Mevlana buyurdu ki:
Beyt:
Hindistan'ı rüyamda gördüğüm günden beri
Ümid gözüm açıldı, harab buldum her yeri.
Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan'a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhud zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır" dedim.
Beyt:
Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı
Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.
Bu günlerde idi. Bir gece rüyamda büyük bir zât; "Haydi kalk, filan mürşid-i kâmil ve âlim, filan yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar" dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sesizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzuruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmanirrahim, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeye başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insaların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görürsün. O halde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allah-u Teala tevvâbdır (Yani ziyadesiyle tövbe kabul edicidir.)" Allah-u Teala'nın kelamının sonu Tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.
Bu rüyadan sonra diyar diyar gezip, Hindistan'ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr'a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kalplerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb'in isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sahibi ve Kur'an-ı Kerim'e muttalî büyük bir âlimin rüyasına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allah-u Teala bu şehri ve diğer bütün Müslüman memleketlerini belâlardan, âfetlerden korusun.)
Burhânpûr'da silsile-i şerîften, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve taliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîkî mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Muhammed Nûmân'ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzurlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zira, beni rüyada büyük bir zâtın huzuruna (İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin huzuruna) bu zat kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzur ve hizmetlerinde, İmâm-ı Rabbânî'nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihayet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ı Rabbânî'nin yüksek dergahına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbetlerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.
Beyt:
Hindistan'ı rüyamda gördüğüm günden beri
Ümid gözüm açıldı, harab buldum her yeri.
Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan'a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhud zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır" dedim.
Beyt:
Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı
Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.
Bu günlerde idi. Bir gece rüyamda büyük bir zât; "Haydi kalk, filan mürşid-i kâmil ve âlim, filan yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar" dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sesizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzuruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmanirrahim, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeye başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insaların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görürsün. O halde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allah-u Teala tevvâbdır (Yani ziyadesiyle tövbe kabul edicidir.)" Allah-u Teala'nın kelamının sonu Tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.
Bu rüyadan sonra diyar diyar gezip, Hindistan'ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr'a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kalplerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb'in isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sahibi ve Kur'an-ı Kerim'e muttalî büyük bir âlimin rüyasına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allah-u Teala bu şehri ve diğer bütün Müslüman memleketlerini belâlardan, âfetlerden korusun.)
Burhânpûr'da silsile-i şerîften, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve taliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîkî mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Muhammed Nûmân'ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzurlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zira, beni rüyada büyük bir zâtın huzuruna (İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin huzuruna) bu zat kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzur ve hizmetlerinde, İmâm-ı Rabbânî'nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihayet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ı Rabbânî'nin yüksek dergahına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbetlerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.