Ne güzel insandır ki onlar; hayatlarında bir kez olsun başlarını makamın, mevkiin önünde eğmemişler, Allah'ın huzurunda ise, başlarını bir kez olsun yukarıya kaldırmaya yeltenmemişlerdir. Ne erişilmezdir ki onlar; insanlara karşı bir kez gözleri dolmazken, Allah'ın divanında göz kuruluğunu zillet saymışlardır. Ne farklıdır ki onlar; yaşarken ölmüşler, öldüklerinde ise yeniden dirilmişlerdir.
***
İşte biz burada haddimizi zorlayan bir işe kalkışıyoruz. Bu yiğitlerin, bu delikanlıların, bu esaslı adamların hatıralarını yeniden canlandırmak için kalem oynatma cüretini gösteriyoruz. Eksiklerimiz için af diliyor, hakkını vermek için ise himmet bekliyoruz.
***
Yiğitleri çoktur İstanbul'un. Toprağın altındaki adam sayısı toprağın üstündekilerden fazladır. Bunu fark edebilmek için az bir dikkat yeterlidir. O adamlara bazan eski bir evin bahçesinde, bazan İstanbul'un en kalabalık caddesinin tam ortasında, bazan da bir cami avlusunda rastlamak mümkündür.
Çoğu zaman farketmeyiz onları. Bir çoğumuz, taş yığını gibi gördüğümüz bu eski mezarlara boş gözlerle bakarken, en nasiplimiz bir fatiha okur ve geçer, o kadar. Peki böyle mi olmalıdır? Ölmeyecekleri ayetle bildirilen Allah adamlarına bu reva mıdır? Daha doğrusu kendimize ne kadar da güveniyoruz...
***
Hiç Fındıkzade'ye yolunuz düştü mü? Düşmediyse düşürün. Otobüs durağına komşu olan Karamani Mehmet Paşa Camii'nin karşısında, devasa apartmanların dibinde eski mezar taşları görürsünüz. Eğer boş gözlerle bakarsanız burası sizin için bir taş yığınıdır. Ama biraz dikkat sizi bir yiğitle karşı karşıya getirecektir. İstanbul Fatihi Sultan II. Mehmet'in hocası Molla Gürani Hazretleri orada yatmaktadır. Günlük koşuşturma içerisinde dikkatlerden kaçan bu hazine, fetih müjdesinin sembollerinden biridir; tarihin seyrini değiştirmiş bir ulu hakanın hocası, hamurkârı ve velinimetidir.
***
İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, Sûriye'nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. İbn-i Hacer Askalani gibi bir zâtın talebesiydi. Kısa zamanda kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi ilimlerde zirveye ulaştı. Onu İstanbul'a II. Murad'ın hocalarından Molla Yegân getirdi. Molla Yegân Kahire'de rastladığı Molla Gürani'ye hayran olur. İlmine, hitabetine, edebine ve en çok da heybetine. Padişahları dize getirecek bu vakar onu çok etkiler ve onun yerinin İstanbul olduğuna karar verir. Yani kader ağlarını örmektedir.
II. Murad da hayranlığını gizleyemez onu görünce ve tahtının varisi zeki ama haşarı Mehmet'i adam edecek alimi bulduğuna da kanaat getirir. Hakikaten de öyle olur. Molla Yegân, Molla Fenari gibi büyük alimler Şehzade Mehmet'e bir türlü laf geçiremezler, ne de olsa padişah oğludur; canı isterse ders dinler, istemezse dinlemez. Ona diz çöktürmek mümkün değildir. Ama Molla Gürani öyle mi? Daha ilk karşılaşmada geleceğin Fatih'ini can evinden vurur. Manisa'ya vardığında Şehzade'yi görmezlikten gelir, hiç iltifat etmez. İlk derste ise emsilede 'dövmek' fiilini çekmesini ister talebesinden. Şehzade diğer hocalarına yaptığı gibi emsileyi kafasına göre çeker, biraz da alay ederek. Birden Molla'nın bağırmasıyla irkilir: "Öyle değil böyle çekeceksin, döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki!.." Bu heybet karşısında eriyen Şehzade'nin gözünde birkaç damla yaş donar kalır.
HAŞARILIKTAN FATİH'Lİ?E
Çok kısa bir zaman zarfında din ilimlerinin yanında aritmetik, geometri, astronomi ilimlerine vâkıf, Arapça ve Farsça'nın dışında Latince, Sırpça ve Rumca gibi pek çok dili şiir yazacak kadar bilen ve bir padişahta olması gereken askerî ve siyasî donanımını tamamlamış bir Fatih namzeti ortaya çıkar. Bu Molla Gürani'nin eseridir. Bu nedenle Sultan Murat daha çocuk yaşta tahtını oğluna emanet edecektir.
ARTIK O FATİH
II. Mehmed İstanbul'u fethetmiş ve artık Fatih olmuştur. Şehirlerin gözbebeğinin hakimidir artık. Çağ kapatmış, çağ açmıştır, başkalarının hayalinin uzanamadığı yere onun eli uzanmaktadır. Fakat buna rağmen Molla Gürani'nin karşısında hep o Şehzade Mehmet olarak kalmış, O'nu her gördüğünde edepten titremiş, başını öne eğmiş ve senini yanında asla yükseltmemiştir.
Nasıl yükseltsin ki; O öyle bir alim ki dünya malının, katında bir çöp kadar değeri yok. Makam ve mevki sevgisi yanına uğramamış. Bu nedenle saraya mümkün olduğu kadar gitmiyor. Hatta bir bayram günü Fatih'in davetine "Biz bayramı talebelerimizle yapacağız. Hem bu yağmurda çamurda sarayda işim ne" karşılığını verir. Fatih üzülür ve bir haber daha salar: "Bizim için bayram Hocamızın teşrif etmesidir, bilmezler mi?" Artık davete icabet farz olmuştur.
ÖLÜMSÜZLÜ?E DO?RU
Son zamanlarında en büyük meşgalesi gece ibadetleri ve talebeleriyle yaptığı derslerdir. Vaktin yaklaştığını hissedince derslerinin en önemli konusu ölüm olur. Talebeleri de ölümsüzlüğe uzanan yolculuk vaktinin yaklaştığının artık farkındadırlar. Bir gün talebelerini etrafına toplar ve, "Üzerinizdeki hakkımı ödemek istiyorsanız ikindi vaktine kadar benim üzerime Kur'ân-ı Kerîm okumaya devam ediniz, ikindiden fazla uzamaz. Ve Beyazıd'a (padişah) söyleyin namazımı o kıldırsın, borçlarımı ödesin, himayesindeki insanlara karşı adaletle davransın. Size vasiyetim de şudur ki; beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!" Bu onun dünyalık son sözleridir sonrası zikir, dua ve vuslattır.
Vasiyetleri aynen yerine getirilir. Namazını padişah kıldırır. Fakat ayaklarından sürüklenerek mezara götürülme işi en zor olanıdır. Cenazesi kabrin başına getirilince, vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesaret edemez. Sonra, mübarek bedeni bir hasır üstünde kabrine kadar çekilir ve defnedilir.
***
İşte haylaz Şehzade'yi koskoca bir Fatih yapan Molla Gürani... Bakmayın O'nun "Beni garipler gibi defnedin" dediğine, İstanbul'un en kalabalık caddelerinin birinin kenarında dimdik ayakta duruyor. Görmek için göz, idrak için kalp gerek.