“Şarap mahzende yıllanır, aşkın kalbimde yıllanıyor” şarkısı dillerdedir; sözü Behçet Kemal Çağlar’a, bestesi Sadi Hoşses’e ait bu kürdilihicazkâr eseri günümüzde şöyle okuyabiliriz: “Şarap mahzende yıllanır, davalar yargıda yıllanıyor.”
Davaların açıldığı tarih ile karara bağlandığı ve de üst inceleme mercilerinden (Yargıtay gibi) geçerek kesinleştiği tarih arasındaki süreye baktığımızda durum vahimdir. Bazı davalar var ki, vatandaş karar beklerken ömrü vefa etmemektedir. Yirmi yıl, otuz yıl süren davalar vardır. 1970’li yılların başında açtığım bir davanın kararı bu yakınlarda elime ulaştı, karşı taraf temyiz ettiği için şimdi de Yargıtay’da. Ne zaman döner, onu da bilmem. Neredeyse bir ömür bitti, dava bitmedi. Vatandaşlar arasındaki davalardaki yaş ortalamalarına şerbetliyiz de, tüm ulusu ilgilendiren, mesela Cumhurbaşkanı’nın görev süresiyle ilgili yasal düzenlemenin iptali davası
Anayasa Mahkemesi’nde hala beklemektedir. Oysa Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 28 Ağustos 2012’de sona erecektir; anayasadaki değişiklik nedeniyle. Ama AKP usulü kılıf hazırlandı ve yasayla anayasa ihlal edilerek cumhurbaşkanlığı süresi 7 yıl olarak belirlendi. Konu Anayasa Mahkemesi’ne taşındı. Hemen çözüm bekleyen durum karara bağlanmadı. Siyasetin kuşatmasındaki yargı, adalet adına inisiyatif kullanabilecek mi? Yoksa cemaat ve hükümet arasında mı, sıkışıp kalındı?
Siyasetin yargıya sahip olma sevdası bir tarafa, işin içinde başka sorunlar da var. Bunlardan bir kısmı kişisel, bir kısmı da kurumsal. Kişisel olanlara bakalım; önce kendimden derken avukat açısından söyleyeceklerimiz var. Zaman kazanmak için mahkemeye sunulan mazeret bildirimleri, haklı mazeret ise tamam, yani avukatın aynı gün ve saatte başka bir mahkemede duruşması olabilir ya da sağlık nedeni. Davaların çokluğu, duruşmaların aylarca sonraya ertelenmesi sonucunu doğurmakta, hele hele birkaç mazeret bildirimi en az bir yıl daha davanın uzamasına neden olmaktadır. Kimi meslektaşlarımız da, her tür davayı almakta, uzmanlaşmadığı konularda da ne müvekkiline ne de, mahkemeye yardımcı olabilmektedir. Zaman kaybının bir nedeni de budur. Yargıçlara gelince, dava dosyalarının yoğunluğu nedeniyle inceleme için yeterli zamanı bulamamakta, dosyaya hâkim olunamayınca da duruşmalar ertelenip durmakta, davalar uzamaktadır. Çoğu zaman da, mahkeme kararının yazımı bilirkişilere havale edilircesine, “iddia, savunma ve dosya muhteviyatına göre bilirkişi incelemesi yapılmasına” karar verilmektedir. Oysa dava dosyası bilirkişiye verilirken, bilirkişiden istenen hususların ayrı ayrı gösterilmesi gerekir. Bu yapılmazsa, bilirkişi de zaman kaybetmekte, gereğinden fazla bir süre de dosya bilirkişide beklemektedir. Örnekler uzayıp gider. Yerimizin darlığı, ister istemez söyleyeceklerimize sınır getirmektedir.
Kurumsal sıkıntılara gelince; hukuk fakülteleri, hukukçunun yetişmesi için gereken eğitimi verebiliyor mu? İnsanlığın gelişmesi adına bu eğitim çok önemlidir. Hukuk öğrencilerine verilen eğitim sadece hukukla sınırlı olmamalıdır. Maalesef hukuk fakültelerinde hukukçu için temel olabilecek tarih, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi kültür değerleri verilememekte, öğrenci yoğun biçimde pozitif hukuk bilgisi ile kuşatılmaktadır. Toplum ve insanı tüm boyutlarıyla ve de çıplaklığıyla tanıması için, kötü hukukçu olmaması için alt yapının verilmesi gereklidir.
Mevcut eğitim sistemi öğrencinin uzmanlaşmasına izin vermiyor. Uzmanlık olmazsa adaletin tecellisi uzayıp gider. Avukat olduktan sonra, yargıç ve savcı olduktan sonra mesleği öğrenme ve uzmanlaşma çabaları da davaların ömrünü uzatır. Buna bağlı olarak, Fikri ve Sınai Haklar Mahkemeleri, Çocuk Mahkemeleri gibi ihtisas mahkemeleri de yeterince verimli olamaz. Adlî zabıta kurulmadıkça savcılar da iddianamelerini hazırlarken, zorlanırlar, hataya düşebilirler. Bilirkişilik kurumunun da A’dan Z’ye ele alınıp ıslah edilmesi, dahası kurumsallaştırılması kaçınılmazdır.