Kırık kalpler koleksiyonuna dönüşen "iade" ve "takas" ta son darbenin adı şantaj ve tehdit.
Bu hazin macera, 15 Temmuz darbe kalkışmasını gerçekleştiren örgütün üyesi olduğu iddia edilen kişilerin Türkiye'de yargılanabilmesi girişimleriyle başlamıştı. Gündemdeki yerini korumaya devam eden birçok iade talebi ve bu taleplerin sürüncemede bırakılması veya reddedilmesi, güncel gelişmeler ve Papaz Brunson-ABD ekseninde, iade ve takas kurumlarını tartışmayı zorunlu kılmaktadır.
Önce kavramı yoklayalım; "İade", işlemiş olduğu veya işlediği iddia edilen suçtan dolayı, farklı bir devletin ülkesinde bulunan kişi hakkında soruşturma ya da kovuşturma işlemlerinin yapılabilmesi yahut hükmolunan cezanın infaz edilebilmesidir.
İade talebinde önce ilgili devletler arasında suçluların iadesi konusunda sözleşme var mıdır, ona bakılır. Sözleşme yoksa uluslararası hukuka göre hareket edilmesi gerekirse de, ulusların iç hukukları ve siyasi mekanizmaları da belirleyici rol oynar.
Türk ceza hukukunda iade kurumu ne tamamen hukuki ve ne de tamamen siyasi bir sürece bağlıdır; karma bir sistem içinde görünmektedir. Karma sistem, karar verilirken, idari ve adli makamların birlikte yetkili olduğu sistemdir. Ancak MİT Kanunu'nda iade bakımından adli bir karar aranmadığı, yalnızca siyasi mekanizmanın yetkili olduğu hükmü bulunmaktadır. Buna göre, Dışişleri Bakanının talebi üzerine Adalet Bakanının teklifi ve Cumhurbaşkanının onayı ile tutuklu ya da hükümlü kişi başka bir ülkeye iade edilebilir veya başka bir ülkede tutuklu ya da hükümlü bulunanlar ile takas edilebilir.
Ancak uluslararası hukukta, devletlerin kendi egemenlik sahaları içerisinde bulunan bireyleri, zulme uğrama riski altında oldukları bölgelere göndermeme ilkesi vardır. Yani iade talebinde bulunan devletin ülkesinde yaşam hakkı, işkence yasağı, adil yargılanma hakkı, aile hayatına saygı hakkı, etkili başvuru hakkı gibi birçok hak ve özgürlük koruma ve güvence altında değilse iade istemi kabul görmez.
"Takas" ise, Türk hukukunda yeni bir kurumdur. Aslında iade, uluslararası suçlarla mücadele ve bir ülkenin diğer ülkede suç işleyen kişilerin sığınma limanı olmaması amacıyla geliştirilmiş bir sistemdir. Dolayısıyla suç işlediği iddia veya tespit edilen kişilerin takası bu sistemle uyuşmamaktadır. Zira kişinin koz gibi kullanılıp, takas teklifinde bulunan devletin istediği olmazsa, "rehin" olarak tutulması sonucu ortaya çıkmaktadır. Bugün Gülen, Zarrab ve Atilla ABD'nin Türkiye'ye karşı koz olarak kullandığı, rehin tuttuğu kişilerdir.
Yukarıda iade ile ilgili bir ilkeye değinmiştik; iade edilecek ülkede ağır insan hakları ihlâlleri varsa devletin iade etmeme yükümlülüğü doğar.
15 Temmuz'dan sonraki süreçte yoğun insan hakları ihlâlleri birçok iade talebinin reddine veya sürüncemede bırakılmasına yol açmıştır.
Nitekim darbe girişimi sonrası helikopterle Yunanistan'a kaçan 8 askeri görevlinin iadesi talebimiz 26 Ocak 2017 tarihinde Yunan Yüksek Mahkemesi tarafından reddedilmiştir. Gerekçede 15 Temmuz sonrası yaşanan sürece ve temel hukuk ilkelerine aykırılıklara dikkat çekilmiştir. Mahkeme kararına konu olan ilgili kısımda özetle bazı muhalefet partisi üyelerinin, insan hakları savunucularının, 150 kadar gazetecinin tutuklu bulunması, bunun dünya üzerindeki en yüksek sayıdaki tutuklu gazeteci olduğu, 2.386 yargı mensubunun yanında 40.000 kişinin özgürlüğünün kısıtlanması, 129.000 kişinin görevinden el çektirilmesi veya atılması gibi gelişmelerin üzerinde durulmuştur.
Almanya'ya yapılan 81 kişinin iade talebinin kabul edilmemesi de benzer gerekçelere dayanmaktadır. Buna karşın Tayyip Erdoğan'ın ajan-terörist dediği ve asla Almanya'ya iade edilmeyecek dediği Deniz Yücel'in Alman hükümetinin baskısı ile elini kolunu sallayarak ve özel uçakla Almanya'ya gitmesi, daha önce de Fransa ile benzer durumun yaşanması ABD için cesaret verici olmuş ve Papaz Brunson'un iadesi için işi tehdit ve şantaja vardırmıştır. Sonucunda da tutukluluğunun devamına karar veren mahkeme apar topar kararından rücu ederek papazı ev hapsiyle tahliye edivermiştir. ABD'ye bu yetmemiş, papazın tamamen tahliye ve iadesini talep ederek tehditlerini sürdürmüştür.
Ülkeyi yönetenlerin Türkiye'yi bu duruma düşürmeye hakları olmadığı gibi, gerek hukuki gerekse siyasi süreçte tehdit ve şantajlara karşı ciddi bir tavır koyamamış olmaları da düşündürücüdür.
Bütün bu durumlar uluslararası kamuoyunun gözünde Türkiye'nin Lozan'da kazanmış olduğu prestije gölge düşürmektedir.