Faruk HAS / ÖLÇEK
"Görmek istememek" esasen mümkün değil. Çünkü insanoğlu gördüklerinin içerisinden bazılarını görmek istemez ki, o da gözüne en çok batan şeylerdir.
O halde "görmek istemek" yerine "göstermek istememek ya da gizlemek, gözlerden uzak tutmak" demek daha doğru olur. Zaten "görmek istememekten" mana da bu olsa gerek.
Gelelim görmek istemeyenlerin gözlerinin içindeki gerçeklere... Çeşitli vesilelerle ülkeyi dolaşıyorum... Ülkenin dört bucağında yeni ve farklı bir rüzgar esiyor. Nedir bu? demeden hemen kendinizi "Kuvayı Milliye" rüzgarının içinde buluyorsunuz. Ve bir "Haydar Hoca" gerçeği ile karşılıyorsunuz.
Anında Türkiye'nin gerçeklerini görüyor, kendinizi Kuvayı Milliye bayrağını sallayan biri olarak görüyorsunuz.
Ne oldu, neler değişti derken...
Seminerler, paneller, konferanslar ve yüz binlerin iştiraki ile yapılan mitingler... Gazetelere bakıyorsunuz, TV haberlerine yöneliyorsunuz... Çıt yok...
Hangisi doğru derken halkın dilinden düşürmediği Prof. Dr. Haydar Baş gerçeği karşına çıkıyor. Merak edip sormana gerek kalmadan II. Kuvayı Milliye hareketinin önderi olduğunu anlıyor ve bu sefer kulaklarına "Bağımsız Türkiye! Bu vatan bizimdir bizim kalacak! İşte lider işte başbakan!" sesleri dolmaya başlıyor.
Yine medyaya dönüyorsun... Yine çıt yok. Allah... Allah... diyorsunuz... Gördüklerim, duyduklarım mı doğru... Yoksa medyanın görmek istemedikleri mi?
Medyaya ve medyatik anketlere bakıyorsun. Bir başka Türkiye... ABD'den , AB'den gelen sun'i solunum cihazları... Onlar da bozuk... Ismarlama, talimatlı ve özel görevli konu mankenleri... Tam da paparazzilik.
Halkın içine dalıyorsun... Bir başka Türkiye... Kuvayı Milliye rüzgarı ve onun önderi, Prof. Dr. Haydar Baş ve Bağımsız Türkiye Partisi.
Sade bir ilde olsa ben de inanmayacağım. Ama nereye gitseniz orada, Prof. Dr. Haydar Baş ve Bağımsız Türkiye Partisi var. İstanbul'u bizzat görmüştüm. Bursalı, İzmirli, Kayserili arkadaşlarım telefonla aramışlardı... Yolum Erzurum'a ve Adapazarı'na düştü... Elimde bayraklar, yakamda "Bağımsız Türkiye Partisi'nin" rozeti vardı. Üstad'la beraber Tuna marşını söylüyordum.
Binlerin, on binlerin, yüz binlerin, milyonların sevinci ile seviniyor, coşkusu ile coşuyordum.
Ve bir sırrı çözüyordum. Bu ülkede yıllarca gösterilen, sahnelenen ve bu ülkenin gerçeklerini yansıtmayan oyunlarla hep oyalandığımızı fark ediyorum.
Ancak "güneşin balçıkla sıvanmadığı" gerçeğini de yaşıyorum. Evet birileri görmek istemese de artık halk görüyor. Kararı da bu halk verecektir. O halde hep beraber "Bağımsız Türkiye"... İşte "görülmek istenmeyen" gerçek bu. Ne yaparsın "Kör mantığın kaderi de" bu...
"Görmek istememek" esasen mümkün değil. Çünkü insanoğlu gördüklerinin içerisinden bazılarını görmek istemez ki, o da gözüne en çok batan şeylerdir.
O halde "görmek istemek" yerine "göstermek istememek ya da gizlemek, gözlerden uzak tutmak" demek daha doğru olur. Zaten "görmek istememekten" mana da bu olsa gerek.
Gelelim görmek istemeyenlerin gözlerinin içindeki gerçeklere... Çeşitli vesilelerle ülkeyi dolaşıyorum... Ülkenin dört bucağında yeni ve farklı bir rüzgar esiyor. Nedir bu? demeden hemen kendinizi "Kuvayı Milliye" rüzgarının içinde buluyorsunuz. Ve bir "Haydar Hoca" gerçeği ile karşılıyorsunuz.
Anında Türkiye'nin gerçeklerini görüyor, kendinizi Kuvayı Milliye bayrağını sallayan biri olarak görüyorsunuz.
Ne oldu, neler değişti derken...
Seminerler, paneller, konferanslar ve yüz binlerin iştiraki ile yapılan mitingler... Gazetelere bakıyorsunuz, TV haberlerine yöneliyorsunuz... Çıt yok...
Hangisi doğru derken halkın dilinden düşürmediği Prof. Dr. Haydar Baş gerçeği karşına çıkıyor. Merak edip sormana gerek kalmadan II. Kuvayı Milliye hareketinin önderi olduğunu anlıyor ve bu sefer kulaklarına "Bağımsız Türkiye! Bu vatan bizimdir bizim kalacak! İşte lider işte başbakan!" sesleri dolmaya başlıyor.
Yine medyaya dönüyorsun... Yine çıt yok. Allah... Allah... diyorsunuz... Gördüklerim, duyduklarım mı doğru... Yoksa medyanın görmek istemedikleri mi?
Medyaya ve medyatik anketlere bakıyorsun. Bir başka Türkiye... ABD'den , AB'den gelen sun'i solunum cihazları... Onlar da bozuk... Ismarlama, talimatlı ve özel görevli konu mankenleri... Tam da paparazzilik.
Halkın içine dalıyorsun... Bir başka Türkiye... Kuvayı Milliye rüzgarı ve onun önderi, Prof. Dr. Haydar Baş ve Bağımsız Türkiye Partisi.
Sade bir ilde olsa ben de inanmayacağım. Ama nereye gitseniz orada, Prof. Dr. Haydar Baş ve Bağımsız Türkiye Partisi var. İstanbul'u bizzat görmüştüm. Bursalı, İzmirli, Kayserili arkadaşlarım telefonla aramışlardı... Yolum Erzurum'a ve Adapazarı'na düştü... Elimde bayraklar, yakamda "Bağımsız Türkiye Partisi'nin" rozeti vardı. Üstad'la beraber Tuna marşını söylüyordum.
Binlerin, on binlerin, yüz binlerin, milyonların sevinci ile seviniyor, coşkusu ile coşuyordum.
Ve bir sırrı çözüyordum. Bu ülkede yıllarca gösterilen, sahnelenen ve bu ülkenin gerçeklerini yansıtmayan oyunlarla hep oyalandığımızı fark ediyorum.
Ancak "güneşin balçıkla sıvanmadığı" gerçeğini de yaşıyorum. Evet birileri görmek istemese de artık halk görüyor. Kararı da bu halk verecektir. O halde hep beraber "Bağımsız Türkiye"... İşte "görülmek istenmeyen" gerçek bu. Ne yaparsın "Kör mantığın kaderi de" bu...