Gerginliğe değer mi?Türkiye 2004 yılına gergin girdi. Gerginliğin başlıca nedeni, AKP Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu'nun "Atatürk'ün Mareşal üniformalı halı üzerine işlenmiş portresi"ni sivil Meclis'e yakıştıramadığı yönündeki sözleriydi. Bu sözler kışkırtıcı idi, densiz ve yersizdi! İkinci bir gelişme ise, Mahmut Efendi'nin kanser nedeniyle dar-ı bekaya rıhlet eden kızının 29 Aralık'ta Fatih Camii'ndeki cenaze namazıydı. Cenazeye çok sayıda "cübbeli ve sarıklı" iştirak etmişti.
Bu iki gelişme üzerine, önce Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman, ardından Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök açıklama yaptı.
Basınımızda çok az sayıda yazar "Hüsrev Kutlu"ya arka çıktı. Ama cenaze merasimine gelince, ortak kanaat şuydu: Bu bir Türkiye gerçeği...
Ve bu konuda çifte standart uygulanıyor....
Örnekler verelim...
1) Moon Tarikatı'nın iki yıl önce Ankara'da yaptığı toplantı, hiçbir şekilde devletin ilgili kurumları tarafından sorgulanmadı.
2) Yine iki yıl önce Hintli Maharaşi Yogi'nin İstanbul'da bini aşkın kişinin katıldığı meditasyon seansında ayaklarının öpülmesi ilkelliğine Genelkurmay cevap verme gereği duymadı.
3) Misyonerlerin Türkiye'deki faaliyetleri neticesinde "kazandıkları Türk ruhlarla" birlikte 24 Aralık akşamı Noel ayini düzenlemesi de, tehdit olarak algılanmadı.
Daha pekçok örnek var...
Şimdi son gelişmelerle ilgili medyada çıkan yorumları dikkatinize sunuyorum.
Yıldırım öfkeyi anlamak zor
Kendisini 'iflah olmaz bir Ordu yücelticis' olarak takdim eden, "sarık ve cübbe" ile takıntısı bulunduğunu itiraf eden Sabah'ın milliyetçi yazarı Ömer Lütfi Mete de, gelişmelerle ilgili olarak şunları yazıyor:
"Fatih Camii avlusundaki malum manzara gibi görüntülerle karşılaştıkça mırıldanmaktan kendimi alamam. Lakin, marjinal niteliği apaçık olan bu tür manzaralar karşısında askerin yıldırım öfkeyle sergilediği büyük tehdit vurgusunu anlayabilmem zordur. Acaba, şarkıcı Tarkan'ın arabasının camı, vücudunun herhangi bir aksamı yahut tamamı hayranları tarafından öpülürse memleket neden tehlikeye düşmez de, Mahmut Efendi veya başka birkaç marjinal söz konusu olunca düşer?
İkisinde de hayranların -samimi veya taktik- sevgi gösterisi yok mu?
Herhalde derin cevap şöyledir
Bu bir tarikat olduğu için böyle giyimler ve öpmeler din devleti kurma hazırlığıdır! Milyonlarca öpeni olsa bile Tarkan, Mahmut Efendi kadar tehlike teşkil etmez!
Eğri oturup doğru konuşalım
Konuyu bu düzeylerde tartışmak varken ve böylesi çok daha yararlı olabilecekken işi vatanın bekası boyutlarında bir mesele haline getirmek devleti yüceltiyor mu, basitleştiriyor mu?
Bu sertlik, gönülden caydırıcı bir etki mi va'dediyor, topluluğu daha da mutaassıplaştırıcı bir etki mi?"
Taşkınlık olmadı
Vakit'ten Abdurrahman Dilipak, bundan iki yıl önce günede gelen Hintli Meditasyoncu Maharaşi'nin ayağının öpülmesinin neden rejim tehlikesi olmadığını yazıyor: "Bakalım hocaefendiyi kıskanan, tahrik amaçlı fotoğraf yayınlayanlar öldüklerinde o kalabalığın onda biri kadar seveni arkasından bir Fatiha okuyacak mı? Kızı vefat eden bir babaya gösterilen hürmet bu. Yılmaz zamanında da Ecevit zamanında da Mahmut Efendinin katıldığı, kıldırdığı cenaze namazları oldu, yine aynı kişiler aynı şekilde namaza katıldılar.. Bir taşkınlık, yakıp yıkma olmadı.. O zaman kimse "rejim elden gitti" diye de sokağa çıkmadı."
Sulukule'yi temizleyen Hoca
Tercüman'dan Serdar Arseven, Mahmut Efendi'nin irşat faaliyetiyle Fatih'teki Sulukule semtinin nasıl bir suçlu yatağı olmaktan çıktığını anlatıyor: "Hani bugünlerde, Mahmut Hoca olarak anılan Mahmut Ustaosmanoğlu'nun kızının cenaze merasimindeki görüntülerden dolayı sıkça gündeme gelen cemaat var ya...
O cemaatin önde gelenleri bir tebliğ çalışması yürütmüşler; Sulukule sâkinleri için...
Dansöz oynatarak yolunu bulmaya çalışan sabıkalı bıçkınlara vaaz programı uygulamışlar... Bilhassa, Cübbeli Ahmet Efendi'nin nasihatleri sonuç vermiş, pekçok sabıkalı, içkiyi, kumarı terk etmiş.
Onlar, devletin el uzatamadığı insanlar... Atomize olmuş kentin yığınları arasındaki fark edilmezliklerinden kurtulabilmek için, suç toplumunun birer üyesi olarak yaşamışlar yıllar boyunca. Bataktan kurtarmayı vaat eden bir cemaatle tanıştıklarında ise bu yeni grubun üyesi olmuşlar. Bu tür yapıların böyle, ilk bakışta görülmeyen birçok etkisi var. Bazıları, verdiğimiz örnekte olduğu gibi suç oranlarının düşmesine katkıda bulunarak bir nevi kamu hizmeti görüyor. Sözkonusu oluşumların bu fonksiyonlarını da gözden uzak tutmamak lâzım. Özellikle birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyaç duyduğumuz bu hassas günlerde."
Toplum mühendisliği
ve asker
Milliyet'ten Taha Akyol, gelişmeleri bilimsel bir bakış açısıyla değerlendiriyor:
"Asker, pek çok ülke gibi bizde de 'tarih yapıcı' ve 'ulus kurucu' unsurların başında gelir. Bizde ve Doğu milletlerinde asker modernleşmenin tarihsel öncüsüdür aynı zamanda.
Atatürk, hem uluslaşmanın hem modernleşmenin simgesidir. "Gazi" ve "mareşal" unvanlarını sözde Devrim Komuta Konseyi veya Merkez Komitesi kararıyla da değil, gerçek Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla almıştır. Bu, onun için de, Meclis için de, asker için de bir şereftir.
Asker elbette bu şerefe sahip çıkacaktı. Dikkat çeken husus, askerlerin bir süredir bu tür olayları vesile ederek "irticaya karşı toplum mühendisliği" eğilimine girmiyor olmasıdır.
Üniformalı toplum mühendisliğinin son heveskarı, Çevik Bir'di.
Bilimin tespitidir: Köylü toplumlarında ordu modernleşmeye öncülük eder, askerlerde 'toplum mühendisliği' güdüsü güçlüdür; siyasete, kültüre, hatta ekonomiye yön vermek isterler. Kemalizm modernleşmenin bu aşamasını temsil eder.
Fakat modernleşme gelişip aktif ve çoğulcu orta sınıf toplumu oluştukça, modernitenin birçok işlevi sivillere geçer. Ordunun işlevi "profesyonel" alana çekilir, darbe fikri ve 'toplum mühendisliği' cazibesini kaybeder.
Bakın, Türkiye'de mesela MGK'nın yetkileri daraltılıyor. Asker artık 'muhtıra'larla manşetlerde değil."
Sorunun temeli: Demokrasi
Yeni Şafak'tan Fehmi Koru, Hüsrev Kutlu'ya sahip çıkan az sayıda yazardan biri. Koru, sorunun kaynağında 'demokrasi' olduğunu yazıyor ve ekliyor: "Bir milletvekili, hatta sıradan bir insan, Meclis'te askerî garnizon bulunmasını yadırgayamaz mı? Atatürk'ün üniformalı resmi yerine sivil kıyafetlisinin Meclis koridorlarına daha yakışacağını söylemenin ne mahzuru olabilir? Bu görüşlerini paylaşmayabilirsiniz milletvekilinin, üslubuna karşı çıkabilir, zamanlamasını eleştirebilirsiniz; ancak o fikirleri 'kriz' sebebi haline dönüştürmek? Hele, tek bir milletvekilinin sözlerini, ya da bir cenaze törenindeki görüntüleri bir siyasî partiye, hükümete, topluma fatura etmek? Olacak şey değil...
Demokrasilerde 'farklı' kişilerin, grupların, cemaatlerin, etnisitelerin varlığına tahammül edilir. 'Modern devlet', farklılıkları içinde barındırmanın mekanizmalarını da oluşturmuştur. 'Aykırı' tipler, genele katılmak istemeyen gruplar ve cemaatler ile farklılıklarını vurgulamak isteyen etnisiteler de, 'çağdaş devlet' vatandaşları olarak, rahat ve huzur içinde yaşarlar...
Amerika'da, yoğunluk Pensylvania eyaletinde olmak üzere, 'Amish' adlı bir dinî cemaatin varlığı bilinir; filmlere de konu olduğu için... Cemaat 'modern' çağın getirdiklerini reddedip elektriksiz, motorsuz bir hayatı yeğlediğinden çoğu komedi filmleridir bunların. Kadın-erkek, çoluk-çocuk karalara bürülü Amishler, topraklarını bugün bile kara-sabanla sürer, at arabasıyla yolculuk eder, mum ve kandilli hayatın gereği olarak erken yatıp erken kalkarlar. Sistem, kendi çocuklarını istedikleri gibi eğitmelerine ses çıkartmaz Amishlerin; Yüksek Mahkeme, aralarındaki dayanışmanın sağlamlığı sebebiyle, Amish patronların sosyal sigorta primi ödememesini bile kurallaştırmıştır ABD'de..."
Bir bardak suda fırtına
kopartılıyor
Radikal'in esprili yazarı Hakkı Devrim, yılların biriktirdiği tecrübeyle yazıyor. Son tartışmaları "bir bardak suda fırtına koparmak" olarak niteleyen devrim, AKP'li Hüsrev Kutlu'nun söylediklerini 'densizlik' olarak vasıflandırdıktan sonra şunları yazıyor. "Meclis'te bir tabur asker bulundurulmasının sebebi, yoğurtlu kebap vezninde «askerli demokrasi»yi sürdürme durumundan şimdilik çıkamayışımızdır. Genelkurmayın tepkisi de bu halin yeni bir ifadesi.
Öfkelenen asker ve sivillerin en ağır sözü, bu şikâyetin, bizzat Atatürk'ün kurduğu Meclis'in bir mensubundan gelmiş olmasıdır. Bu noktada cevabı aranması gereken şu sual de var:
Atatürk sağ olsaydı, Meclis duvarlarına asılacak resimlerindeki kıyafetinin ne olmasını isterdi acaba; üniforma mı, frak mı? Selanik'teki 1909 İttihat ve Terakki Kongresi'nden başlayarak askerin siyasetten uzak durması gereğini savunmuş, Cumhuriyet kurulunca ilk işi asker arkadaşlarıyla birlikte sırtından üniformasını çıkarmak olmuş bir büyük devlet adamının, Meclis'te mareşal üniformalı resimlerim bulunsun diyeceğini düşünebilir misiniz?"
Gerginliğin siyasi etkileriRadikal'den Murat Yetkin, asker-sivil gerginliğinin etkilerini değerlendiriyor: "Türkiye 2004'ün ilk gününe asker-hükümet tartışması gölgesinde girdi. Askerlerin yılın son iki günü üst üste Atatürk, ordu ve laik sisteme yönelik girişimlerden dolayı sert beyanlarda bulunması, Başbakan'ın da yılın son saatlerinde medyayı, hükümetle ordu arasını açmakla suçlaması gerilimde artma eğilimini gösteriyor. Başbakan Erdoğan, askerden ağır eleştiri altında ve yılbaşı gecesinde 'fakir fukara, garip gureba' söylemi çerçevesinde ziyaret ettiği Safranbolu'daki güçsüzler evinde 'Ben gücümü güçsüzlerden, halktan alıyorum' mesajını yaymak istediği de ortada. Ankara'da bir süredir, "Türkiye 2004 sonuna dek Avrupa Birliği ile müzakere tarihi alamazsa, iç siyaset dengeleri reformlar aleyhine bozulacak" endişesi kulislerde yayılıyor. AB'den müzakere tarihi alınmasının ise Kıbrıs sorunuyla bağı artık ortada. Şimdi bu sorunlara bir de laiklik tartışmaları eklendi. Laiklik tartışmalarında eski siyaset tarzını sürdüren bir çizgi izlemesi, Erdoğan'ın Kıbrıs ve AB konularında da savunmaya geçmesi ve bu alanlarda geri adım atmasına yol açabilir. Bu Erdoğan ve AKP'ye, aralarındaki siyasi İslamcıları ayıklayıp açıkça laik Cumhuriyet'ten yana durmaktan daha pahalıya mal olabilir. Doğrusu, artık başında olduğu laik, demokratik Cumhuriyet'e sahip çıkmak ve bundan alacağı güçle Türkiye'yi AB'ye taşımak olabilir. Erdoğan yakında kendisini böyle bir karar aşamasında bulabilir."
Meclis'teki asker lokantasına girememenin getirdikleriKanal 7 Haber Dairesi Başkanı Ahmet Hakan Coşkun, Sabah gazetesindeki dünkü yazısında, daha önce basınımızda tartışma konusu olmuş bir gelişmeyi kendi zaviyesinden değerlendirmiş. Gelişme şuydu: Meclis kompleksinin içinde yer alan "asker lokantası"na sakallılar alınmıyor. Ahmet Hakan da, bundan epey önce Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik le, "asker yemeği" (karavana değil elbette) tatmak istemiş ama ilgililerce gerisin geri gönderilmiş...
Gerisini Ahmet Hakan'dan dinleyelim: "Ağır havası ve şifrelerini tam olarak çözemediğim aşırı hiyerarşik ilişkileriyle Meclis, beni her zaman sıkmıştır. Bu yüzden zorunlu olmadıkça Meclis'e gitmemeye özen gösteririm.. Gösterdiğim bu özen nedeniyle Meclis içinde "askerlerin kontrol ettiği" bir restoranın varlığından haberim yoktu.. Ta ki, aylar önce bir bakanla birlikte o restorana gitmek durumunda kalıncaya kadar..
Bakan beyle gittik restorana ve kapıda askeri bir görevli karşıladı bizi.. Görevli beni görünce, kibar bir şekilde "sakallıların restorana alınmadığını" söyledi.. Hayatta en nefret ettiğim şey "topluluk içinde gösterilmek"tir. Düşünün O anda restoranın önünden gelip geçenlerin bakışları bana mıhlanmış durumda. Biraz şaşkın, biraz da alaycı bakışlar fırlatılıyor! Daha fazla dayanamadım, kibarlığı elden bırakıp, ani bir şekilde "Hemen gidelim buradan" deyiverdim.. Ses tonumdaki kararlılık bakanı da etkiledi ve oradan hemen uzaklaştık.. Gerçeği, sadece gerçeği ama bütün gerçeği söylüyorum Bu olay beni hiç mi hiç etkilemedi. Güldüm geçtim.. Ben ki gariban vatandaşa "sefahat merkezi" olarak takdim edilen ve askerlerin kontrolünde olmayan Meclis lokantasında bile bir yemek süresi zor sabretmişim; askerlerin kontrolündeki o restorana girsem ne olur, girmesem ne olur.."
Bu iki gelişme üzerine, önce Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman, ardından Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök açıklama yaptı.
Basınımızda çok az sayıda yazar "Hüsrev Kutlu"ya arka çıktı. Ama cenaze merasimine gelince, ortak kanaat şuydu: Bu bir Türkiye gerçeği...
Ve bu konuda çifte standart uygulanıyor....
Örnekler verelim...
1) Moon Tarikatı'nın iki yıl önce Ankara'da yaptığı toplantı, hiçbir şekilde devletin ilgili kurumları tarafından sorgulanmadı.
2) Yine iki yıl önce Hintli Maharaşi Yogi'nin İstanbul'da bini aşkın kişinin katıldığı meditasyon seansında ayaklarının öpülmesi ilkelliğine Genelkurmay cevap verme gereği duymadı.
3) Misyonerlerin Türkiye'deki faaliyetleri neticesinde "kazandıkları Türk ruhlarla" birlikte 24 Aralık akşamı Noel ayini düzenlemesi de, tehdit olarak algılanmadı.
Daha pekçok örnek var...
Şimdi son gelişmelerle ilgili medyada çıkan yorumları dikkatinize sunuyorum.
Yıldırım öfkeyi anlamak zor
Kendisini 'iflah olmaz bir Ordu yücelticis' olarak takdim eden, "sarık ve cübbe" ile takıntısı bulunduğunu itiraf eden Sabah'ın milliyetçi yazarı Ömer Lütfi Mete de, gelişmelerle ilgili olarak şunları yazıyor:
"Fatih Camii avlusundaki malum manzara gibi görüntülerle karşılaştıkça mırıldanmaktan kendimi alamam. Lakin, marjinal niteliği apaçık olan bu tür manzaralar karşısında askerin yıldırım öfkeyle sergilediği büyük tehdit vurgusunu anlayabilmem zordur. Acaba, şarkıcı Tarkan'ın arabasının camı, vücudunun herhangi bir aksamı yahut tamamı hayranları tarafından öpülürse memleket neden tehlikeye düşmez de, Mahmut Efendi veya başka birkaç marjinal söz konusu olunca düşer?
İkisinde de hayranların -samimi veya taktik- sevgi gösterisi yok mu?
Herhalde derin cevap şöyledir
Bu bir tarikat olduğu için böyle giyimler ve öpmeler din devleti kurma hazırlığıdır! Milyonlarca öpeni olsa bile Tarkan, Mahmut Efendi kadar tehlike teşkil etmez!
Eğri oturup doğru konuşalım
Konuyu bu düzeylerde tartışmak varken ve böylesi çok daha yararlı olabilecekken işi vatanın bekası boyutlarında bir mesele haline getirmek devleti yüceltiyor mu, basitleştiriyor mu?
Bu sertlik, gönülden caydırıcı bir etki mi va'dediyor, topluluğu daha da mutaassıplaştırıcı bir etki mi?"
Taşkınlık olmadı
Vakit'ten Abdurrahman Dilipak, bundan iki yıl önce günede gelen Hintli Meditasyoncu Maharaşi'nin ayağının öpülmesinin neden rejim tehlikesi olmadığını yazıyor: "Bakalım hocaefendiyi kıskanan, tahrik amaçlı fotoğraf yayınlayanlar öldüklerinde o kalabalığın onda biri kadar seveni arkasından bir Fatiha okuyacak mı? Kızı vefat eden bir babaya gösterilen hürmet bu. Yılmaz zamanında da Ecevit zamanında da Mahmut Efendinin katıldığı, kıldırdığı cenaze namazları oldu, yine aynı kişiler aynı şekilde namaza katıldılar.. Bir taşkınlık, yakıp yıkma olmadı.. O zaman kimse "rejim elden gitti" diye de sokağa çıkmadı."
Sulukule'yi temizleyen Hoca
Tercüman'dan Serdar Arseven, Mahmut Efendi'nin irşat faaliyetiyle Fatih'teki Sulukule semtinin nasıl bir suçlu yatağı olmaktan çıktığını anlatıyor: "Hani bugünlerde, Mahmut Hoca olarak anılan Mahmut Ustaosmanoğlu'nun kızının cenaze merasimindeki görüntülerden dolayı sıkça gündeme gelen cemaat var ya...
O cemaatin önde gelenleri bir tebliğ çalışması yürütmüşler; Sulukule sâkinleri için...
Dansöz oynatarak yolunu bulmaya çalışan sabıkalı bıçkınlara vaaz programı uygulamışlar... Bilhassa, Cübbeli Ahmet Efendi'nin nasihatleri sonuç vermiş, pekçok sabıkalı, içkiyi, kumarı terk etmiş.
Onlar, devletin el uzatamadığı insanlar... Atomize olmuş kentin yığınları arasındaki fark edilmezliklerinden kurtulabilmek için, suç toplumunun birer üyesi olarak yaşamışlar yıllar boyunca. Bataktan kurtarmayı vaat eden bir cemaatle tanıştıklarında ise bu yeni grubun üyesi olmuşlar. Bu tür yapıların böyle, ilk bakışta görülmeyen birçok etkisi var. Bazıları, verdiğimiz örnekte olduğu gibi suç oranlarının düşmesine katkıda bulunarak bir nevi kamu hizmeti görüyor. Sözkonusu oluşumların bu fonksiyonlarını da gözden uzak tutmamak lâzım. Özellikle birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyaç duyduğumuz bu hassas günlerde."
Toplum mühendisliği
ve asker
Milliyet'ten Taha Akyol, gelişmeleri bilimsel bir bakış açısıyla değerlendiriyor:
"Asker, pek çok ülke gibi bizde de 'tarih yapıcı' ve 'ulus kurucu' unsurların başında gelir. Bizde ve Doğu milletlerinde asker modernleşmenin tarihsel öncüsüdür aynı zamanda.
Atatürk, hem uluslaşmanın hem modernleşmenin simgesidir. "Gazi" ve "mareşal" unvanlarını sözde Devrim Komuta Konseyi veya Merkez Komitesi kararıyla da değil, gerçek Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla almıştır. Bu, onun için de, Meclis için de, asker için de bir şereftir.
Asker elbette bu şerefe sahip çıkacaktı. Dikkat çeken husus, askerlerin bir süredir bu tür olayları vesile ederek "irticaya karşı toplum mühendisliği" eğilimine girmiyor olmasıdır.
Üniformalı toplum mühendisliğinin son heveskarı, Çevik Bir'di.
Bilimin tespitidir: Köylü toplumlarında ordu modernleşmeye öncülük eder, askerlerde 'toplum mühendisliği' güdüsü güçlüdür; siyasete, kültüre, hatta ekonomiye yön vermek isterler. Kemalizm modernleşmenin bu aşamasını temsil eder.
Fakat modernleşme gelişip aktif ve çoğulcu orta sınıf toplumu oluştukça, modernitenin birçok işlevi sivillere geçer. Ordunun işlevi "profesyonel" alana çekilir, darbe fikri ve 'toplum mühendisliği' cazibesini kaybeder.
Bakın, Türkiye'de mesela MGK'nın yetkileri daraltılıyor. Asker artık 'muhtıra'larla manşetlerde değil."
Sorunun temeli: Demokrasi
Yeni Şafak'tan Fehmi Koru, Hüsrev Kutlu'ya sahip çıkan az sayıda yazardan biri. Koru, sorunun kaynağında 'demokrasi' olduğunu yazıyor ve ekliyor: "Bir milletvekili, hatta sıradan bir insan, Meclis'te askerî garnizon bulunmasını yadırgayamaz mı? Atatürk'ün üniformalı resmi yerine sivil kıyafetlisinin Meclis koridorlarına daha yakışacağını söylemenin ne mahzuru olabilir? Bu görüşlerini paylaşmayabilirsiniz milletvekilinin, üslubuna karşı çıkabilir, zamanlamasını eleştirebilirsiniz; ancak o fikirleri 'kriz' sebebi haline dönüştürmek? Hele, tek bir milletvekilinin sözlerini, ya da bir cenaze törenindeki görüntüleri bir siyasî partiye, hükümete, topluma fatura etmek? Olacak şey değil...
Demokrasilerde 'farklı' kişilerin, grupların, cemaatlerin, etnisitelerin varlığına tahammül edilir. 'Modern devlet', farklılıkları içinde barındırmanın mekanizmalarını da oluşturmuştur. 'Aykırı' tipler, genele katılmak istemeyen gruplar ve cemaatler ile farklılıklarını vurgulamak isteyen etnisiteler de, 'çağdaş devlet' vatandaşları olarak, rahat ve huzur içinde yaşarlar...
Amerika'da, yoğunluk Pensylvania eyaletinde olmak üzere, 'Amish' adlı bir dinî cemaatin varlığı bilinir; filmlere de konu olduğu için... Cemaat 'modern' çağın getirdiklerini reddedip elektriksiz, motorsuz bir hayatı yeğlediğinden çoğu komedi filmleridir bunların. Kadın-erkek, çoluk-çocuk karalara bürülü Amishler, topraklarını bugün bile kara-sabanla sürer, at arabasıyla yolculuk eder, mum ve kandilli hayatın gereği olarak erken yatıp erken kalkarlar. Sistem, kendi çocuklarını istedikleri gibi eğitmelerine ses çıkartmaz Amishlerin; Yüksek Mahkeme, aralarındaki dayanışmanın sağlamlığı sebebiyle, Amish patronların sosyal sigorta primi ödememesini bile kurallaştırmıştır ABD'de..."
Bir bardak suda fırtına
kopartılıyor
Radikal'in esprili yazarı Hakkı Devrim, yılların biriktirdiği tecrübeyle yazıyor. Son tartışmaları "bir bardak suda fırtına koparmak" olarak niteleyen devrim, AKP'li Hüsrev Kutlu'nun söylediklerini 'densizlik' olarak vasıflandırdıktan sonra şunları yazıyor. "Meclis'te bir tabur asker bulundurulmasının sebebi, yoğurtlu kebap vezninde «askerli demokrasi»yi sürdürme durumundan şimdilik çıkamayışımızdır. Genelkurmayın tepkisi de bu halin yeni bir ifadesi.
Öfkelenen asker ve sivillerin en ağır sözü, bu şikâyetin, bizzat Atatürk'ün kurduğu Meclis'in bir mensubundan gelmiş olmasıdır. Bu noktada cevabı aranması gereken şu sual de var:
Atatürk sağ olsaydı, Meclis duvarlarına asılacak resimlerindeki kıyafetinin ne olmasını isterdi acaba; üniforma mı, frak mı? Selanik'teki 1909 İttihat ve Terakki Kongresi'nden başlayarak askerin siyasetten uzak durması gereğini savunmuş, Cumhuriyet kurulunca ilk işi asker arkadaşlarıyla birlikte sırtından üniformasını çıkarmak olmuş bir büyük devlet adamının, Meclis'te mareşal üniformalı resimlerim bulunsun diyeceğini düşünebilir misiniz?"
Gerginliğin siyasi etkileriRadikal'den Murat Yetkin, asker-sivil gerginliğinin etkilerini değerlendiriyor: "Türkiye 2004'ün ilk gününe asker-hükümet tartışması gölgesinde girdi. Askerlerin yılın son iki günü üst üste Atatürk, ordu ve laik sisteme yönelik girişimlerden dolayı sert beyanlarda bulunması, Başbakan'ın da yılın son saatlerinde medyayı, hükümetle ordu arasını açmakla suçlaması gerilimde artma eğilimini gösteriyor. Başbakan Erdoğan, askerden ağır eleştiri altında ve yılbaşı gecesinde 'fakir fukara, garip gureba' söylemi çerçevesinde ziyaret ettiği Safranbolu'daki güçsüzler evinde 'Ben gücümü güçsüzlerden, halktan alıyorum' mesajını yaymak istediği de ortada. Ankara'da bir süredir, "Türkiye 2004 sonuna dek Avrupa Birliği ile müzakere tarihi alamazsa, iç siyaset dengeleri reformlar aleyhine bozulacak" endişesi kulislerde yayılıyor. AB'den müzakere tarihi alınmasının ise Kıbrıs sorunuyla bağı artık ortada. Şimdi bu sorunlara bir de laiklik tartışmaları eklendi. Laiklik tartışmalarında eski siyaset tarzını sürdüren bir çizgi izlemesi, Erdoğan'ın Kıbrıs ve AB konularında da savunmaya geçmesi ve bu alanlarda geri adım atmasına yol açabilir. Bu Erdoğan ve AKP'ye, aralarındaki siyasi İslamcıları ayıklayıp açıkça laik Cumhuriyet'ten yana durmaktan daha pahalıya mal olabilir. Doğrusu, artık başında olduğu laik, demokratik Cumhuriyet'e sahip çıkmak ve bundan alacağı güçle Türkiye'yi AB'ye taşımak olabilir. Erdoğan yakında kendisini böyle bir karar aşamasında bulabilir."
Meclis'teki asker lokantasına girememenin getirdikleriKanal 7 Haber Dairesi Başkanı Ahmet Hakan Coşkun, Sabah gazetesindeki dünkü yazısında, daha önce basınımızda tartışma konusu olmuş bir gelişmeyi kendi zaviyesinden değerlendirmiş. Gelişme şuydu: Meclis kompleksinin içinde yer alan "asker lokantası"na sakallılar alınmıyor. Ahmet Hakan da, bundan epey önce Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik le, "asker yemeği" (karavana değil elbette) tatmak istemiş ama ilgililerce gerisin geri gönderilmiş...
Gerisini Ahmet Hakan'dan dinleyelim: "Ağır havası ve şifrelerini tam olarak çözemediğim aşırı hiyerarşik ilişkileriyle Meclis, beni her zaman sıkmıştır. Bu yüzden zorunlu olmadıkça Meclis'e gitmemeye özen gösteririm.. Gösterdiğim bu özen nedeniyle Meclis içinde "askerlerin kontrol ettiği" bir restoranın varlığından haberim yoktu.. Ta ki, aylar önce bir bakanla birlikte o restorana gitmek durumunda kalıncaya kadar..
Bakan beyle gittik restorana ve kapıda askeri bir görevli karşıladı bizi.. Görevli beni görünce, kibar bir şekilde "sakallıların restorana alınmadığını" söyledi.. Hayatta en nefret ettiğim şey "topluluk içinde gösterilmek"tir. Düşünün O anda restoranın önünden gelip geçenlerin bakışları bana mıhlanmış durumda. Biraz şaşkın, biraz da alaycı bakışlar fırlatılıyor! Daha fazla dayanamadım, kibarlığı elden bırakıp, ani bir şekilde "Hemen gidelim buradan" deyiverdim.. Ses tonumdaki kararlılık bakanı da etkiledi ve oradan hemen uzaklaştık.. Gerçeği, sadece gerçeği ama bütün gerçeği söylüyorum Bu olay beni hiç mi hiç etkilemedi. Güldüm geçtim.. Ben ki gariban vatandaşa "sefahat merkezi" olarak takdim edilen ve askerlerin kontrolünde olmayan Meclis lokantasında bile bir yemek süresi zor sabretmişim; askerlerin kontrolündeki o restorana girsem ne olur, girmesem ne olur.."