Son günlerde yaşanan diplomatik temaslarda "ekümenik" sıfatının kullanılması, Türkiye'nin Lozan'dan bu yana süregelen resmî tutumuyla açık bir çelişki oluşturuyor. Daha da dikkat çekici olan ise, bu kullanım karşısında idarecilerimizin sessizliği. Bu sessizlik, yalnızca diplomatik bir tercih değil; egemenlik hassasiyetinin nasıl algılandığı konusunda da kamuoyunda soru işaretleri doğuruyor.
Nitekim ABD Büyükelçiliği'nin resmî X (Twitter) hesabından yapılan paylaşımda,
"Bugün Ekümenik Patrik Bartholomeos I ile bir araya gelmekten onur duyduk. Kendisiyle, önümüzdeki dönemde Amerika Birleşik Devletleri'ne yapacağı ziyareti konuştuk" ifadeleri yer aldı.
Türkiye, Lozan Antlaşması ile Fener Rum Patriği'nin yetkisini yalnızca İstanbul'daki Rum Ortodoks cemaatiyle sınırlı bir dini otorite olarak tanımlamışken, "ekümenik" sıfatı siyasi ve evrensel bir otorite iddiası taşır. Bu nedenle, böyle bir unvanın uluslararası zeminde tekrarlanması karşısında resmî bir tepki gelmemesi, egemenlik ilkesine aykırı algıların güçlenmesine yol açar.
Bu konu, bir tarih tartışmasından ziyade, bugünün Türkiye'sinde devlet içinde devlete dönüşebilecek ayrıcalıklı alanların önünü kesip kesemeyeceğimiz sorusunun tam merkezindedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün bu konudaki çizgisi nettir:
"Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir."
Bu ilke, devlet egemenliğinin kaynağını tek bir yere — millet iradesine — bağlar. Dolayısıyla, devlet içinde devlete dönüşebilecek her türlü ayrıcalıklı otorite talebi ister dini ister sivil görünümlü olsun, Cumhuriyet hukukuyla bağdaşmaz.
Ekümenlik, tıpkı Vatikan örneğinde olduğu gibi, devlet içinde bağımsız bir otorite kurma iddiasıdır. Bu iddia, kendi hukukunu ve yargısını oluşturma, fiilen paralel bir yönetim alanı yaratma anlamına gelir. Sorun, farklı inançların özgürlüğü değil; anayasal düzenin teklik ve bütünlüğüdür.
Bu noktada Prof. Dr. Haydar Baş'ın yıllar önce yaptığı tespit dikkat çekicidir:
"Ekümenik sıfat, İslam'daki hilafetin karşılığı olan sıfattır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde bir devlet ortaya çıkacaktır."
Bu uyarı, meseleyi din–mezhep tartışmasına hapsetmeden, doğrudan egemenlik ve hukuk boyutuna taşır. Çünkü anayasa, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alırken, aynı zamanda egemenliğin tek ve bölünmez olduğunu da teminat altına alır.
Ekümenik ifadesi, kelime kökeni itibarıyla Fransızca "evrensel" anlamına gelir; geniş çerçevede farklı inançların ortak manevi otoritesi iddiasını taşır. Ancak Türkiye'nin resmî tutumu, bu yetkinin yalnızca İstanbul'daki Rum Ortodoks cemaatiyle sınırlı olduğu yönündedir. Lozan Antlaşması'nda da patrikhanenin yalnızca dini yetkilere sahip olması gerektiği kayıt altına alınmıştır.
Buna rağmen uluslararası arenada "ekümenik" sıfatının ısrarla kullanılması, Türkiye'nin egemenlik haklarını tartışmaya açan bir söylem olarak değerlendirilmelidir. Dahası, bu sıfat üzerinden İstanbul'da Vatikan benzeri bir otorite kurma niyetine işaret eden yorumlar azımsanmayacak kadar çoktur.
Bugün geldiğimiz noktada ise tartışma, sadece teolojik bir unvan meselesi olmaktan çıkmıştır. Anayasanın selektif uygulanması algısı güçlenmiştir. Hukuk devleti; kanunların "işimize gelen" kısımlarını işletip, istemediğimiz maddeleri askıya aldığımız bir idari tercih alanı değildir.
Gerçek devlet politikası, anayasaya tam bağlılıkla ölçülür. Aksi hâlde, adı konmamış bir "ekümenlik" — yani fiilî ayrıcalıklı alanlar, paralel meşruiyet havzaları — oluşur. Bu ise hem egemenliğin bölünmezliği hem de eşit yurttaşlık bakımından ciddi riskler barındırır.
Tarih bize şunu öğretmiştir: Tanzimat'tan bu yana "azınlık hakları" başlığı altında sunulan birçok düzenleme, dış destekli projelerle birleştiğinde milli bütünlüğü zayıflatmıştır. Atatürk'ün bu noktadaki tavrı da nettir; Lozan'da bu statülere sınırlı ve tanımlı çerçeveler çizilmiş, Cumhuriyet hukukunun üstünde bir otoriteye alan açılmamıştır.
Bugün ise tehlike daha sofistike yöntemlerle gelmektedir. Dinlerarası diyalog, ılımlı İslam veya medeniyetler arası ittifak gibi yumuşak başlıklarla sunulan projeler, içerikte farklı bir hedef taşıyabilir: Egemenlik devri. Bu çerçevede, "demokratik hak" ve "eşit vatandaşlık" gibi kavramların da içeriği boşaltılarak veya bağlamından koparılarak siyasi mühendislik projelerine kılıf olarak kullanılabildiği görülmektedir.
Burada mesele, farklı inançların ya da farklı kimliklerin barış içinde yaşaması değildir; mesele, dış kaynaklı planların, yerli görünümlü araçlarla hukuk birliğini ve egemenlik bütünlüğünü aşındırmasıdır.
Doğu ile Batı arasındaki medeniyet ayrımını teolojik çekişmeye hapsetmeden görmek gerekir. Batı, teslis medeniyetiyle; biz ise tevhid medeniyetiyle yoğrulduk. Bu fark, bir üstünlük iddiası değil; siyasi ve hukuki kimliğin temelidir.
AHKAM-I HATİME
Ekümenlik, teolojik bir unvan tartışması değildir; egemenlik devri anlamına gelebilecek siyasi ve hukuki bir iddiadır.
Devlet politikası; hükümetler üstü anayasal bağlılık ve üniter yapı demektir.
Anayasayı tanımayan veya ona aykırı projeler, devlet politikası gibi lanse edilemez.
Eşit yurttaşlık ve din–vicdan özgürlüğü korunmalı; fakat paralel otorite doğuracak her statüye karşı hukuk ısrarla işletilmelidir.
Atatürk'ün çizdiği sınır nettir:
"Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir."
Bu sınır, dün olduğu gibi bugün de Türkiye Cumhuriyeti'nin kırmızı çizgisidir.
Nitekim ABD Büyükelçiliği'nin resmî X (Twitter) hesabından yapılan paylaşımda,
"Bugün Ekümenik Patrik Bartholomeos I ile bir araya gelmekten onur duyduk. Kendisiyle, önümüzdeki dönemde Amerika Birleşik Devletleri'ne yapacağı ziyareti konuştuk" ifadeleri yer aldı.
Türkiye, Lozan Antlaşması ile Fener Rum Patriği'nin yetkisini yalnızca İstanbul'daki Rum Ortodoks cemaatiyle sınırlı bir dini otorite olarak tanımlamışken, "ekümenik" sıfatı siyasi ve evrensel bir otorite iddiası taşır. Bu nedenle, böyle bir unvanın uluslararası zeminde tekrarlanması karşısında resmî bir tepki gelmemesi, egemenlik ilkesine aykırı algıların güçlenmesine yol açar.
Bu konu, bir tarih tartışmasından ziyade, bugünün Türkiye'sinde devlet içinde devlete dönüşebilecek ayrıcalıklı alanların önünü kesip kesemeyeceğimiz sorusunun tam merkezindedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün bu konudaki çizgisi nettir:
"Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir."
Bu ilke, devlet egemenliğinin kaynağını tek bir yere — millet iradesine — bağlar. Dolayısıyla, devlet içinde devlete dönüşebilecek her türlü ayrıcalıklı otorite talebi ister dini ister sivil görünümlü olsun, Cumhuriyet hukukuyla bağdaşmaz.
Ekümenlik, tıpkı Vatikan örneğinde olduğu gibi, devlet içinde bağımsız bir otorite kurma iddiasıdır. Bu iddia, kendi hukukunu ve yargısını oluşturma, fiilen paralel bir yönetim alanı yaratma anlamına gelir. Sorun, farklı inançların özgürlüğü değil; anayasal düzenin teklik ve bütünlüğüdür.
Bu noktada Prof. Dr. Haydar Baş'ın yıllar önce yaptığı tespit dikkat çekicidir:
"Ekümenik sıfat, İslam'daki hilafetin karşılığı olan sıfattır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde bir devlet ortaya çıkacaktır."
Bu uyarı, meseleyi din–mezhep tartışmasına hapsetmeden, doğrudan egemenlik ve hukuk boyutuna taşır. Çünkü anayasa, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alırken, aynı zamanda egemenliğin tek ve bölünmez olduğunu da teminat altına alır.
Ekümenik ifadesi, kelime kökeni itibarıyla Fransızca "evrensel" anlamına gelir; geniş çerçevede farklı inançların ortak manevi otoritesi iddiasını taşır. Ancak Türkiye'nin resmî tutumu, bu yetkinin yalnızca İstanbul'daki Rum Ortodoks cemaatiyle sınırlı olduğu yönündedir. Lozan Antlaşması'nda da patrikhanenin yalnızca dini yetkilere sahip olması gerektiği kayıt altına alınmıştır.
Buna rağmen uluslararası arenada "ekümenik" sıfatının ısrarla kullanılması, Türkiye'nin egemenlik haklarını tartışmaya açan bir söylem olarak değerlendirilmelidir. Dahası, bu sıfat üzerinden İstanbul'da Vatikan benzeri bir otorite kurma niyetine işaret eden yorumlar azımsanmayacak kadar çoktur.
Bugün geldiğimiz noktada ise tartışma, sadece teolojik bir unvan meselesi olmaktan çıkmıştır. Anayasanın selektif uygulanması algısı güçlenmiştir. Hukuk devleti; kanunların "işimize gelen" kısımlarını işletip, istemediğimiz maddeleri askıya aldığımız bir idari tercih alanı değildir.
Gerçek devlet politikası, anayasaya tam bağlılıkla ölçülür. Aksi hâlde, adı konmamış bir "ekümenlik" — yani fiilî ayrıcalıklı alanlar, paralel meşruiyet havzaları — oluşur. Bu ise hem egemenliğin bölünmezliği hem de eşit yurttaşlık bakımından ciddi riskler barındırır.
Tarih bize şunu öğretmiştir: Tanzimat'tan bu yana "azınlık hakları" başlığı altında sunulan birçok düzenleme, dış destekli projelerle birleştiğinde milli bütünlüğü zayıflatmıştır. Atatürk'ün bu noktadaki tavrı da nettir; Lozan'da bu statülere sınırlı ve tanımlı çerçeveler çizilmiş, Cumhuriyet hukukunun üstünde bir otoriteye alan açılmamıştır.
Bugün ise tehlike daha sofistike yöntemlerle gelmektedir. Dinlerarası diyalog, ılımlı İslam veya medeniyetler arası ittifak gibi yumuşak başlıklarla sunulan projeler, içerikte farklı bir hedef taşıyabilir: Egemenlik devri. Bu çerçevede, "demokratik hak" ve "eşit vatandaşlık" gibi kavramların da içeriği boşaltılarak veya bağlamından koparılarak siyasi mühendislik projelerine kılıf olarak kullanılabildiği görülmektedir.
Burada mesele, farklı inançların ya da farklı kimliklerin barış içinde yaşaması değildir; mesele, dış kaynaklı planların, yerli görünümlü araçlarla hukuk birliğini ve egemenlik bütünlüğünü aşındırmasıdır.
Doğu ile Batı arasındaki medeniyet ayrımını teolojik çekişmeye hapsetmeden görmek gerekir. Batı, teslis medeniyetiyle; biz ise tevhid medeniyetiyle yoğrulduk. Bu fark, bir üstünlük iddiası değil; siyasi ve hukuki kimliğin temelidir.
AHKAM-I HATİME
Ekümenlik, teolojik bir unvan tartışması değildir; egemenlik devri anlamına gelebilecek siyasi ve hukuki bir iddiadır.
Devlet politikası; hükümetler üstü anayasal bağlılık ve üniter yapı demektir.
Anayasayı tanımayan veya ona aykırı projeler, devlet politikası gibi lanse edilemez.
Eşit yurttaşlık ve din–vicdan özgürlüğü korunmalı; fakat paralel otorite doğuracak her statüye karşı hukuk ısrarla işletilmelidir.
Atatürk'ün çizdiği sınır nettir:
"Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir."
Bu sınır, dün olduğu gibi bugün de Türkiye Cumhuriyeti'nin kırmızı çizgisidir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Doç. Dr. Ali Bestami Kepekçi / diğer yazıları
- Transfer sezonu: Siyaset mi, toplum mu? / 21.08.2025
- Depremi unutmak, geleceği kaybetmektir / 20.08.2025
- Halkın sessiz çığlığı: Siyasete düşen pay / 19.08.2025
- Türkiye’nin dış politika serüveni: Kaçırılan fırsatlar ve büyük tehditler / 18.08.2025
- Egemenlik ve Ekümenlik: Lozan’dan günümüze sessizlik ve hassasiyet / 17.08.2025
- Terörsüz Türkiye Komisyonu: Devlet politikası mı, siyasi proje mi? / 16.08.2025
- Sorunun adını doğru koymak / 15.08.2025
- Napolyon’dan Trump’a: “Dost” maskesiyle gelen stratejiler / 14.08.2025
- Prof. Dr. Haydar Baş’ın bıçak misali ve bugünün Türkiye’si / 13.08.2025
- Zengezur koridoru, İmralı görüşmeleri ve üniter devlet gerçeği / 12.08.2025
- Depremi unutmak, geleceği kaybetmektir / 20.08.2025
- Halkın sessiz çığlığı: Siyasete düşen pay / 19.08.2025
- Türkiye’nin dış politika serüveni: Kaçırılan fırsatlar ve büyük tehditler / 18.08.2025
- Egemenlik ve Ekümenlik: Lozan’dan günümüze sessizlik ve hassasiyet / 17.08.2025
- Terörsüz Türkiye Komisyonu: Devlet politikası mı, siyasi proje mi? / 16.08.2025
- Sorunun adını doğru koymak / 15.08.2025
- Napolyon’dan Trump’a: “Dost” maskesiyle gelen stratejiler / 14.08.2025
- Prof. Dr. Haydar Baş’ın bıçak misali ve bugünün Türkiye’si / 13.08.2025
- Zengezur koridoru, İmralı görüşmeleri ve üniter devlet gerçeği / 12.08.2025