Halihazırda ülkemizde elliden çok siyasi parti vardır. Ancak her konuda olduğu gibi; siyasette nicelikten çok, nitelik önemlidir. Siyasi partilerimiz milli çıkarlarımızı gözetmek zorundadır.Bu nedenle, her şeyden önce halka dayanmalı; dışa bağımlı ve teslimiyetçi olmayan politikalar izlemelidirler. -Sizce Türkiye'nin belirleyiciliğini kendisinin yaptığı bir dış politikası var mı?-Atatürk Döneminde Ankara merkezli, milli bir dış politika izleniyordu. Bu kimlikli ve kişilikli dış politika sayesinde, 1932 yılında Milletler Cemiyetine (Cemiyet-i Akvam) davet edildik. 1934 yılında Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile birlikte Balkan Paktını oluşturarak, Türkiye'nin askeri ve siyasi etkinliğini Orta Avrupa'ya kadar genişlettik. Aynı şekilde, 1937 yılında Irak,İran ve Afganistan'la birlikte Sadabat Paktı'nı kurarak, Hindistan sınırına dayandık. Hatay anlaşmazlığını ve Boğazlar sorununu da kararlı ve dinamik dış politikamızla çözüme kavuşturduk. Şayet kimlikli ve kişilikli, dinamik bir dış politikamız olmasaydı, 15 yıl önce ordularını Anadolu'ya saldırtan bir Yunan Başbakanının (Venizelos) Atatürk'ü 1934 yılında Nobel Barış Ödülüne aday göstereceği akıllara gelir miydi?Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık görevleri sırasında Atatürk'ün aktif ve saygın dış politikasını sebatla uygulayan İsmet Paşa, İkinci Dünya Savaşı sonrası Stalin'in emperyalist tehditleri karşısında paniğe kapılarak, dış politikadaki inisiyatifimizi Batılılara kaptırdı. O günden bu güne, dış politikamızda incelenmeye değer en önemli adım, 1992 yılında bizim önerimizle kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) dir. Onda da Sayın Başbakan (Demirel) ve Cumhurbaşkanı (Özal), KEİ Kuruluş Belgesine kimin imza atacağı konusunda birbirlerine düşerek, Türkiye'ye prestij kaybettirdi. Bir de, bir Akdeniz ülkesi olan Yunanistan'ın KEİ'de ne işi vardı? Yunanistan'ın da bu kuruluşa girmesiyle, inisiyatifimizi tekrar Batıya kaptırmış olduk. Değilse; Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'ın dahil olduğu KEİ, Ankara merkezli kararlı bir diplomasiyle belki de bugün AB'ye rakip olabilir ve Türkiye'yi layık olduğu siyasi ve ekonomik etkinliğe kavuşturabilirdi.-Eski bakanlarımızdan birisi ülkemiz hain kontenjanını 200 bin olarak söylüyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sayıları arttı mı?-Bir araştırmacı yazar olarak, yargısız infazlara girişmekten daima kaçınmışımdır. Bildiğiniz gibi; ATATÜRK'ün 1927 yılında irat ettiği 36,5 saatlik Söylev'in sonunda Gençliğe Hitabı vardır. Orada vatan ve millet düşmanlığını gaflet, dalalet ve ihanet basamaklarıyla kademelendirmiştir. Hiç kuşkusuz, vatana ihanet, suçların en ağırıdır. Ancak ben, ihanet de dahil olmak üzere, kötülüklerin asıl kaynağının cehalet olduğunu düşünüyorum Maalesef, son zamanlarda bunda bir tırmanış görülmektedir. Cehalet eğitimdeki yozlaşmanın bir eseridir. Eğitim ise, sadece okullar ve üniversiteler demek değildir. Bugün medya ve özelikle de TV'ler halkımızın yaşantısı üzerinde çok etkili olmaktadır. Halkı eğitip aydınlatan yayınlar çok kısıtlıdır. Vatandaş neyin eğri, neyin doğru ve kimlerin hain olduğunu teşhiste zorlanmaktadır.Çünkü, çok yoğun bir dezenformasyon (doğruların saptırılması) baskısı altındadır. Gaflet, dalalet ve ihanetlere karşı koyabilmek için, halkımızın çok bilgili olması gerekir. Doğru ve sağlıklı bilgi en büyük güçtür. Bilgisiz toplumlar emperyalistler tarafından kolayca yanıltılabilir.-AB yetkilileri yüzlerce kez "Türkiye'nin AB de yeri yok" derken yöneticilerimizin vurdumduymazlığını neye bağlıyorsunuz?- Türkiye Cumhuriyeti o zamanlar adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan Avrupa Birliği (AB) ile 42 yıl önce bir katılım anlaşması imzalamıştı. 1960'lı yıllar Doğu ve Batının, yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)'nin liderliğindeki Varşova Paktı ile ABD'nin. liderliğindeki NATO Paktı arasındaki psikolojik, soğuk savaşın en şiddetli olduğu yıllardı. İki Blok arasında kalan Türkiye'nin stratejik ve jeopolitik değeri Batılılar için son derecede önemliydi. Amansız soğuk savaş 1990'laradoğru Batının galibiyeti ile sonuçlandı. 1989 yılında Berlin'deki Utanç Duvarı ve ardından Varşova Paktı yıkıldı. Bunu Sovyetler Birliğinin çöküşü izledi. Aralık 1991'de, Kremlin Sarayındaki çekiç-oraklı SSCB bayrağı indirilerek yerine Rusya Federasyonu bayrağı çekildi. Ne var ki, bazı siyasiler ve sözde bazı bilim insanlarımız yeryüzündeki bu muazzam değişimden habersizmiş gibi davranıyor. Batı, SSCB'nin çöküşünden sonra, küresel stratejisini yeniden belirlemiştir. Kaldı ki, bugünün AB'si olan dünün Avrupa Topluluğu, daha Sovyet tehdidi ortadan kalkmadan da, ahde vefasızlık etmiştir. 1963 Ankara Anlaşmasındaki en önemli taahhüt olan EME?İN SERBEST DOLAŞIMINI engellemişlerdir. Şimdi ise, bunun asla mümkün olmayacağını her fırsatta ve her belgede vurgulamaktadırlar. Peki o halde yöneticilerimiz neyin peşindedir? Halkımıza faydası olmayacak olan bir AB birlikteliği kimlerin çıkarına hizmet etmektedir? AB Helsinki, Kopenhag ve Maastrich kriterlerinde hiç olmayan şartları Türkiye'nin önüne sürmektedir. Bunları uç uca eklendiğimizde yolumuz Sevr'e çıkmaktadır. Bugün bu gidişe dur demeyen herkes, büyük bir vebal altındadır.- Bugün siyasi partilerimiz (biri hariç) adları ve programları ne olursa olsun, birbirlerinden farkları olmayan, ortak bir politik ve ekonomik çizgi izlemekteler. Onları birleştiren ortak payda, karar süreçlerini yabancıların belirlediği, küresel politikalar. Merhum Atatürk'ten bu yana süre gelen bir tür tek parti rejimini neye bağlıyorsunuz?- Demek ki,sözünü ettiğiniz bu siyasi partilerin tabelaları farklı olsa da, sorunlarımıza değişik açılardan bakarak değişik çözüm ve stratejiler üretemiyorlar. Halihazırda ülkemizde elliden çok siyasi parti vardır. Ancak her konuda olduğu gibi; siyasette nicelikten çok, nitelik önemlidir. Siyasi partilerimiz milli çıkarlarımızı gözetmek zorundadır.Bu nedenle, her şeyden önce halka dayanmalı; dışa bağımlı ve teslimiyetçi olmayan politikalar izlemelidirler. AB'ye üye her ülkenin, kendi milli çıkarlarını tahakkuk ettirmek için, milli bir siyasetinin olduğu; ilişkilerini ve stratejisini buna göre belirlediği apaçık görülmektedir. Bu durum 2003 Irak Savaşında bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. İngiltere, İspanya ve Polonya, Fransa ve Almanya'ya rağmen ABD'nin yanında yer almıştır. Demek ki, küresel politikalar milli çıkarlara hizmet edecek şekilde tercihlere tabi tutulmaktadır.Türkiye çok partili rejime 1946'da bir adım atarak,1950'den itibaren uygulamaya başlamıştır. Buna rağmen, sizin işaret ettiğiniz gibi, tek partili dönemin alışkanlıklarından henüz tam anlamıyla kurtulamamışızdır. Maalesef, demokrasi tecrübemiz henüz istenen mükemmeliyete ulaşabilmiş değildir. Buna ilaveten, mevcut Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası da adeta bu durumu teşvik etmektedir. Demokrasinin önünü açmak için, bu yasaların bir an önce değiştirilmesine ve çağa uydurulmasına ihtiyaç vardır.Son söz olarak; görüşlerimi açıklamama vesile olduğu için, Yeni Mesaj Gazetesine teşekkür eder, başarılar dilerim.