlimlerle münakaşa ve mübahese etti. Fatih Akşemseddin'in sözüne itibar etti ve hazırlığa başladı. İstanbul'un fethi de böyle nasip oldu. Onun içindir ki Sultan Fatih, fethin sırlarından birini, "Enbiya vü evliyaya istinadım var benim / Lutf-i Hakk'tandır heman ümmid-i feth u nusretim" şeklinde dile getiriyordu.
İstanbul'un manevi fatihi, tıp ilminde de söz sahibi, mikrobu ilk keşfeden tabip ünvanına sahip, bitkisel ilaç konusunda devrinin tek otoritesi, Mihmandar-ı Resul Hz Eba Eyyub el-Ensari'nin kabrini keşfetmesiyle de "Kâşif-i esrar" ünvanlı Akşemseddin Hazretleri'ne olan duygularını Fatih şöyle ifade ediyordu: "Bu pîre hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım. Ellerim titrer."
İLİM ERBABINA HÜRMET
Osmanlı ilme ve ilim erbabına çok büyük önem verirdi. Tam bir ilim devleti özelliği taşıyan Osmanlı Devleti'nde, görevlerini hakkıyla ifa edebilmeleri için ulema sınıfına bazı ayrıcalıklar bile tanınmıştı. Azledilebilirler, sürgüne gönderilebilirler ama asla hapsedilemez, idam edilemezlerdi. Padişahlar, âriflerin yanısıra âlimleri de gözleri bilir, ona göre hürmette kusur etmezlerdi.
İftihar ve şeref
veren çamur
Yavuz Sultan Selim, ordusuyla Mısır seferinden dönüyordu. Bataklık bir yerden geçerlerken, yanından hiç ayırmadığı büyük âlim Kemalpaşazâde'nin atının ayağından sıçrayan çamur padişahın kaftanına sıçradı. Yavuz'un öfkesini yakından bilen Kemalpaşazâde'nin benzi soldu, korkmaya başladı. Durumu fark eden Yavuz, hemen bu büyük insana dönerek tarihe mal olan ve geleceğe ışık tutan şu sözleri sarf etti: "Korkma hocam! Âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur bize ancak şeref ve iftihar verir."
Bununla da kalmadı Yavuz; bu çamurlu kaftanı saklattı. Öldükten sonra sandukasının üzerine konulmasını vasiyet etti.
MEDENİYETİN
TEMEL DİREKLERİ
Osmanlı medeniyeti inanca ve insana dayalı bir medeniyetti. Bütün kurumlarını imanlı insana göre organize etmişti. Osmanlıda esas olan kurumlar değil insandı. Bütün kurumlar insan için vardı. Osmanlı, "insanı yaşat ki devlet yaşasın" kuralına sadık kaldığı içindir ki kısa zamanda dünyada eşi benzeri görülmemiş bir cihan devletine dönüşmüş, 600 yılı aşkın süre hükümferma olabilmişti.
"İnsanı yaşat ki
devlet yaşasın"
Ulu Çınar'ın kökünü Anadolu'ya diken Şeyh Edebâli, bu kök Osman Gazi'ye, hem de vakit geçirmeden şöyle hitap ediyordu:
"Ey Oğul!
Beysin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana.
Ey oğul!
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Ey oğul!
Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıl'a bağlı.
Allah yardımcın olsun!"
Sinan 100 Mısır'a,
Tayyar bin Bağdat'a değer
Mısır, 1517 yılında, Ridaniye savaşının kazanılmasıyla fethedildi. Yavuz, zafer müjdesine sevinmişti ki Sadrazam Hadım Sinan Paşa'nın şehit düştüğü haberi geldi. Gözleri yaşardı, ağzından şu cümleler döküldü:
- "Mısır'ı aldık, ama yüz Mısır'a bedel Sinan'ımızı kaybettik."
1624 yılında Osmanlının elinden çıkan ve tekrar Safevî hakimiyetine giren Bağdat, Sultan 4. Murat tarafından 1639 yılında tekrar fethedildi. 4. Murad, sevinç içinde, Bağdat'a girmeye hazırlanıyor, "Tiz atımız eğerlensin!", "Cenk esvabımız getirilsin!" diye sağa sola emirler veriyordu. Komutanlardan biri içeri girdi. Dizini yere koydu. Boynunu büktü. "Padişahım, Allah ömrünüzü uzun eylesin..." dedi. Padişah sordu: "Ne var, niye üzgün durursun, Bağdat'ın alındığını görmez misin?" Komutan, "Padişahım, Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa..." dedi, sözünü bitirmeye kalmadan Padişah atıldı: "Ne oldu Tayyar'ıma?" diye sordu. "Şehid oldu Padişahım" cevabını alınca da kasırgaya tutulmuş ağaç gibi bir o yana bir bu yana sallanan 4. Murat'ın gözleri yaşardı, başını çevirdi, "Ahh Tayyar'ım! Bağdat gibi bin kaleye değerdin" diye mırıldandı.
PEYGAMBER AŞKI
Osmanlıyı Osmanlı yapan ikinci düstur, Kelimei Tevhid'in olmazsa olmaz rüknü "Muhammedün Resulullah" makamının sahibi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'nın (sav) getirdiği kulluk kurallarına ittibanın yanında bizzat bu iki cihan serverinin varlığının her zerresine aşk derecesinde duyulan iştiyaktı.
Hz. Peygamberin ayak izi padişahın başında
Bugün, Blue Mosque adıyla iftiharla yabancılara gösterdiğimiz ve 388. açılış yıldönümünü kutladığımız Sultan Ahmed Camii'ni yaptıran Osmanlı Sultanı 1. Ahmed, sarığına taktığı sorgucun içine Peygamber Efendimiz'in ayak izinin resmini yaptırmış ve şu dizeleri de üzerine yazdırmıştı:
" N'ola tâcum gibi bâşumda götürsem daim,
Kademi resmini ol Hazreti Şâhı Resulün,
Güli gülizarı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine gülün."