İddia ettikleri demokrasi hiçbir zaman gelmedi
İcmal Gençlik Derneği'nin geleneksel yaz kampındaki oturumda söz alan BTP İstanbul Kadın Kolları Başkanı Dr. Lina Kotil, 11 Eylül olayları sonrası Müslüman ülkelerinde yaşanan çatışmalardan dolayı bugün milyonlarca insanın mülteci durumuna düştüğünü ve iddia ettikleri demokrasinin hiçbir zaman gelmediğini belirtti.
18.08.2017 00:00:00
İcmal Gençlik Derneği tarafından Afyon'da düzenlenen geleneksel yaz kampındaki oturumda, "11 Eylül olayları sonrası Afganistan ve Irak'ta, Arap Baharı sonrasındaysa Suriye, Yemen, Libya, Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerinde yaşanan çatışmalardan dolayı bugün milyonlarca insan mülteci durumunda" diyen BTP İstanbul Kadın Kolları Başkanı Dr. Lina Kotil Arap Baharı'yla arzu edilen demokrasinin hiçbir ülkeye gelmediğini belirtti.
Dr. Lina Kotil'in dikkat çeken konuşmasını siz Yeni Mesaj okurlarının dikkatine sunuyoruz:
"11 Eylül olayları sonrası Afganistan ve Irak'ta, Arap Baharı sonrasındaysa öncelikle Suriye, Yemen, Libya, Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerinde yaşanan çatışmalardan dolayı bugün milyonlarca insan mülteci durumunda...
Yüzbinlerce ölü, yaralı ve sakat, binlerce kayıp insan, öksüz ve yetimler, satılan çocuklar ve kadınlar?
Tüm yaşananlar tam bir insanlık dramı.
Maalesef Arap Baharı'yla arzu edilen demokrasi, hiçbir ülkeye gelemedi. Sadece yeni diktatörler edindiler. Hatırlarsanız eski ABD Dışişleri Bakanı Condolizza Rice ABD Başkanı Bush'un BOP'u tarif ederken 22 İslam ülkesinin sınır ve yönetimlerini değiştirecek büyük bir proje olduğunu söylemişti.
O dönemde sadece Prof. Dr. Haydar Baş bunun Büyük Ortadoğu'yu değil, Büyük İsrail'i kurmaya yönelik bir proje olduğunu dile getirmişti. Zaman bir kez daha onu haklı çıkardı. Maalesef bilanço çok ağır, yıkılan ülkeler, mahvolan hayatlar, sanıyorum bu olayların olumsuz sonuçlarına daha uzun yıllar birlikte şahit olacağız.
Aslında bu durum, I. Dünya Savaşı sonunda İngilizlerin yarım kalan Osmanlı topraklarını paylaşma planının bir devamı. O gün İngiliz ve Fransızları Anadolu'da Atatürk durdurmuştu. Bu yüzden ona olan düşmanlıkları bitmek bilmiyor.
O'nu Türk Milletinin gözünden düşürmek için bunca yıl sonra bile iftiralara devam ediyorlar. Çünkü Anadolu düşerse planların gerçekleşmesi tamamlanacak.
Ve buna en büyük engel, Atatürk'ün sembolü olduğu bağımsızlık ruhu ve anti-emperyalist duruştur.
"Milli mücadeleyi aslında Atatürk başlatmadı, Atatürk tam bir İslam düşmanıydı, dindar insanları astı, Suriye ve Filistin'i kaderine terk edip kaçtı" gibi iftiralarla halen ona saldırmaya devam ediyorlar.
Eğer gerçekten öyle olsaydı;
Mondros Mütarekesi'nin gereği olarak, padişahın emriyle Medine'yi İngilizlere teslim etmesi gerekirken, hiç destek almadan 1.5 yıl daha direnen, torunu olmakla gurur duyduğum Medine Mücaviri Fahrettin Türkkan Paşa gibi dindar ve vatansever bir insan onun yanında Milli Mücadeleye katılır mıydı? Atatürk'ün Afganistan Büyükelçisi olmayı kabul eder miydi?
Bu arada, maalesef neler başardığını hiç duymadığım büyükdedemi tanıyıp değerini bilmemi sağlayan Sayın Prof. Dr. Haydar Baş'a sizlerin huzurunda sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
Peki, Atatürk acaba gerçekten İslam'a ve Araplara düşman mıydı, İngilizlerle işbirliği yapmış mıydı? Dilerseniz bunun cevabını tarih sayfalarında arayalım.
Atatürk Filistin ve Hicaz'dayken
Atatürk Filistin ve Hicaz Cephesi'nde Yıldırım Orduları komutanıyken İngiliz Kumandan Allenby'ın başlattığı büyük saldırı sonucunda Amman, Gazze, Kudüs, Beyrut, Şam gibi büyük şehirlerin kolaylıkla İngilizlerin eline geçmesinden sonra ve kendisine destek olması gereken 8. ve 4. Orduların dağılması sonucunda, M. Kemal Paşa artık Suriye'yi savunmanın imkânsızlığını anlamıştı. Ona göre asıl savunulması gereken Anadolu idi. Bu sebeple daha fazla zayiat vermeden, emrindeki orduyu Halep'in 5 km. kuzeyine çekerek, Toros geçitlerini savunma hazırlığına başladığı bir sırada 30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri'yle Mondros Mütarekesi imzalandı.
Mütareke'nin ağır koşulları karşısında M. Kemal bir yandan Anadolu'yu düşman ordularından temizlemenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan da Hatay ve Musul'u Misak-i Milli Sınırlarına katmak, bu arada da Irak ve Suriye'deki bağımsızlık hareketlerini güçlendirmek istemiştir. Bunun için Irak ve Suriye'deki Anti-Emperyalist hareketler arasında Uceymi Paşa ve özellikle Şeyh Ahmet Sunusi ile ilişki kurmuştur.
Milli Mücadele'nin sona ermesine yakın kendisi İngiliz destekli Yunan Ordusu'na karşı Büyük Taarruz'u başlatırken, onun görevlendirdiği Özdemir Bey'de 5 bin kişiye varan kuvvetiyle İngilizlere ve işbirlikçi Araplara karşı harekete geçmiştir. 30 Ağustos'ta Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nin kazanılmasından yalnızca 1 gün sonra 31 Ağustos 1922'de Suriye'de Derbent Zaferi kazanılmıştır. Böylece İngilizlerin ifadesiyle Irak'ta adeta "Kemalizm Hayaleti" dolaşmaya başlamıştır.
Atatürk, bilinenin aksine Irak ve Suriye'nin bağımsız olabilmesi için çok çaba harcamıştır. Aslında bunu mütarekeden çok önce, o günün şartlarında İngiliz ve isyancı Arapları yenmenin imkansızlığını görüp, en azından Anadolu'yu kurtarabilmek ve Suriye-Irak bölgesinin İngiliz himayesi altına girmesine engel olabilmek için acil bir gereklilik olarak Talat Paşa'ya da dile getirmiş ancak kabul ettirememiştir.
Atatürk, Suriye'nin bağımsızlığından yanaydı
Suriye'nin bağımsızlığından yana oluşuna en büyük delil, 21 Aralık 1937'de Suriye Başbakanı Cemil Mardam'la Ankara'da yaptığı görüşmede söyledikleridir.
O gün Atatürk şu çarpıcı sözleri söylemiştir:
"Ben milletin mevcudiyetini kurtarmak için işe başlarken, bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar ayrılamazlar.
Yalnız imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zaman geçmesi lazımdı.
İslam âlemi, Suriye Milleti ve Devleti tamamiyle ve katiyen bağımsız olmalıdır. Bunu burada söylediğim gibi, Fransızların ve bütün dünyanın önünde tekrar etmek benim için şeref ve zevktir. Fransızlar bu hususta bir takım hayali ve kaprisli yollara saparlarsa, netice aleyhlerinde olur.
Fransızlar akıllarını başlarına alsınlar. Batıdan bir millet gelecek, kaderimizi tayin edecek. Bu benim hoşuma gitmiyor. Bu işte onları hakem tayin etmeyeceğim. Fransızlar hiçbir şey yapamazlar, ancak enerjinizi kullanmanız şartıyla. Ben bunu somut olarak söylüyorum ve icabında da fiilen gösterecek vaziyetteyim. Fransızlar eğer şüphe ediyorlarsa bunu tecrübe edebilirler.
Yapamam! Hepimiz Müslümanız. Yemin ederim ve namusum üzerine söylerim ki, Suriye'yi Fransızlara bırakmam! Türkiye Cumhuriyeti'nin her zaman arzu ettiği şey, Suriye'nin bağımsız bir İslam Devleti olmasıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Suriye'yi kıskıvrak ellerine almak istiyorlar. Eğer Suriyeliler isterlerse ben bunu (Suriye'nin bağımsızlığı) yapacağım.
Fransızlar, Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler de böyle düşünmelidirler. Ben Suriye'yi bilirim. Gençliğimde Şam'da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye'nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra da kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat maalesef Osmanlı İmparatorluğu'ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu'da idim. Ben Talat Paşa'ya teklif ettim. Suriye'ye, Irak'a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa, 'Bunu başkasına söyleme, seni asarlar' dedi.
'Herkesle dost olalım fakat benliğimizi kaybetmeyelim'
Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi, bugün Türkiye, Suriye ve Irak ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı; Bağımsız Suriye, Irak, Türkiye... Fransızlarla, İngilizlerle, herkesle dost olalım, fakat benliğimizi kaybetmeyelim. Onlar da artık bizim varlığımızı, kıymetimizi anlasınlar, bağımsızlığa hürmet etsinler. Onlar bizi köle olarak kabul ederlerse bundan Sayın Suriye Başvekili elbette memnun olmaz. Emir altında olamayız. Bunu Suriyeliler anlamalıdır, anlamazlarsa hiç olurlar. Suriye devleti, milleti, başvekili vardır. Bu konuda ben çok hassasım.
Bir Fransız generali gelsin bütün bir millete hükmetsin! Bunu kabul edemem. Suriyeliler henüz olgun değilmişler. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini, kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Biz Türkler, sizi seven dostlarınız. Tabi bu meseleleri diplomatik yollarla takip edeceğiz, Fakat onlar bize galebe çalamazlar.
Hatay nedir? Küçük bir şey! Ben onu bize verin demiyorum. Ancak bu mesele benim için namus meselesidir.
(Hatay misak-ı milli sınırları içinde yer aldığı için, anavatana katılması Batı dünyasına karşı milli mücadelenin tam olarak kazanıldığının da bir ispatı olacaktı. Maalesef yine misak-ı milli sınırları içinde yer alan Musul ve Kerkük sorununu çözmeye Atatürk'ün ömrü yetmemiştir.)
Bu meseleyi halledeceğiz. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Hatay'ı Fransızlara veremem.
Açık söylüyorum. Eğer Ekselans, yarın Suriye'ye ve Şam'a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar buna engel olursa onlara da söyleyecek sözlerimiz vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfidir. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım.
Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakmam. Fransızlar Suriye'yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız, bir şey yapamazlar. Fakat kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar."
Atatürk, Mısır'a da büyük önem veriyordu
Bu sözlerden anlaşıldığı üzere Atatürk'ün Ortadoğu için hayali, bağımsız ve güçlü Müslüman devletlerin orada hakim olmasıydı.
Bu konuyla ilgili benzer ifadeleri, Ankara'da 26 Mart 1933 günü, Mısır Büyükelçiliği'ni ziyaret edip, gün ağarana kadar Mısırlı yetkililerle yaptığı görüşmede de kullanmıştır:
"Doğu'dan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün nasıl ağardığını görüyorsam, uzaktan, bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak olan daha çok kardeş millet vardır.
Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, manileri yenecekler ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı kaim olacaktır."
Müslümanların birleşmesini istiyordu
Yine benzeri düşünceler Nutuk'ta şöyle ifade edilmiştir:
"Avrupa-Asya ve diğer kıtalarda yaşayan Müslümanlar, gelecekte kendi iradelerini kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlarsa, işte o zaman çağın gereklerine uygun birtakım birleşme noktaları bulabilirler. Bağımsız İslam Devletleri'nin temsilcileri, bir meclis oluşturup ortak ilişkilerini korumak ve birlikte hareket etmek için kongreler yaparlar. İşte o zaman birleşik İslam Devletleri'nden birinin başkanını meclisin başkanlığına seçip bu zata Halife ünvanını verirler."
Aytunç Altındağ Atatürk'ün hilafet projesini şöyle anlatır:
"İslam ülkeleri artınca aralarında bir şura oluştururlar, 5 ülkeyi daimi yönetici seçerler. Meclisleri sırayla hilafet makamını teslim eder".
Görüldüğü gibi Atatürk asla İslam'a, Hilafete ve İslam Ülkeleri'nin birliğine karşı olmamıştır. Ancak, işlevini, anlamını ve kutsallığını kaybetmiş, içi boşaltılmış kurumlar uğruna vatan evlatlarının ve milletin kaynaklarının ziyan edilmesini istememiştir.
Atatürk iddia edilenin tam tersine, tüm İslam Ülkeleri'ne gücü yettiğince yardımcı olmak için çabalamıştır.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri 1937'de İngilizlerin himayesi altında Siyonist Yahudilerin Filistin topraklarındaki yayılmacı hareketlerine karşı, TBMM'de yaptığı konuşmadır:
"Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez.
Biz gerçeği ifade edecek olursak bir kaç sene Araplardan uzak kaldık.
Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.
Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.
Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itham edildik.
Fakat bu ithamlara rağmen Peygamberin son arzusunu yani, "Mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin" için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.
Bugün artık Allah'ın inayetiyle, dedelerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğruna Hıristiyanlarla mücadele ettikleri bu toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edebilecek kadar kuvvetliyiz.
Avrupa'nın bu mukaddes yerlere sahip olmak için atacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğinden şüphemiz yoktur."
Atatürk'ün bu ifadeleri, İslam Coğrafyası'nda büyük bir memnuniyetle karşılanmış, hatta bu durum, Bombay Günlükleri adlı bir Hindistan gazetesinde şu şekilde manşete taşınmıştır:
"FİLİSTİN'E EL SÜRÜLEMEZ, MUSTAFA KEMAL PAŞA AVRUPA'YI İHTAR EDİYOR!"
Bu duruşundan dolayı Siyonistlerin Atatürk için ölüm emri çıkarttığını iddia eden belgeler dahi mevcuttur.
İşte bu yüzden Filistin topraklarına 1900'lü yılların başında yerleşen Yahudiler, bu topraklarda Atatürk'ün ölümüne değin, bir devlet kuramamış, hatta kurmaya teşebbüs dahi edememişlerdir.
İşte maalesef Atatürk'ün ölümünden sonra İslam âlemi tekrar Batı Dünyası'nın oyun sahnesi haline gelmiştir.
Bugün tüm İslam âleminin yeniden, bağımsızlığa inanan, ileri görüşlü, cesur, kararlı, donanımlı ve Atatürk gibi asla satın alınamayacak bir lidere ihtiyacı var!
Bu lider yine Türk Milleti'nin içinden çıktı.
O kendisini;
Mustafa Kemal asker Atatürk'tü,
Ben ise Hoca Atatürk'üm diye tarif ediyor.
Bu lider;
Hepinizin anladığı üzere siyasette, ekonomide, sosyal hayatta her öngörüsü doğru çıkan,
Milli Ekonomi Modeli ile 4 milyar insanın karnını doyuran ve fakirliği tarihe gömen, Ehl-i Beyt açılımıyla, Siyonist bir proje olan Alevi-Sünni düşmanlığını yok eden, bizleri kardeş yapan, İslam dünyası üzerindeki tüm kirli oyunları bozan,
PROF. DR. HAYDAR BAŞ'TIR.
Türk Milleti onunla bir ve beraber olursa, hem Atatürk'ün hayalleri, hem de
Türk-İslam âleminin kurtuluşu gerçekleşecektir.
Bizler vatanını aşk ile seven bağımsızlık sevdalısı kadrolar olarak, sonuna kadar onun yanında olacağımıza söz veriyor, İnsan Hakları'nın, barışın ve huzurun hakim olacağı o kutlu günleri heyecanla bekliyoruz. Saygılarımla..."
SELİM AYANOĞLU / AYFYONKARAHİSAR
Dr. Lina Kotil'in dikkat çeken konuşmasını siz Yeni Mesaj okurlarının dikkatine sunuyoruz:
"11 Eylül olayları sonrası Afganistan ve Irak'ta, Arap Baharı sonrasındaysa öncelikle Suriye, Yemen, Libya, Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerinde yaşanan çatışmalardan dolayı bugün milyonlarca insan mülteci durumunda...
Yüzbinlerce ölü, yaralı ve sakat, binlerce kayıp insan, öksüz ve yetimler, satılan çocuklar ve kadınlar?
Tüm yaşananlar tam bir insanlık dramı.
Maalesef Arap Baharı'yla arzu edilen demokrasi, hiçbir ülkeye gelemedi. Sadece yeni diktatörler edindiler. Hatırlarsanız eski ABD Dışişleri Bakanı Condolizza Rice ABD Başkanı Bush'un BOP'u tarif ederken 22 İslam ülkesinin sınır ve yönetimlerini değiştirecek büyük bir proje olduğunu söylemişti.
O dönemde sadece Prof. Dr. Haydar Baş bunun Büyük Ortadoğu'yu değil, Büyük İsrail'i kurmaya yönelik bir proje olduğunu dile getirmişti. Zaman bir kez daha onu haklı çıkardı. Maalesef bilanço çok ağır, yıkılan ülkeler, mahvolan hayatlar, sanıyorum bu olayların olumsuz sonuçlarına daha uzun yıllar birlikte şahit olacağız.
Aslında bu durum, I. Dünya Savaşı sonunda İngilizlerin yarım kalan Osmanlı topraklarını paylaşma planının bir devamı. O gün İngiliz ve Fransızları Anadolu'da Atatürk durdurmuştu. Bu yüzden ona olan düşmanlıkları bitmek bilmiyor.
O'nu Türk Milletinin gözünden düşürmek için bunca yıl sonra bile iftiralara devam ediyorlar. Çünkü Anadolu düşerse planların gerçekleşmesi tamamlanacak.
Ve buna en büyük engel, Atatürk'ün sembolü olduğu bağımsızlık ruhu ve anti-emperyalist duruştur.
"Milli mücadeleyi aslında Atatürk başlatmadı, Atatürk tam bir İslam düşmanıydı, dindar insanları astı, Suriye ve Filistin'i kaderine terk edip kaçtı" gibi iftiralarla halen ona saldırmaya devam ediyorlar.
Eğer gerçekten öyle olsaydı;
Mondros Mütarekesi'nin gereği olarak, padişahın emriyle Medine'yi İngilizlere teslim etmesi gerekirken, hiç destek almadan 1.5 yıl daha direnen, torunu olmakla gurur duyduğum Medine Mücaviri Fahrettin Türkkan Paşa gibi dindar ve vatansever bir insan onun yanında Milli Mücadeleye katılır mıydı? Atatürk'ün Afganistan Büyükelçisi olmayı kabul eder miydi?
Bu arada, maalesef neler başardığını hiç duymadığım büyükdedemi tanıyıp değerini bilmemi sağlayan Sayın Prof. Dr. Haydar Baş'a sizlerin huzurunda sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
Peki, Atatürk acaba gerçekten İslam'a ve Araplara düşman mıydı, İngilizlerle işbirliği yapmış mıydı? Dilerseniz bunun cevabını tarih sayfalarında arayalım.
Atatürk Filistin ve Hicaz'dayken
Atatürk Filistin ve Hicaz Cephesi'nde Yıldırım Orduları komutanıyken İngiliz Kumandan Allenby'ın başlattığı büyük saldırı sonucunda Amman, Gazze, Kudüs, Beyrut, Şam gibi büyük şehirlerin kolaylıkla İngilizlerin eline geçmesinden sonra ve kendisine destek olması gereken 8. ve 4. Orduların dağılması sonucunda, M. Kemal Paşa artık Suriye'yi savunmanın imkânsızlığını anlamıştı. Ona göre asıl savunulması gereken Anadolu idi. Bu sebeple daha fazla zayiat vermeden, emrindeki orduyu Halep'in 5 km. kuzeyine çekerek, Toros geçitlerini savunma hazırlığına başladığı bir sırada 30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri'yle Mondros Mütarekesi imzalandı.
Mütareke'nin ağır koşulları karşısında M. Kemal bir yandan Anadolu'yu düşman ordularından temizlemenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan da Hatay ve Musul'u Misak-i Milli Sınırlarına katmak, bu arada da Irak ve Suriye'deki bağımsızlık hareketlerini güçlendirmek istemiştir. Bunun için Irak ve Suriye'deki Anti-Emperyalist hareketler arasında Uceymi Paşa ve özellikle Şeyh Ahmet Sunusi ile ilişki kurmuştur.
Milli Mücadele'nin sona ermesine yakın kendisi İngiliz destekli Yunan Ordusu'na karşı Büyük Taarruz'u başlatırken, onun görevlendirdiği Özdemir Bey'de 5 bin kişiye varan kuvvetiyle İngilizlere ve işbirlikçi Araplara karşı harekete geçmiştir. 30 Ağustos'ta Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nin kazanılmasından yalnızca 1 gün sonra 31 Ağustos 1922'de Suriye'de Derbent Zaferi kazanılmıştır. Böylece İngilizlerin ifadesiyle Irak'ta adeta "Kemalizm Hayaleti" dolaşmaya başlamıştır.
Atatürk, bilinenin aksine Irak ve Suriye'nin bağımsız olabilmesi için çok çaba harcamıştır. Aslında bunu mütarekeden çok önce, o günün şartlarında İngiliz ve isyancı Arapları yenmenin imkansızlığını görüp, en azından Anadolu'yu kurtarabilmek ve Suriye-Irak bölgesinin İngiliz himayesi altına girmesine engel olabilmek için acil bir gereklilik olarak Talat Paşa'ya da dile getirmiş ancak kabul ettirememiştir.
Atatürk, Suriye'nin bağımsızlığından yanaydı
Suriye'nin bağımsızlığından yana oluşuna en büyük delil, 21 Aralık 1937'de Suriye Başbakanı Cemil Mardam'la Ankara'da yaptığı görüşmede söyledikleridir.
O gün Atatürk şu çarpıcı sözleri söylemiştir:
"Ben milletin mevcudiyetini kurtarmak için işe başlarken, bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar ayrılamazlar.
Yalnız imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zaman geçmesi lazımdı.
İslam âlemi, Suriye Milleti ve Devleti tamamiyle ve katiyen bağımsız olmalıdır. Bunu burada söylediğim gibi, Fransızların ve bütün dünyanın önünde tekrar etmek benim için şeref ve zevktir. Fransızlar bu hususta bir takım hayali ve kaprisli yollara saparlarsa, netice aleyhlerinde olur.
Fransızlar akıllarını başlarına alsınlar. Batıdan bir millet gelecek, kaderimizi tayin edecek. Bu benim hoşuma gitmiyor. Bu işte onları hakem tayin etmeyeceğim. Fransızlar hiçbir şey yapamazlar, ancak enerjinizi kullanmanız şartıyla. Ben bunu somut olarak söylüyorum ve icabında da fiilen gösterecek vaziyetteyim. Fransızlar eğer şüphe ediyorlarsa bunu tecrübe edebilirler.
Yapamam! Hepimiz Müslümanız. Yemin ederim ve namusum üzerine söylerim ki, Suriye'yi Fransızlara bırakmam! Türkiye Cumhuriyeti'nin her zaman arzu ettiği şey, Suriye'nin bağımsız bir İslam Devleti olmasıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Suriye'yi kıskıvrak ellerine almak istiyorlar. Eğer Suriyeliler isterlerse ben bunu (Suriye'nin bağımsızlığı) yapacağım.
Fransızlar, Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler de böyle düşünmelidirler. Ben Suriye'yi bilirim. Gençliğimde Şam'da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye'nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra da kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat maalesef Osmanlı İmparatorluğu'ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu'da idim. Ben Talat Paşa'ya teklif ettim. Suriye'ye, Irak'a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa, 'Bunu başkasına söyleme, seni asarlar' dedi.
'Herkesle dost olalım fakat benliğimizi kaybetmeyelim'
Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi, bugün Türkiye, Suriye ve Irak ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı; Bağımsız Suriye, Irak, Türkiye... Fransızlarla, İngilizlerle, herkesle dost olalım, fakat benliğimizi kaybetmeyelim. Onlar da artık bizim varlığımızı, kıymetimizi anlasınlar, bağımsızlığa hürmet etsinler. Onlar bizi köle olarak kabul ederlerse bundan Sayın Suriye Başvekili elbette memnun olmaz. Emir altında olamayız. Bunu Suriyeliler anlamalıdır, anlamazlarsa hiç olurlar. Suriye devleti, milleti, başvekili vardır. Bu konuda ben çok hassasım.
Bir Fransız generali gelsin bütün bir millete hükmetsin! Bunu kabul edemem. Suriyeliler henüz olgun değilmişler. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini, kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Biz Türkler, sizi seven dostlarınız. Tabi bu meseleleri diplomatik yollarla takip edeceğiz, Fakat onlar bize galebe çalamazlar.
Hatay nedir? Küçük bir şey! Ben onu bize verin demiyorum. Ancak bu mesele benim için namus meselesidir.
(Hatay misak-ı milli sınırları içinde yer aldığı için, anavatana katılması Batı dünyasına karşı milli mücadelenin tam olarak kazanıldığının da bir ispatı olacaktı. Maalesef yine misak-ı milli sınırları içinde yer alan Musul ve Kerkük sorununu çözmeye Atatürk'ün ömrü yetmemiştir.)
Bu meseleyi halledeceğiz. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Hatay'ı Fransızlara veremem.
Açık söylüyorum. Eğer Ekselans, yarın Suriye'ye ve Şam'a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar buna engel olursa onlara da söyleyecek sözlerimiz vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfidir. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım.
Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakmam. Fransızlar Suriye'yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız, bir şey yapamazlar. Fakat kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar."
Atatürk, Mısır'a da büyük önem veriyordu
Bu sözlerden anlaşıldığı üzere Atatürk'ün Ortadoğu için hayali, bağımsız ve güçlü Müslüman devletlerin orada hakim olmasıydı.
Bu konuyla ilgili benzer ifadeleri, Ankara'da 26 Mart 1933 günü, Mısır Büyükelçiliği'ni ziyaret edip, gün ağarana kadar Mısırlı yetkililerle yaptığı görüşmede de kullanmıştır:
"Doğu'dan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün nasıl ağardığını görüyorsam, uzaktan, bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak olan daha çok kardeş millet vardır.
Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, manileri yenecekler ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı kaim olacaktır."
Müslümanların birleşmesini istiyordu
Yine benzeri düşünceler Nutuk'ta şöyle ifade edilmiştir:
"Avrupa-Asya ve diğer kıtalarda yaşayan Müslümanlar, gelecekte kendi iradelerini kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlarsa, işte o zaman çağın gereklerine uygun birtakım birleşme noktaları bulabilirler. Bağımsız İslam Devletleri'nin temsilcileri, bir meclis oluşturup ortak ilişkilerini korumak ve birlikte hareket etmek için kongreler yaparlar. İşte o zaman birleşik İslam Devletleri'nden birinin başkanını meclisin başkanlığına seçip bu zata Halife ünvanını verirler."
Aytunç Altındağ Atatürk'ün hilafet projesini şöyle anlatır:
"İslam ülkeleri artınca aralarında bir şura oluştururlar, 5 ülkeyi daimi yönetici seçerler. Meclisleri sırayla hilafet makamını teslim eder".
Görüldüğü gibi Atatürk asla İslam'a, Hilafete ve İslam Ülkeleri'nin birliğine karşı olmamıştır. Ancak, işlevini, anlamını ve kutsallığını kaybetmiş, içi boşaltılmış kurumlar uğruna vatan evlatlarının ve milletin kaynaklarının ziyan edilmesini istememiştir.
Atatürk iddia edilenin tam tersine, tüm İslam Ülkeleri'ne gücü yettiğince yardımcı olmak için çabalamıştır.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri 1937'de İngilizlerin himayesi altında Siyonist Yahudilerin Filistin topraklarındaki yayılmacı hareketlerine karşı, TBMM'de yaptığı konuşmadır:
"Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez.
Biz gerçeği ifade edecek olursak bir kaç sene Araplardan uzak kaldık.
Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.
Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.
Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itham edildik.
Fakat bu ithamlara rağmen Peygamberin son arzusunu yani, "Mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin" için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.
Bugün artık Allah'ın inayetiyle, dedelerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğruna Hıristiyanlarla mücadele ettikleri bu toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edebilecek kadar kuvvetliyiz.
Avrupa'nın bu mukaddes yerlere sahip olmak için atacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğinden şüphemiz yoktur."
Atatürk'ün bu ifadeleri, İslam Coğrafyası'nda büyük bir memnuniyetle karşılanmış, hatta bu durum, Bombay Günlükleri adlı bir Hindistan gazetesinde şu şekilde manşete taşınmıştır:
"FİLİSTİN'E EL SÜRÜLEMEZ, MUSTAFA KEMAL PAŞA AVRUPA'YI İHTAR EDİYOR!"
Bu duruşundan dolayı Siyonistlerin Atatürk için ölüm emri çıkarttığını iddia eden belgeler dahi mevcuttur.
İşte bu yüzden Filistin topraklarına 1900'lü yılların başında yerleşen Yahudiler, bu topraklarda Atatürk'ün ölümüne değin, bir devlet kuramamış, hatta kurmaya teşebbüs dahi edememişlerdir.
İşte maalesef Atatürk'ün ölümünden sonra İslam âlemi tekrar Batı Dünyası'nın oyun sahnesi haline gelmiştir.
Bugün tüm İslam âleminin yeniden, bağımsızlığa inanan, ileri görüşlü, cesur, kararlı, donanımlı ve Atatürk gibi asla satın alınamayacak bir lidere ihtiyacı var!
Bu lider yine Türk Milleti'nin içinden çıktı.
O kendisini;
Mustafa Kemal asker Atatürk'tü,
Ben ise Hoca Atatürk'üm diye tarif ediyor.
Bu lider;
Hepinizin anladığı üzere siyasette, ekonomide, sosyal hayatta her öngörüsü doğru çıkan,
Milli Ekonomi Modeli ile 4 milyar insanın karnını doyuran ve fakirliği tarihe gömen, Ehl-i Beyt açılımıyla, Siyonist bir proje olan Alevi-Sünni düşmanlığını yok eden, bizleri kardeş yapan, İslam dünyası üzerindeki tüm kirli oyunları bozan,
PROF. DR. HAYDAR BAŞ'TIR.
Türk Milleti onunla bir ve beraber olursa, hem Atatürk'ün hayalleri, hem de
Türk-İslam âleminin kurtuluşu gerçekleşecektir.
Bizler vatanını aşk ile seven bağımsızlık sevdalısı kadrolar olarak, sonuna kadar onun yanında olacağımıza söz veriyor, İnsan Hakları'nın, barışın ve huzurun hakim olacağı o kutlu günleri heyecanla bekliyoruz. Saygılarımla..."
SELİM AYANOĞLU / AYFYONKARAHİSAR
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.