Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu 23 Nisan resepsiyonunda iki dakika konuştu, Türkiye'de gündem değişti, kamuoyu bir hafta Kıvrıkoğlu'nun ne dediği ile uğraştı, Tayyip DGM'nin kapısında ecel terleri döktü.
Kıvrıkoğlu Le Pen olayından hareketle sözü Tayyibe getirerek işin ucunun Avrupalı'ya dokununca nasıl ayağa kalktıklarını, fakat bizde "dinci" bir partinin çıkışı karşısında yapılan 28 Şubat'ı anlamadıklarını ifade ederek, "Gerekirse bin yıl devam ederiz sözünü boşuna söylemedik" dedi.
Mütareke basınında bir sevinç, bir sevinç..
Ordu bu söylemle güyâ muhafazakârlara iktidarın asla teslim edilemeyeceğini belirtmiş...
Türkiye'de geleneksel olarak "sağ"ın % 70; "sol"un ise % 30 oy potansiyeli vardır. "Sol" her zaman "sağ"ın kendi içinde birleşememesinin getirdiği beceriksizlik sonucu ve ancak onun koltuk değneği görevini üstlenmesi ile iktidar olur.
Ecevit 1973'de Selâmet'in, 1999'da da MHP ve ANAP'ın bu rolü üstlenmesiyle başbakan olabilmiştir. % 20; ancak bu sayede Türkiye'yi yönetir hâle gelmiştir ve bu herhalde "sağ" partilerin başarı hânesine yazılmayacak bir durumdur.
Çok partili demokratik düzende solun iktidarı işte bu kadardır.
Hani ordu sağın iktidarına izin vermezdi?
Fakat Türkiye'de de siyasetin, yine Türkiye gerçeklerinden, şartlarından doğan bir takım kuralları vardır.
1. Önce asker... Türk demokrasisinde asker faktörü göz ardı edilemez. Asker daha önce defalarca bu sütunda açıkladığımız gibi ve haklı olarak ve Türkiye tarih, coğrafyası ve sosyal şartlarının doğal bir sonucu olarak göz ardı edilemeyecek bir "hâkim otorite" rolündedir. Bu rol katiyen Güney Amerika'nın operet ordularıyla karıştırılmamalıdır.
Türkiye'de kimse askeri yok farz ederek siyaset yapamaz.
2. Bu ön şart beraberinde iki sonuç doğurmaktadır; Türkiye'de hiçbir parti a) Üniter yapıyla, b) Lâiklikle oynayamaz.
Çünkü asker bu ikisinin bıkmaz, yorulmaz, gözetmeni ve düzenleyicisidir.
Kıvrıkoğlu 23 Nisan resepsiyonunda "dinci" partiden bahsetmişti. Bu sözcüğün inananlarla bir ilgisi yoktur. "Balıkçı", "Kahveci", "Çorapçı"; balık, kahve, çorap satan demektir. "Dinci" de dini tezgâhlayan, din bezirgânlığı yapan anlamında kullanılmıştır.
Kıvrıkoğlu o gece, mütareke basınının hemen "tercüme" ettiğinden farklı ve başka şeyler de söylemiştir:
"Ordu, 'Türkiye AB'ye girsin mi girmesin mi'nin tartışmasını bile yapmaz. AB, Türkiye'ye çok şeyler kazandıracak. Bu işi yaparken Türkiye'nin kritik durumu var. Sürekli sorun yaratılan bir coğrafyadayız. Gerekli güvenlik tedbirlerini alarak yapalım.
AB'ye giriyoruz diye her şeyi kenara bırakmayalım. Laikliği ve Türkiye'nin üniter yapısını ihmal etmeyelim. Türkiye'nin üzerinde oyunlar oynanmak isteniyor. Biri dini yönden. Çevremizdekiler bunu ihraç etmek, laikliği parçalamak istiyorlar. AB'ye girildiğinde pek çok serbestlik olacak. Bunlar demokrasiyi ve insan haklarını ihlal etmeyecek şekilde olmalıdır."
İlk cümleyi alıp sonrasını görmemek, son günlerin moda deyimiyle "basın ahlâkı cellatlığı"dır. Kıvrıkoğlu aynı içerdeki siyaset için bizim söylediğimiz şablonu, AB için koyuyor; "AB'ye giriyoruz diye her şeyi kenara bırakmayalım. Laikliği ve Türkiye'nin üniter yapısını ihmal etmeyelim" diyor.
Askeri yok farz ederek AB düzleminde ve içeride politika yapmak mümkün değildir.
Cevap gecikmiyor kıymetli okuyucu; AB'nin dönem Başkanı İspanya'nın Ankara Büyükelçisi Manuel de la Camara da hemen ertesi gün davet edildiği bir panelde "Türkiye Avrupa Birliği'ne kendi şartları ile giremez" diyor.
Şimdi anladınız mı AB'nin "orta vâdedeki şartlar" kapsamında MGK'nın rolünün ille de azaltılmasını dayatma sebebini?
Ve Karen Fogg'un yine geçen hafta, yâni "Ulusal Egemenlik" haftasında neden MGK Genel Sekreteri asker değil sivil olsun dediğini?
Ben anladım da, herkes anladı mı acaba?
Kıvrıkoğlu Le Pen olayından hareketle sözü Tayyibe getirerek işin ucunun Avrupalı'ya dokununca nasıl ayağa kalktıklarını, fakat bizde "dinci" bir partinin çıkışı karşısında yapılan 28 Şubat'ı anlamadıklarını ifade ederek, "Gerekirse bin yıl devam ederiz sözünü boşuna söylemedik" dedi.
Mütareke basınında bir sevinç, bir sevinç..
Ordu bu söylemle güyâ muhafazakârlara iktidarın asla teslim edilemeyeceğini belirtmiş...
Türkiye'de geleneksel olarak "sağ"ın % 70; "sol"un ise % 30 oy potansiyeli vardır. "Sol" her zaman "sağ"ın kendi içinde birleşememesinin getirdiği beceriksizlik sonucu ve ancak onun koltuk değneği görevini üstlenmesi ile iktidar olur.
Ecevit 1973'de Selâmet'in, 1999'da da MHP ve ANAP'ın bu rolü üstlenmesiyle başbakan olabilmiştir. % 20; ancak bu sayede Türkiye'yi yönetir hâle gelmiştir ve bu herhalde "sağ" partilerin başarı hânesine yazılmayacak bir durumdur.
Çok partili demokratik düzende solun iktidarı işte bu kadardır.
Hani ordu sağın iktidarına izin vermezdi?
Fakat Türkiye'de de siyasetin, yine Türkiye gerçeklerinden, şartlarından doğan bir takım kuralları vardır.
1. Önce asker... Türk demokrasisinde asker faktörü göz ardı edilemez. Asker daha önce defalarca bu sütunda açıkladığımız gibi ve haklı olarak ve Türkiye tarih, coğrafyası ve sosyal şartlarının doğal bir sonucu olarak göz ardı edilemeyecek bir "hâkim otorite" rolündedir. Bu rol katiyen Güney Amerika'nın operet ordularıyla karıştırılmamalıdır.
Türkiye'de kimse askeri yok farz ederek siyaset yapamaz.
2. Bu ön şart beraberinde iki sonuç doğurmaktadır; Türkiye'de hiçbir parti a) Üniter yapıyla, b) Lâiklikle oynayamaz.
Çünkü asker bu ikisinin bıkmaz, yorulmaz, gözetmeni ve düzenleyicisidir.
Kıvrıkoğlu 23 Nisan resepsiyonunda "dinci" partiden bahsetmişti. Bu sözcüğün inananlarla bir ilgisi yoktur. "Balıkçı", "Kahveci", "Çorapçı"; balık, kahve, çorap satan demektir. "Dinci" de dini tezgâhlayan, din bezirgânlığı yapan anlamında kullanılmıştır.
Kıvrıkoğlu o gece, mütareke basınının hemen "tercüme" ettiğinden farklı ve başka şeyler de söylemiştir:
"Ordu, 'Türkiye AB'ye girsin mi girmesin mi'nin tartışmasını bile yapmaz. AB, Türkiye'ye çok şeyler kazandıracak. Bu işi yaparken Türkiye'nin kritik durumu var. Sürekli sorun yaratılan bir coğrafyadayız. Gerekli güvenlik tedbirlerini alarak yapalım.
AB'ye giriyoruz diye her şeyi kenara bırakmayalım. Laikliği ve Türkiye'nin üniter yapısını ihmal etmeyelim. Türkiye'nin üzerinde oyunlar oynanmak isteniyor. Biri dini yönden. Çevremizdekiler bunu ihraç etmek, laikliği parçalamak istiyorlar. AB'ye girildiğinde pek çok serbestlik olacak. Bunlar demokrasiyi ve insan haklarını ihlal etmeyecek şekilde olmalıdır."
İlk cümleyi alıp sonrasını görmemek, son günlerin moda deyimiyle "basın ahlâkı cellatlığı"dır. Kıvrıkoğlu aynı içerdeki siyaset için bizim söylediğimiz şablonu, AB için koyuyor; "AB'ye giriyoruz diye her şeyi kenara bırakmayalım. Laikliği ve Türkiye'nin üniter yapısını ihmal etmeyelim" diyor.
Askeri yok farz ederek AB düzleminde ve içeride politika yapmak mümkün değildir.
Cevap gecikmiyor kıymetli okuyucu; AB'nin dönem Başkanı İspanya'nın Ankara Büyükelçisi Manuel de la Camara da hemen ertesi gün davet edildiği bir panelde "Türkiye Avrupa Birliği'ne kendi şartları ile giremez" diyor.
Şimdi anladınız mı AB'nin "orta vâdedeki şartlar" kapsamında MGK'nın rolünün ille de azaltılmasını dayatma sebebini?
Ve Karen Fogg'un yine geçen hafta, yâni "Ulusal Egemenlik" haftasında neden MGK Genel Sekreteri asker değil sivil olsun dediğini?
Ben anladım da, herkes anladı mı acaba?
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Hüseyin Mümtaz / diğer yazıları
- Ekonomi, İslam ve Rusya / 01.04.2006
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002