"Geldikleri gibi giderler."
Bu sözü Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918 günü işgal donanmasını Dolmabahçe açıklarında gördüğünde, yaveri Cevat Abbas'a sessiz ama kararlı bir şekilde söylemişti. O gün İstanbul'un semalarında 55 parçalık İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan filosu ilerliyordu. Top namluları Dolmabahçe'ye dönük, milletin morali kırılmıştı. Ezan düşman sancaklarının gölgesinde okunuyordu. Bir milletin kalbi, kendi payitahtında zincire vurulmuştu.
İstanbul'un işgali, sadece askerî bir hâkimiyet değildi; bir aşağılama, bir tutsaklık hâliydi.
Galata'da İngiliz devriyeleri, Türk askerlerini sokak ortasında durduruyor; Beyoğlu'nda Fransız subayları istedikleri evi "karargâh" diye işgal ediyordu. Basına sansür konmuştu — bir tek "yaşasın itilaf" manşetleri serbestti. Camilerde hutbeler kısılmış, ezanlar bazen susturulmuştu. Karaköy rıhtımında elleri kelepçeli Türk subayları sürgün vapurlarına bindiriliyordu.
Aradan beş yıl geçti. O söz, Büyük Taarruz'un top sesleriyle gerçeğe dönüştü. 26 Ağustos'ta Afyon ovasında başlayan o büyük yürüyüş, 9 Eylül'de İzmir'de düşmanı denize döktü; 6 Ekim 1923'te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki Türk ordusu İstanbul'a girdi. Silahsız ama kararlı bir fetihti bu; bir milleti, kendi başkentinde "mandasız, himayesiz" kılmanın son adımıydı. İstanbul'un işgalden kurtuluşu, aslında Sakarya'dan, Dumlupınar'dan gelen bağımsızlık sesinin son yankısıydı. Fakat aynı zamanda, Atatürk'ün ufkunda "yeni bir savaşın", yani kalkınma ve sanayi savaşının başlangıcıydı.
Tam da o günlerde, Atatürk Kayseri'deydi. Türkiye'nin ilk uçak fabrikasının temelini atarken söylediği söz, İstanbul'un kurtuluşunu geleceğe taşıyan vizyonu anlatır: "İstikbal göklerdedir."
Bu söz sadece bir metafor değildi. Cumhuriyet'in kurucusu, o gün askerî bağımsızlığın sanayi bağımsızlığıyla korunabileceğini görüyordu. Bugün KAAN'la, TUSAŞ'la, Baykar'la konuştuğumuz teknoloji atılımlarının kökü o güne uzanır. Atatürk "kurtuluş" kavramını sadece düşmanı kovmakla değil, kendi uçağını, motorunu, enerjisini üreten ülke olmakla tamamlıyordu.
Tarihî bir gerçek: Türkiye ile Sovyetler Birliği, 1920'lerde havacılık sanayisini neredeyse aynı anda kurdu. Ancak biz, Atatürk'ün ölümünden sonra o rotadan saptık. Rusya devletleşti, biz özelleştirdik; Rusya üretime devam etti, biz montaja razı olduk. Bugün KAAN motorunu ABD vermezse "başka yerden alırız" deniyorsa, bu cümlenin kökünde o yarım bırakılmış vizyonun eksik halkası vardır. Türkiye'nin savunma ve sanayi politikası, 1923'ün ruhuna döndükçe anlam kazanıyor.
İstanbul'un kurtuluşu bir semboldür ama semboller, devlet aklıyla birleştiğinde stratejiye dönüşür. Atatürk'ün "siyasi zafer" ile "ekonomik egemenliği" aynı denklemde görmesi boşuna değildir. Kurtuluş sadece toprağın değil, teknolojinin bağımsızlığıyla da ölçülüyor. 6 Ekim 1923, sadece geçmişin zafer günü değil; bugünün stratejik pusulasıdır. Bir yanda İstanbul'un kurtuluşu, diğer yanda Kayseri'de yükselen uçak fabrikası. Biri geçmişin bağımsızlığını ilan etti, diğeri geleceğin güvencesini kurdu. "Atatürk'ün izinden gidilmeyince yolumuzu şaşırdık."
Tarih bize bir kez daha söylüyor: Kurtuluş, sadece düşmandan değil, bağımlılıktan kurtulmaktır.
- Erdoğan–Trump görüşmesi: The Apprentice diplomasisi sahada / 06.10.2025
- Arzu Mev’ûd’un gölgesinde: İsrail’in kuruluşu ve işgalin sürekliliği / 05.10.2025
- Bahçeli’nin TRÇ çıkışı: Strateji mi, PR hamlesi mi? / 22.09.2025
- Bir iman formülünün siyasete alet edilmesi / 21.09.2025
- Geleceği savunmak: Bir nesli kayıp vermemek / 20.09.2025
- Sağ–solun ötesinde: Türkiye siyasetini yeniden okumak / 11.09.2025
- Hüseyin Baş dosyası: Demokrasiye ayar duruşması / 09.09.2025
- Batum’un Osmanlı ve Türkiye Eksenindeki Tarihsel Serüveni / 03.09.2025
- Yokluktan destana: 30 Ağustos’un sırrı / 01.09.2025