Gündem çok hızlı değiştiği için, birçok mesele takip edilemiyor ve unutulup gidiyor.
Küllenen konulardan biri de Manavgat Irmağı'nın satılması meselesi...
Şu günlerde siyasi meseleler hız kazandığı için, kimse suya-muya zaman harcayacak durumda değil.
Onun için, Manavgat Irmağı meselesi de unutulanlar veya bekletilenler listesinde yer aldı.
Bu konu basında konu edilince, "Satılmalı-satılmamalı..." meselesi haliyle vatandaşlar arasında da konuşuluyordu.
"Satılamaz" diyenler, meseleye "Vatanın bir parçasının satılması" manasına geleceğini söylüyorlar yani milliyetçilik cihetinden bakıyorlar. Satılmalı/satılabilir diyenlerse, memleketin paraya ihtiyacı olduğundan dem vurarak, meseleye ekonomik cihetten yaklaşıyorlar.
Bir nokta daha konuşuluyor.
O da Türkiye'nin suya kendisinin ihtiyacı olup olmadığı...
Diyorlar ki,
"Zaten Türkiye'nin 3 tarafı deniz. O cihetten suya ihtiyacımız yok. Bir çok da ırmağımız var. Hepsi de harıl harıl akıyor. Birini satsak da gelir elde etsek ne zararımız olur."
Bu sözler, oturup konuşurken doğru ve güzel geliyor da gerçek maalesef böyle değil.
Hükümetse zaten kendi derdine düşmüş.
Vatandaşın suyla arasının nasıl olup olmadığının farkında bile değil.
O, kendi süresini, iktidarını nasıl biraz daha uzatabileceğini düşünüyor.
Denize düşenin yılana sarılması gibi, koalisyon ortakları da gelir getirecek köklü kaynakları hareket geçirmek yerine, riskli de olsa kolay yoldan çabuk para bulma yoluna gidiyorlar.
21. asrın petrolü bor, "Ben buradayım!" diye Ege bölgesinden bar-bar bağırıyor ama, hükümet ona sessiz mi sessiz...
Su meselesine gelelim...
Su deyince, şehirli vatandaşlarımızın aklına haklı olarak ilk önce suyun musluktan akıp akmadığı geliyor.
Köylünün derdi ise daha başka.
O, şehirliden farklı olarak arazisinde de suya muhtaç....
"Türkiye su ülkesi. Nasıl olsa suyumuz bol. Niçin Manavgat'tan para kazanmayalım" diyenler, meseleye bir de bu cihetten bakmaya çalışmalılar.
Etrafı da içi de suyla dolu denilen memleketimizde, barajlardaki su seviyelerinin düştüğünü herkes biliyor.
Baraj olmayan yerlerde de durum farksız.
Birçok derelerin suları, geçmiş senelere göre azalmış vaziyette.
Köylerdeki içme suları da, çeşmeler de öyle...
Bu vaziyeti görmek isteyenler, Anadolu'yu şöyle bir geziversinler yeter...
Gezsinler ve vatandaşlarımızın el arabalarıyla ne zorluklarla su taşıdıklarını görsünler...
Bu vaziyet su bolluğunun ifadesi midir?
Üç tarafımızı çeviren denizlerin balığını habire azalması, deniz zengini olduğumuzun alameti midir?
Velhasıl, hem içme hem de kullanma suyu bakımından yer yer sıkıntı içinde olduğumuz ortada...
Bu vaziyet ortadayken, eldeki suyu da satışa çıkarmanın manası olmayacağı açıktır.
Bu satışı, el arabalarında su taşıya taşıya elleri nasırlı köylülerimize sormalı. Tısılaya tısılaya testilerle su taşıyan vatandaşlarımıza sormalı...
Sorun da bir dinleyin bakalım neler söylüyorlar.
Birkaç milyonluk küçük İsrail'in suya ne kadar ihtiyacı varsa, bizim ondan 10 misli daha fazla suya ihtiyacımız var.
Ve yukarda da ifadeye çalıştığım gibi, su zengini bir ülke de değiliz şu anda...
Bunu, Anadolu'nun halihazırdaki hali isbata kafidir.
Yeter ki gidilsin, bakılsın, görülsün...
Suyun, bir memleketten başka bir memlekete taşınması mı yoksa aynı memleketin başka bir zaruri olanı yapmak gerekmez mi?
Kendi ihtiyacımızı karşılamadan, parayla da olsa başkasına verek ne demek?
Unutmayalım!
İsrail'in, "Manavgat Irmağı meselesini unutmadığını" unutmayalım...
Irmakla beraber, her iki tarafından birer kilometre toprak da onları kontrolü altında olacak; yani satılacak.
İsrail'in suya ihtiyacı habire azalıyor. Niye bizim suyumuza talip oluyorlar ki? Durmadan Filistinlilerin akan kanları yerde kalıyor da, kuruyan kanları temizlemek için mi bizden su istiyorlar?
Galiba içlerine su istiyorlar?
Galiba içlerinden şu sloganı söylüyorlar:
Filistinlilerin kanları yerde kalmayacak.
Bunun için suya ihtiyaç oluyor zahir.
Öyleyse verelim gitsin.
Nasıl olsa bizim suya o kadar ihtiyacımız olmuyor.
Bizde şehitlerin kanları yerde kalmıyor.
Baksanıza! Apo yerde yatıyor. Yemyeşil bir yerde. İsmi ada da olsa, bir yer işte.
Demek ki gidişat iyi...
Küllenen konulardan biri de Manavgat Irmağı'nın satılması meselesi...
Şu günlerde siyasi meseleler hız kazandığı için, kimse suya-muya zaman harcayacak durumda değil.
Onun için, Manavgat Irmağı meselesi de unutulanlar veya bekletilenler listesinde yer aldı.
Bu konu basında konu edilince, "Satılmalı-satılmamalı..." meselesi haliyle vatandaşlar arasında da konuşuluyordu.
"Satılamaz" diyenler, meseleye "Vatanın bir parçasının satılması" manasına geleceğini söylüyorlar yani milliyetçilik cihetinden bakıyorlar. Satılmalı/satılabilir diyenlerse, memleketin paraya ihtiyacı olduğundan dem vurarak, meseleye ekonomik cihetten yaklaşıyorlar.
Bir nokta daha konuşuluyor.
O da Türkiye'nin suya kendisinin ihtiyacı olup olmadığı...
Diyorlar ki,
"Zaten Türkiye'nin 3 tarafı deniz. O cihetten suya ihtiyacımız yok. Bir çok da ırmağımız var. Hepsi de harıl harıl akıyor. Birini satsak da gelir elde etsek ne zararımız olur."
Bu sözler, oturup konuşurken doğru ve güzel geliyor da gerçek maalesef böyle değil.
Hükümetse zaten kendi derdine düşmüş.
Vatandaşın suyla arasının nasıl olup olmadığının farkında bile değil.
O, kendi süresini, iktidarını nasıl biraz daha uzatabileceğini düşünüyor.
Denize düşenin yılana sarılması gibi, koalisyon ortakları da gelir getirecek köklü kaynakları hareket geçirmek yerine, riskli de olsa kolay yoldan çabuk para bulma yoluna gidiyorlar.
21. asrın petrolü bor, "Ben buradayım!" diye Ege bölgesinden bar-bar bağırıyor ama, hükümet ona sessiz mi sessiz...
Su meselesine gelelim...
Su deyince, şehirli vatandaşlarımızın aklına haklı olarak ilk önce suyun musluktan akıp akmadığı geliyor.
Köylünün derdi ise daha başka.
O, şehirliden farklı olarak arazisinde de suya muhtaç....
"Türkiye su ülkesi. Nasıl olsa suyumuz bol. Niçin Manavgat'tan para kazanmayalım" diyenler, meseleye bir de bu cihetten bakmaya çalışmalılar.
Etrafı da içi de suyla dolu denilen memleketimizde, barajlardaki su seviyelerinin düştüğünü herkes biliyor.
Baraj olmayan yerlerde de durum farksız.
Birçok derelerin suları, geçmiş senelere göre azalmış vaziyette.
Köylerdeki içme suları da, çeşmeler de öyle...
Bu vaziyeti görmek isteyenler, Anadolu'yu şöyle bir geziversinler yeter...
Gezsinler ve vatandaşlarımızın el arabalarıyla ne zorluklarla su taşıdıklarını görsünler...
Bu vaziyet su bolluğunun ifadesi midir?
Üç tarafımızı çeviren denizlerin balığını habire azalması, deniz zengini olduğumuzun alameti midir?
Velhasıl, hem içme hem de kullanma suyu bakımından yer yer sıkıntı içinde olduğumuz ortada...
Bu vaziyet ortadayken, eldeki suyu da satışa çıkarmanın manası olmayacağı açıktır.
Bu satışı, el arabalarında su taşıya taşıya elleri nasırlı köylülerimize sormalı. Tısılaya tısılaya testilerle su taşıyan vatandaşlarımıza sormalı...
Sorun da bir dinleyin bakalım neler söylüyorlar.
Birkaç milyonluk küçük İsrail'in suya ne kadar ihtiyacı varsa, bizim ondan 10 misli daha fazla suya ihtiyacımız var.
Ve yukarda da ifadeye çalıştığım gibi, su zengini bir ülke de değiliz şu anda...
Bunu, Anadolu'nun halihazırdaki hali isbata kafidir.
Yeter ki gidilsin, bakılsın, görülsün...
Suyun, bir memleketten başka bir memlekete taşınması mı yoksa aynı memleketin başka bir zaruri olanı yapmak gerekmez mi?
Kendi ihtiyacımızı karşılamadan, parayla da olsa başkasına verek ne demek?
Unutmayalım!
İsrail'in, "Manavgat Irmağı meselesini unutmadığını" unutmayalım...
Irmakla beraber, her iki tarafından birer kilometre toprak da onları kontrolü altında olacak; yani satılacak.
İsrail'in suya ihtiyacı habire azalıyor. Niye bizim suyumuza talip oluyorlar ki? Durmadan Filistinlilerin akan kanları yerde kalıyor da, kuruyan kanları temizlemek için mi bizden su istiyorlar?
Galiba içlerine su istiyorlar?
Galiba içlerinden şu sloganı söylüyorlar:
Filistinlilerin kanları yerde kalmayacak.
Bunun için suya ihtiyaç oluyor zahir.
Öyleyse verelim gitsin.
Nasıl olsa bizim suya o kadar ihtiyacımız olmuyor.
Bizde şehitlerin kanları yerde kalmıyor.
Baksanıza! Apo yerde yatıyor. Yemyeşil bir yerde. İsmi ada da olsa, bir yer işte.
Demek ki gidişat iyi...
Ali Eren / diğer yazıları
- Alın size Avrupa'dan taze cevap / 16.03.2002
- Derviş'e ODTÜ'yü dar etmek / 02.03.2002
- Bayram sonrası düşünceleri / 26.02.2002
- Artık açıkça "ha kilese ha câmi" diyebiliyorlar / 16.02.2002
- Müfsidi Kebir (Büyük Fesatçı) / 13.02.2002
- Bir maskara / 12.02.2002
- Tarihe ve zihinlere bir-iki hatıra kaydı / 09.02.2002
- Başbakanlığı al, neyi ver? / 02.02.2002
- Papa'nın davet etmemesine üzülünür (!) / 26.01.2002
- Bizi, onlarca sene dinsiz tanıtmışlar / 19.01.2002
- Derviş'e ODTÜ'yü dar etmek / 02.03.2002
- Bayram sonrası düşünceleri / 26.02.2002
- Artık açıkça "ha kilese ha câmi" diyebiliyorlar / 16.02.2002
- Müfsidi Kebir (Büyük Fesatçı) / 13.02.2002
- Bir maskara / 12.02.2002
- Tarihe ve zihinlere bir-iki hatıra kaydı / 09.02.2002
- Başbakanlığı al, neyi ver? / 02.02.2002
- Papa'nın davet etmemesine üzülünür (!) / 26.01.2002
- Bizi, onlarca sene dinsiz tanıtmışlar / 19.01.2002