PKK terörünün kaynakları ve Batı'nın Ortadoğu oyunu
Yıllardır dünyanın en problemli bölgelerinden biri olma özelliğini sürdüren Ortadoğu'nun, sorunlarının kökeni 200 yıl öncesine kadar dayanmakta ve meselenin temelinde başta İngiltere ve Rusya olmak üzere Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki hesapları yatmaktadır. Bilhassa İngiltere'nin, bu dönemde Osmanlı Devleti'ne yönelik çok girift emeller taşıdığı görülmektedir. (1) Şüphesiz bunda, Batı dünyasının 16.yüzyıla kadar süren ilişkilerinde; Müslüman Türkler karşısında çoğu kez zebûn düşmesi, Hıristiyan kiliselerin beslemiş olduğu Haçlılık psikolojisinin Batılı devletlerin politikalarını şekillendirmesi, özellikle 16-17. yüzyıllardan sonra ortaya çıkan sömürgecilik politikalarının emperyalizme- yaylmacılığa- dönüşmesi önemli rol oynamıştır. 1683 tarihindeki II. Viyana Kuşatması ve bunun akabinde uğranılan büyük yenilgi ile 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması, Batılıların, "Doğu Politikalarını" belirlemede adeta bir dönüm noktasıolmuştur. Bu dönemden itibaren, "süper güç" olma özelliğini kaybeden ve "Hasta Adam" diye nitelendirilen Osmanlı Devleti toprakları üzerinde İngiltere, Fransa ve Rusya'nın bir menfaat mücadelesine girdikleri görülmektedir. Türk toprakları bu devletlerin emperyalist çıkarlarının çatıştığı bir odak haline dönüşmüştür.
Bu devletlerden Rusya, Deli Petro'dan (1689-1725) itibaren takip etmiş olduğu yayılmacı siyaseti dolayısıyla Osmanlı ile devamlı ve çok yönlü bir çıatışma içerisinde olmuştur. Kuruluşundan beri Rusya'nın güneye inerek sıcak denizlere açılmaya yönelik hedefleri; Balkanlar, Boğazlar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinde yoğunlaşmıştır. Devrin büyük devletlerinden Fransa, takip ettiği politikayla Osmanlı Devleti'ndeki Katolikleri himaye ile Hıristiyan ülkelerde prestijini yükseltmeyi iyi ilişkileri geliştirerek Osmanlı'yı, Fransa'nın düşmanları üzerine sevketmeyi, Kapitülasyon ve ticari faaliytelerle Fransa'ya daha fazla maddi menfaat sağlamayı gaye ederken diğer taraftan Suriye ve Şam'ı ele geçirerek Osmanlı topraklarından pay alma peşinde idi. Fransa, Uzakdoğu sömürgelerini korumayı ve İngiltere'ye paralel olarak bu sömürgelerindeki hakimiyetini kuvvetlendirmeyi Ortadoğu politikasının temeli olarak benimsenmişti.
Bilhassa Hindistan'ı hakimiyeti altına aldıktan sonra Hint yolları üzerinde bulunan Osmanlı'ya karşı ilgisi daha da çoğalan İngiltere ise bir yandan güçlü devletlere, özellikle Rusya'ya karşı bir denge politikası izlerken öte yandan Ortadoğu'ya göndermiş olduğu çok sayıda "Ajan-Misyoner" ve "Şarkiyatçılar" (Oryantalist) vasıtasıyla bölge üzerinde hem içtimai ve kültürel bir baskı, hem de iktisadi ve siyasi bir denetim kurmayı hedeflemiştir. (2)
Sömürgecİlİğİn keşİf kolu: Oryantalİzm
Oryantalizm ya da Şarkiyatçılık genel ifadesiyle Batı dünyasının üstünlüğünü kabul eden, Doğu üzerinde otorite kurma ve bunu devam ettirebilme politikasıdır. Güçlü Batı'nın zayıf Doğu'ya empoze ettiği bir doktirindir.(3) Edwad Said'e göre Oryantalizm, Batı'nın siyasi bir propaganda aracıdır. Bunun yanında Batı'nın İslam dünyasına saldırmasına haklılık kazandırılmasının adıdır. (4) Oryantalizm, Batı'nın dışındaki ayrı bir dünyanın öğrenilmesi, yönlendirilmesi ve daha sonra kullanılması için gösterilen çabanın tamamıdır. Sonuçta kullanılma olayı, Doğu toplumlarının eritilmesi ve asimilasyonu ile noktalanmasıdır. Bu Oryantalist/Şarkiyat Merkezleri, Doğu ile ilgili olarak, "mesele çıkartmayı" ve "mesele icat etmeyi" kendisine görev kabul etmiş, kendi ülkelerinin politikalarına yön vermeyi amaçlamışlardır.
MİSYONERLERİN GAYESİ
Misyonernlerin ise iki temel gayesi vardı: Birincisi Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak; diğeri, Müslüman halkları Hristiyanlaştırmak.Bu gayeyi gerçekleştirmek için de:
1- Merkezi otoriteyi tesis eden tasavvuf kurumunu yozlaştırmak,
2- İslam'ı ve Kur'an'ı tahrif edebilmek için Hadis'lerin kaynakları konusunda şüphe oluşturarak Hadis müessesesini ve Peygamberin Sünnetini tahrif etmek.
Nitekim, 1710 yıllında İngilizler tarafından ajan-misyoner olarak İstanbul'a gönderilen Humpher, Müslümanlar arasında,
- Renk ayrımını
- Kabile ihtilaflarını
- Arazi ihtilaflarını
- Dini ihtilafları
- Kavmiyetçilik akımlarını tutuşturmakla görevlendirilmiştir. Zira Osmanlı'yı yok etmenin, yani milli birliğini bozmanın yolu, dini birliği ve din müessesesini çökertmekten geçmekteydi. Bunu gayet iyi bilen İngilizler hedeflerini gerçekleştirebilmek için, Osmanlı hakimiyeti altındaki beldelere özellikle Ortadoğu'ya ve başkent İstanbul'a yüzlerce ajan misyoner gönderdiler. Bunlardan başlıcaları, Humpher, Lawrance, Wayt Fransıs E.P. Botta'dır. (5) Osmanlı'yı parçalama gayesine yönelik plan ve projeler hep bu ajanlar vasıtasıyla bilfiil ortaya konmuştur. Goldzier, Gaitana, Renan, Rodinson gibi Oryantalistler ve Reşit Rıza, C. Afgani gibi yerli işbirlikçilere dikkat edilirse hep aynı konuları ele aldıkları, aynı fikirleri işledikleri görülecektir. Batılı Katolik ve Protestan misyonerler 19. Yüzyıl Osmanlı devletinde aktif olarak faaliyet göstermişlerdir. Bu amaçla misyoner okullar kiliseler, hastaneler ve diğer hayır kurumları açmışlar, Kapitülasyonların himayesinde Avrupa güçlerinin diplomatik yardımlarına sığınarak faaliyetlerini rahatça yürütmüşlerdir... 1894 yılında sadece Elazığ'da 83, Diyarbakır'da 32 Erzurum'da 24 Bitlis'te 22 misyoner okulunun var olduğu belirtilmektedir. (6)
İngiltere 1800'lü yıllardan itibaren Ortadoğuya gönderdiği misyoner ajanlar ve siyasi Şarkiyatçılar vasıtasıyla Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasındaki meskûn unsurlarla uğraşmaya başlamış, çoğu kez Çarlık Rusyası ile işbirliği yapmış olmakla birlikte buradaki Osmanlı tebaası halkları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Nüfuz ve çıkar çatışması sebebiyle İngiltere, zaman zaman Rusya'ya da tavır olmaktan çekinmemiştir. Öyle ki, İngiltere Ortadoğu'daki etkinliğini, II. Dünya Savaşı sonrasında, yerini ABD'ye terk edinceye kadar devam ettirmiştir. (7)
Oryantalist faaliyetler sonucu elde edilen birtakım veriler emperyalist gayelere mesnet teşkil etmiş, Osmanlı tebaası gayr-i müslim azınlıkların tahrik edilerek birer birer ayaklanmaları sağlanmıştır. Rum, Yunan, Ermeni gibi toplulukların siyasi sadakatleri yok edilmeye çalışıldığı gibi, Mısır, Irak, İran, Hicaz bölgelerinde meskün Müslüman Arapların ve Türk aşiretlerin de yine bu misyonerlik faaliyetleri neticesinde kışkırtıldıkları görülmektedir. Nitekim, Ajan Humpher, E. Lawrence gibi misyonerler, Müslümanlar arasında fitne ve fesat tohumları ekerek Arapları Türklere, Türkleri Araplara karşı kötülüyorlardı. Ortadoğu'yu hakimiyeti altında bulunduran Osmanlı'yı sömürücü (!), İngiltere'yi kurtarıcı (!) olarak lanse ediyorlardı. Yine Rich, Heine, Kolkhan, Mcdonald, J.M. Kinneir gibi misyoner ajanlar, bölgedeki Kürtler ve Ermeniler ile ilgilenmişlerdir. 1817-1820 yılları arasında bölgede oldukça yoğun faaliyet gösteren Heine, Brother ve Rich adlı İngiliz ajanları 1815 yılında Van-Beyazıd bölgesinde meydana gelen karışıklıklarda etkili olmuşlardır. Bu olaylarda Türk aşiretleri kışkırtıldığı gibi, Ermeniler de kışkırtılmaya çalışılmış, Ortadoğu'nun I. Dünya Savaşı sonrasında bölünmüş coğrafyasının daha da parçalanması hedeflenmiştir.
İngiltere, 1821-1822 yıllarından itibaren Anadolu'nun dışındaki İran ve Irak'taki bu aşiretlerle ilgilenmeye başlamış, Frazier adlı bir ajan İran'a gönderilirken bir grup İngiliz subayı da Süleymaniye'de faaliyet için görevlendirilmiştir. Ortadoğu'da 1828 ve 1832 yıllarında uzunca bir seyehat yapan Rodon Cissini, 1835 yılındaki seyahati sırasında götürdüğü bir heyetle, Dicle-Frat arasındaki bölgede yeraltı zenginliklerini tespit etmek üzere faaliyet göstermiştir. (8)
Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren misyoner teşkilatlarına, ABD elçiliği ve konsolosları açılana kadar İngiltere lojistik destek vermiştir. Bölgeye gelen ilk misyonerler genellikle Fransız ve İtalyan asıllı Katolik misyonerlerdi. 19. Yüzyılın başlarından itibaren bunlara İngiliz, ABD'li Alman, İsveç vd. milletlere mensup misyonerler de katıldı. Anadolu'ya ilk gelen ABD'li misyoner, 15 Ocak 1820 tarihinde İzmir'e ayak basan Pliny Fisk ile Levi Parsons'tur. Bunlar ABCFM (American Board of Commissioners for Foreing Missions) adlı Amerikan misyoner teşkilatının birer elemanıdır. Kısaca "Board" olarak bilinen bu teşkilat ABD'deki Protestan misyoner teşkilatının en eskisi ve en büyüğüdür.
1800'lü yılların başında dünya misyoner teşkilatları, dünyayı faaliyet alanına bölmüşler, Osmanlı toprakları da, Amerikalı Protestan misyonerlerin payına düşmüştü. Board 1870 tarihine kadar bu işi üstlenmiş daha sonra 1870 ten sonra "Board of Foreign Mission of the Prosbyterian Church" adlı diğer Amerikan Protestan misyoner teşkilatı ile ortaklaşa faaliyet göstermiştir. ABD'li misyoner kuruluşlar 1880 yılına kadar İngiliz hariciyesinin himayesinde İngiliz çıkarlarına da uygun olarak faaliyet gösterirken, bu tarihten sonra ABD'nin politikası doğrultusunda faaliyetlerde bulunmuşlardır. 1820-1895 yılları arasında Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren "Board" misyonerlerinin sayısı 540 olup, bu rakamın 427'si yalnızca Anadolu'da faaliyet göstermişlerdir.
1877-1878 Türk-Rus savaşı sırasında İngiltere, bölgedeki çıkarlarını korumak üzere bazı subay ve sivil elemanlarını Türkiye'ye göndermişti. Bunlar arasında bilhassa General Bikker, Fırat-Aras bölgesinde görev alarak aşiretlerimiz üzerine incelemeler (!) yapmıştır.
Bundan başka İsmail Hakkı Paşa'nın müşaviri Tirotir, Sivas Konsolosu Wilson, Van Konsolosu Klayton, ayrıca Williams ve Visan adlı siyasi Şarkiyatçılar Doğu Anadolu'da oldukça geniş faaliyette bulunmuşlardır.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde aralarında Sir Mark Syky 'ın da olduğu bir misyoner heyeti, Müslüman kimliği altında bölgede faaliyette bulunmuşlardır. Heyette Sir Mark Syks'tan başka misyoner Bayan Gertrude M.L. Bell, Le Comte de Cholet ve Bayan Bishob'da bulunmakta idi.
1909 yılında Şehrizor ve Süleymaniye bölgesinde bulunan İngiliz istihbarat subayı E. B. Soane'nin faaliyetleri oldukça enterasan ve dikkat çekicidir. İstanbul üzerinden Beyrut'a oradan da Halepçe'ye geçen Soane, bölgedeki güçlü Caf aşireti reisi Osman Bey'in karısı Adile Han'ı etkilemiş ve O'nun Farça katibliği görevini üstlenmiştir. Birinci dünya Savaşı yıllarına kadar kimliğini saklamayı başaran Soane, 1914 yılında İngilizler'in Irak'a girmeleri üzerine, İngiltere'nin bölgede "istihbarat subayı" olarak görev almıştır.
İngiltere'nin bölgedeki tesiri özellikle I. Cihan Savaşı sonrasında gözle görülür hale gelmiştir. Rusya'nın 1917 Kömünist ihtilalini müteakip bölgeden çekilmesi, savaş galibi İtilaf Devletleri'nin patronu durumda olan İngiltere'ye, bölge coğrafyasını istediği gibi kullanma imkanını vermişti. İngiltere, bu hakkı adeta kendisinde görmekte idi.
Bu tarihlerde İngiltere için en önemli konuyu Osmanlı Devleti'nin tasfiyesi teşkil etmekteydi. İşte bu sebeple 30 Ocak 1919 tarihinde Lloyd George, Paris Konferansı'nda Kürt meselesini gündeme getirerek, konferans metnine; "... Ermenistan, Suriye, Mezopotamya ve Kürdistan ve Filistin ve Arabistan Osmanlı (Türk) İmparatorluğundan tamamen ayrılmalıdır." Maddesini koydurdu. Lloyd George'un bu teşebbüsü, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşmasının 62-63 ve 64. Maddelerinde daha da belirginleşti. Böylece bölgede kukla bir "Kürt devleti"nin kurulması için önemli bir adım atılmış oldu. İngiltere'nin savaş sonrası bu faaliyetleri, ele geçirdiği Mezopotamya bölgesi, daha doğrusu Musul petrol sahası ile Türkiye ve Rusya arasında, bir tampon devlet yaratma gayretlerinden başka bir şey değildir. İngiltere bölgede kurulacak kukla "Kürdistan" ve "Ermenistan" devletleri ile, Irak'taki yeni sömürgesinin kuzeyden gelebilecek tehlikelere karşı emniyetini sağlayabilecekti.
Mütareke sonrasında ve Milli Mücadele yıllarında İngiltere'nin Kürtler'le ilgili sürdürdüğü yoğun faaliyet, Robeck'nin Lord Curzon'a gönderdiği raporlarda açıkça görülür.
Diğer yandan merkezi İstanbul'da olmak üzere kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, İngiltere tarafından finanse edilmiş, gene İstanbul'da sempatizan toplayabilmek amacıyla "İngiliz Muhibler Cemiyeti",ve "Hoybon Cemiyeti" gibi legal kuruluşlar İngiltere'nin teşvik ve yardımları ile faaliyete geçmişlerdir. Ayrıca Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın bazı şübelerine ve mensuplarına da el atılarak, bunlarda İngiltere hesabına kazanılmıştır. Diğer yandan İngiltere, gerek Milli Mücadele yıllarında, gerekse Cumhuriyet döneminde çeşitli bölgelerde çıkan karışıklıkların çoğunda menfi bir rol oynamıştır.Bunlar arasında, 11 Mayıs 1919'da Midyat, Nusaybin ve Ömerkan bölgelerinde çıkan Ali Batı; 1920 yılında Koçgiri, aynı yıllarda Irak'ta patlak veren Şeyh Mahmud Berzenci, Musul meselesinin görüşülmesi sırasında 1924 yılında Çal, Oramar, Çölemerik ve Habur suyu bölgelerinde, 1925 yılında Raçkoyan ve Raman, gene 1925 yılında çıkan Şeyh Sait ve 1926-1930 yıllarında süren Ağrı isyanlarını sayabiliriz.
Milli Mücadele yıllarında bir yandan kendilerince "Kuzey Kürdistan" denilen Türkiye'nin Güneydoğusu üzerinde çalışmalar yapan Bnb. Noel'in faaliyetleri görülürken diğer yandan Erzurum'da İngiliz temsilcisi olarak bulunan Albay Rawlinson'un buna benzer bir faaliyete yöneldiği ve Ankara Hükümetini zor duruma sokmak için bölgeyle ilgili oldukça geniş bir rapor hazırladığı anlaşılıyor.
Sömürgeler Dairesi Ortadoğu Bölümü Araplar'la İlişkiler Danışmanı, ajan T.E. Lawrence, Rawlinson'un raporuna bir not düşerek "dağınık bölgesel hareketlerin yalnızca bir takım polisiye tedbirler alınmasına yol açacağını ve bunun Atatürk safındakilere önemlibir güçlük çıkarmayacağını, bölgede bir gücü bir ihtilale/ isyana teşvik etmek için, savaş içinde Hicaz haretatına İngilizler'in yardımcı olmalarına benzer, yabancı bir idarenin uzmanlarının mutlaka temin edilmesi ve görevlendirilmesi gerektiğini" vurgulamıştır. Ayrıca Lawrence, ihtilal bölgesini uygun görmemekte, bir Kürt hareketinin ancak kendilerinin temin edeceği üstler, silahlar personel ve para ile mümkün olaabileceğini ve yardımın Arap isyanı boyutunda olması gerektiğini ileri sürüyordu. T.E. Lavrence'in belirtği miktar İngilizler'in Arap isyanını gerçekleştirmek için yaptıklarını 8 gemi, 50 subay, 5 milyon sterlin nakit, 16 milyon sterlin kadar tutan malzeme, eleman ve bloke para yardımıdır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz politikasının Ortadoğu haritasını tek başına çizmesinde en önemli etken Musul Petrolleri idi.Musul Petrolleri bir bakıma Ortadoğu'nun kaderini belirlerken, diğer yandan Türkiye Dış politikasında en büyük yarayı Musul meselesinde almıştır.
Abbasi Halifesi Mu'tasım döemine kadar inen bölgedeki Türk varlığı bir bakıma Anavatan'dan kopartılırken, Irak ve Suriye'deki göçebe Arap aşiretlerine birer devlet olma statüsü lutfedilmiş, bölge Fransa ile birlikte İngiltere'nin mandaletirliğine terkedilmiştir. İngiltere atacağı adımları gayet isabetle zamanında atmış ve Ortadoğunun petrollerini elde etmek için her çaraye başvurmuştur. Daha Mondros Mütarekesi'nin yürürlüğe girdiği tarihten bir hafta sonra İngiliz birlikleri Musul'a girip (8 Kasım 1918) Türkiye ile birlikte Müttefiklerini de bir oldu-bitti karşısında bırakmıştı. Çünkü 1916 Mayısında imzalanan Sykes-Picot Antlaşmasında Musul, Fransız bölgesi olarak kabul edilmişti. Halbuki bölge bu tarihten itibaren İngiltere denetimine giriyordu. İngilizler savaş tazminatı olarak Türk Petrol Şirketinin Almanlar'a ait olan %25 kısmını da ele geçirince Musul petrollerinde en büyük hisseye sahip olmuş oldu. İngilizler'in bu oldu-bittisi ABD ve Fransa tarafından tepkiyle karşılanmış ve taraflar arasında şiddetli bir siyasi mücadele başlamıştı. ABD., Musul petrolleri ile ilgili olarak eski bir antlaşmayı "Chester İmtiyazı"nı öne sürerken, Fransa Sykes-Pickot ile bölgenin kendisine bırakılması gerektiğini ileri sürüyordu.
İngiltere kendisine bölgesel bir müttefik aramaya işte bu noktada başlamış ve "Kürt Politikası"nı oluşturmuştur. (11) Bölgede kendi güdümünde kurulacak bir Kürt Devleti'nin çıkarlarına uygun olacağını değerlendiren İngiltere Anadolu, Suriye, Irak ve İran'daki Kürt aşiretlerine el atmış ve iki proje geliştirilmiştir. "Güney Kürdistan" projesi olarak Irak'ta bu uydu Kürt devleti düşünülmüş, hatta Mahmud Berzenci ile bu konuda önemli bir adım da atılmıştı. Bölge için en büyük tehdit olarak nitelendirilen Türkiye'yi hareketsiz bırakmak için "Kuzey Kürdistan" projesi oluşturulmuş ve bu politika ile ilgili olarak Bnb. E.W.C. Noel görevlendirilmiştir. Türkler'in 9 Eylül 1922'deki kati zafer yürüyüşüne kadar İngiltere bu politikanın peşini bırakmamıştır.
Son dönem Kürtçü teşkilatlar içinde en önemlisi 1974 yılındaki Ankara Demokratik Yurtsever Yüksek Öğretim Birliği adı altında başlayan daha sonra Partiya Karkaren Kürdistan (Kürdistan İşçi Partisi) yani PKK adını alan teşkilattır.
Bir yandan Marksist-Leninst, bir yandan Kürtçü bir ideolojiye sahip bu yeni teşkilat Irak, İran, Suriye ve Türkiye topraklarında büyük bir Kürdistan kurmayı hedeflemiştir. Abdullah Öcalan başkanlığında fiilen 1974 yılında teşkilatlanmaya başlamış görünüyorsa da kuruluş faaliyetlerinin 1970 yılına kadar indği görülmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da bölgesel hücreler teşkil eden örgüt, 1979 yılında yapı olarak ortaya çıktı ve bu tarihde Lübnan'ın Sayda şehrinde PKK, Ermenistan Gizli Ordusu (ASALA) ile ortak bir deklarasyoın yayınlayarak ortak eylem kararlılığını açığa vurdular. 12 Eylül 1980 Askeri müdahalesini takiben birçok PKK militanı ve sempatizanı tutuklanmış kısa bir örgüt hareketsiz kalmıştır. Mayıs 1983 yılındaki eyleme kadar PKK, Besud Barzani'nin denetimindeki Kuzey Irak'ta barınma imkanı buldu. Mayıs 1983 eylemi ile birlikte Asala militanları da içinde bulunduğu halde Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu bölgesinde tam anlamıyla bir terör politikası takip etti.
Günümüzde de Türk Devleti bu terör örgütü ile bu mücadeleyi sürdürmektedir. Ve fakat ayrılıkçı hareketler de misyonerlik desteğinde devam etmektedir.
Papalığın ve onun şahsında Katolik kilisesinin Türkler ve Türk vatanı üzerindeki hesaplarının çarpıcı misalerinden birisi Papalığın PKK ve lideri Öcalan konusunda aldığı tavırdır. Roma'da bulunduğu zaman içerisinde Öcalan'a bizzat kiliseler tarafından sahip çıkıldığı kamuoyuna yansıyan bir hakikattir.
Yeni Mesaj Gazetesinin 23/11/98 tarihli haberinden şunları öğreniyoruz:
"Kardinal Achilli Silvestrini Abdullah Öcalan'a siyasi sığınma hakkı tanınması gerektiğini açıkladı. Vatikan'da Doğu Kiliselerinden sorumlu Kardinal, "Kendi bağımsızlığı ve düşünceleri için mücadele veren herkese siyasi sığınma hakkı tanınmalı" diye konuştu.
Kürt sorununun yalnızca Türkiye ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi gerektiğini dikkat çeken Kardinal, sorunun bütün Avrupa'pı ilgilendiren uluslararası bir konu olduğunu vurguladı.
Silvestrini Avrupa'nın dört bir yanından Öcalan'a destek vermek için Rom'ya gelen Kürt sığınacıların sorununun yalnızca diplomatik bir konuya indirgenemeyeceğini açıkladı.
Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz Abdullah Öcalan'ı hiçbir devletin himaye etmemesi gerektiğini söyledi. "Öcalan'ın iadesi konusunda Papa'ya bir mesajınız var mı?" şeklindeki soru üzerine Yılmaz "Otuz bin insanı katletmiş bir vaniyi himaye etmek devletin sonu bakımından pek parlak değildir" dedi.
Milliyet Gazetesinin 26/12/98 tarihli haberinde ise şöyle deniyor.
Vatikan'ın St. Peter Meydanı'nda yapılan geleneksel Noel ayininde çeşitli diller arasında ilk kez Kürtçe de konuşan Papa II: Jean Paul "Sersera ve Pirozde" diyerek Kürt halkına da yeni yılınızı tebrik ederim dedi. Ayin nedeniyle Avrupa'nın çeşitli yerlerinden gelen altmış kadar Kürt kadın da Papa'yı ziyaret ederek kendiine bir dosya erdi. Dosyada Kürt sorunun çözümüne ilişkin PKK'nın görüşlerini yansıtan bazı belgelerle Türkiye'nin güneydoğsundaki olaylara ilişkin fotogrfların yer aldığı öğrenildi. Papa II. Jean Paul Noel konuşasının bir bölümünde Kürt halkından da söz etti ve "bütün dünyada özgürlükisteyen insanlar Allah'ın kuludur. Bir tek Allah bizi korumak için yaratılmıştır. Burada bulunan Kürt halkını da selamlıyorum" dedi.
"Papa II. Jean Paul, dünyanın çeşitli dillerinden halka hitap ederken Türkçe olarak da yeni yılınızı tebrik ederim dedi. St. Peter Meydanı'nda on binlerce insanın katıldığı Noel ayininde Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güen de hazır bulundu".
3/12/98 Cumhuriyet Fazetesinde, Sn. Aytunç Altandal Öcalan'ın Papa'ya mektubu üzerine bir değerlendirme yaptı. Altandal yazısında:
"Aziz Peder, Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir".
Bu sözler bölücü terör örgütü PKK'nın başı Abdullah Öcalan'a aittir. Ve Papa II. Jean Paul'e yazdığı meptupta yer almaktadır.
Şimdi sorumuz şudur: PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketlerinin kiliselerle ne ilişkisi var?
İlkin şunu belirteyim: Kiliseler 1964'den bu yana Ortadoğu'daki Kürtçülük hareketleriyle ve 1983'den sonra da PKK ile çok yakından ilgilenmekteydiler. Güneydoğu Anadolu'daki ilk gizli ve örgütlü etnik ve dinsel ayırımcılığı esas alan istihbarat faaliyetlerini 1962'de Barış Gönüllüleri adıyla bölgeye gönderilen, çoğunluğu Katolik ve Anglikan kiliselerine kayıtlı Amerikalı uzmanlar başlatmışlardır.
Bunlar üç yıl süreyle bu bölgede yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulundular, bir çok vatandaşımıza din değiştirme telkinleri yaptılar, inanılmaz vaatlerde bulundular ve etnik ve dinsel ayırımcılığı körükleyecek bölgesel inanç farklılıklarını bilgi haline dönüştürerek ABD'deki çeşitli istihbarat birimlerine aktardılar. Bu gönüllülerin hazırladıkları raporların bir kısmı da doğrudan doğruya kiliselere gitti. (13)
Oğuz KÖRO?LU
Yıllardır dünyanın en problemli bölgelerinden biri olma özelliğini sürdüren Ortadoğu'nun, sorunlarının kökeni 200 yıl öncesine kadar dayanmakta ve meselenin temelinde başta İngiltere ve Rusya olmak üzere Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki hesapları yatmaktadır. Bilhassa İngiltere'nin, bu dönemde Osmanlı Devleti'ne yönelik çok girift emeller taşıdığı görülmektedir. (1) Şüphesiz bunda, Batı dünyasının 16.yüzyıla kadar süren ilişkilerinde; Müslüman Türkler karşısında çoğu kez zebûn düşmesi, Hıristiyan kiliselerin beslemiş olduğu Haçlılık psikolojisinin Batılı devletlerin politikalarını şekillendirmesi, özellikle 16-17. yüzyıllardan sonra ortaya çıkan sömürgecilik politikalarının emperyalizme- yaylmacılığa- dönüşmesi önemli rol oynamıştır. 1683 tarihindeki II. Viyana Kuşatması ve bunun akabinde uğranılan büyük yenilgi ile 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması, Batılıların, "Doğu Politikalarını" belirlemede adeta bir dönüm noktasıolmuştur. Bu dönemden itibaren, "süper güç" olma özelliğini kaybeden ve "Hasta Adam" diye nitelendirilen Osmanlı Devleti toprakları üzerinde İngiltere, Fransa ve Rusya'nın bir menfaat mücadelesine girdikleri görülmektedir. Türk toprakları bu devletlerin emperyalist çıkarlarının çatıştığı bir odak haline dönüşmüştür.
Bu devletlerden Rusya, Deli Petro'dan (1689-1725) itibaren takip etmiş olduğu yayılmacı siyaseti dolayısıyla Osmanlı ile devamlı ve çok yönlü bir çıatışma içerisinde olmuştur. Kuruluşundan beri Rusya'nın güneye inerek sıcak denizlere açılmaya yönelik hedefleri; Balkanlar, Boğazlar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinde yoğunlaşmıştır. Devrin büyük devletlerinden Fransa, takip ettiği politikayla Osmanlı Devleti'ndeki Katolikleri himaye ile Hıristiyan ülkelerde prestijini yükseltmeyi iyi ilişkileri geliştirerek Osmanlı'yı, Fransa'nın düşmanları üzerine sevketmeyi, Kapitülasyon ve ticari faaliytelerle Fransa'ya daha fazla maddi menfaat sağlamayı gaye ederken diğer taraftan Suriye ve Şam'ı ele geçirerek Osmanlı topraklarından pay alma peşinde idi. Fransa, Uzakdoğu sömürgelerini korumayı ve İngiltere'ye paralel olarak bu sömürgelerindeki hakimiyetini kuvvetlendirmeyi Ortadoğu politikasının temeli olarak benimsenmişti.
Bilhassa Hindistan'ı hakimiyeti altına aldıktan sonra Hint yolları üzerinde bulunan Osmanlı'ya karşı ilgisi daha da çoğalan İngiltere ise bir yandan güçlü devletlere, özellikle Rusya'ya karşı bir denge politikası izlerken öte yandan Ortadoğu'ya göndermiş olduğu çok sayıda "Ajan-Misyoner" ve "Şarkiyatçılar" (Oryantalist) vasıtasıyla bölge üzerinde hem içtimai ve kültürel bir baskı, hem de iktisadi ve siyasi bir denetim kurmayı hedeflemiştir. (2)
Sömürgecİlİğİn keşİf kolu: Oryantalİzm
Oryantalizm ya da Şarkiyatçılık genel ifadesiyle Batı dünyasının üstünlüğünü kabul eden, Doğu üzerinde otorite kurma ve bunu devam ettirebilme politikasıdır. Güçlü Batı'nın zayıf Doğu'ya empoze ettiği bir doktirindir.(3) Edwad Said'e göre Oryantalizm, Batı'nın siyasi bir propaganda aracıdır. Bunun yanında Batı'nın İslam dünyasına saldırmasına haklılık kazandırılmasının adıdır. (4) Oryantalizm, Batı'nın dışındaki ayrı bir dünyanın öğrenilmesi, yönlendirilmesi ve daha sonra kullanılması için gösterilen çabanın tamamıdır. Sonuçta kullanılma olayı, Doğu toplumlarının eritilmesi ve asimilasyonu ile noktalanmasıdır. Bu Oryantalist/Şarkiyat Merkezleri, Doğu ile ilgili olarak, "mesele çıkartmayı" ve "mesele icat etmeyi" kendisine görev kabul etmiş, kendi ülkelerinin politikalarına yön vermeyi amaçlamışlardır.
MİSYONERLERİN GAYESİ
Misyonernlerin ise iki temel gayesi vardı: Birincisi Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak; diğeri, Müslüman halkları Hristiyanlaştırmak.Bu gayeyi gerçekleştirmek için de:
1- Merkezi otoriteyi tesis eden tasavvuf kurumunu yozlaştırmak,
2- İslam'ı ve Kur'an'ı tahrif edebilmek için Hadis'lerin kaynakları konusunda şüphe oluşturarak Hadis müessesesini ve Peygamberin Sünnetini tahrif etmek.
Nitekim, 1710 yıllında İngilizler tarafından ajan-misyoner olarak İstanbul'a gönderilen Humpher, Müslümanlar arasında,
- Renk ayrımını
- Kabile ihtilaflarını
- Arazi ihtilaflarını
- Dini ihtilafları
- Kavmiyetçilik akımlarını tutuşturmakla görevlendirilmiştir. Zira Osmanlı'yı yok etmenin, yani milli birliğini bozmanın yolu, dini birliği ve din müessesesini çökertmekten geçmekteydi. Bunu gayet iyi bilen İngilizler hedeflerini gerçekleştirebilmek için, Osmanlı hakimiyeti altındaki beldelere özellikle Ortadoğu'ya ve başkent İstanbul'a yüzlerce ajan misyoner gönderdiler. Bunlardan başlıcaları, Humpher, Lawrance, Wayt Fransıs E.P. Botta'dır. (5) Osmanlı'yı parçalama gayesine yönelik plan ve projeler hep bu ajanlar vasıtasıyla bilfiil ortaya konmuştur. Goldzier, Gaitana, Renan, Rodinson gibi Oryantalistler ve Reşit Rıza, C. Afgani gibi yerli işbirlikçilere dikkat edilirse hep aynı konuları ele aldıkları, aynı fikirleri işledikleri görülecektir. Batılı Katolik ve Protestan misyonerler 19. Yüzyıl Osmanlı devletinde aktif olarak faaliyet göstermişlerdir. Bu amaçla misyoner okullar kiliseler, hastaneler ve diğer hayır kurumları açmışlar, Kapitülasyonların himayesinde Avrupa güçlerinin diplomatik yardımlarına sığınarak faaliyetlerini rahatça yürütmüşlerdir... 1894 yılında sadece Elazığ'da 83, Diyarbakır'da 32 Erzurum'da 24 Bitlis'te 22 misyoner okulunun var olduğu belirtilmektedir. (6)
İngiltere 1800'lü yıllardan itibaren Ortadoğuya gönderdiği misyoner ajanlar ve siyasi Şarkiyatçılar vasıtasıyla Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasındaki meskûn unsurlarla uğraşmaya başlamış, çoğu kez Çarlık Rusyası ile işbirliği yapmış olmakla birlikte buradaki Osmanlı tebaası halkları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Nüfuz ve çıkar çatışması sebebiyle İngiltere, zaman zaman Rusya'ya da tavır olmaktan çekinmemiştir. Öyle ki, İngiltere Ortadoğu'daki etkinliğini, II. Dünya Savaşı sonrasında, yerini ABD'ye terk edinceye kadar devam ettirmiştir. (7)
Oryantalist faaliyetler sonucu elde edilen birtakım veriler emperyalist gayelere mesnet teşkil etmiş, Osmanlı tebaası gayr-i müslim azınlıkların tahrik edilerek birer birer ayaklanmaları sağlanmıştır. Rum, Yunan, Ermeni gibi toplulukların siyasi sadakatleri yok edilmeye çalışıldığı gibi, Mısır, Irak, İran, Hicaz bölgelerinde meskün Müslüman Arapların ve Türk aşiretlerin de yine bu misyonerlik faaliyetleri neticesinde kışkırtıldıkları görülmektedir. Nitekim, Ajan Humpher, E. Lawrence gibi misyonerler, Müslümanlar arasında fitne ve fesat tohumları ekerek Arapları Türklere, Türkleri Araplara karşı kötülüyorlardı. Ortadoğu'yu hakimiyeti altında bulunduran Osmanlı'yı sömürücü (!), İngiltere'yi kurtarıcı (!) olarak lanse ediyorlardı. Yine Rich, Heine, Kolkhan, Mcdonald, J.M. Kinneir gibi misyoner ajanlar, bölgedeki Kürtler ve Ermeniler ile ilgilenmişlerdir. 1817-1820 yılları arasında bölgede oldukça yoğun faaliyet gösteren Heine, Brother ve Rich adlı İngiliz ajanları 1815 yılında Van-Beyazıd bölgesinde meydana gelen karışıklıklarda etkili olmuşlardır. Bu olaylarda Türk aşiretleri kışkırtıldığı gibi, Ermeniler de kışkırtılmaya çalışılmış, Ortadoğu'nun I. Dünya Savaşı sonrasında bölünmüş coğrafyasının daha da parçalanması hedeflenmiştir.
İngiltere, 1821-1822 yıllarından itibaren Anadolu'nun dışındaki İran ve Irak'taki bu aşiretlerle ilgilenmeye başlamış, Frazier adlı bir ajan İran'a gönderilirken bir grup İngiliz subayı da Süleymaniye'de faaliyet için görevlendirilmiştir. Ortadoğu'da 1828 ve 1832 yıllarında uzunca bir seyehat yapan Rodon Cissini, 1835 yılındaki seyahati sırasında götürdüğü bir heyetle, Dicle-Frat arasındaki bölgede yeraltı zenginliklerini tespit etmek üzere faaliyet göstermiştir. (8)
Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren misyoner teşkilatlarına, ABD elçiliği ve konsolosları açılana kadar İngiltere lojistik destek vermiştir. Bölgeye gelen ilk misyonerler genellikle Fransız ve İtalyan asıllı Katolik misyonerlerdi. 19. Yüzyılın başlarından itibaren bunlara İngiliz, ABD'li Alman, İsveç vd. milletlere mensup misyonerler de katıldı. Anadolu'ya ilk gelen ABD'li misyoner, 15 Ocak 1820 tarihinde İzmir'e ayak basan Pliny Fisk ile Levi Parsons'tur. Bunlar ABCFM (American Board of Commissioners for Foreing Missions) adlı Amerikan misyoner teşkilatının birer elemanıdır. Kısaca "Board" olarak bilinen bu teşkilat ABD'deki Protestan misyoner teşkilatının en eskisi ve en büyüğüdür.
1800'lü yılların başında dünya misyoner teşkilatları, dünyayı faaliyet alanına bölmüşler, Osmanlı toprakları da, Amerikalı Protestan misyonerlerin payına düşmüştü. Board 1870 tarihine kadar bu işi üstlenmiş daha sonra 1870 ten sonra "Board of Foreign Mission of the Prosbyterian Church" adlı diğer Amerikan Protestan misyoner teşkilatı ile ortaklaşa faaliyet göstermiştir. ABD'li misyoner kuruluşlar 1880 yılına kadar İngiliz hariciyesinin himayesinde İngiliz çıkarlarına da uygun olarak faaliyet gösterirken, bu tarihten sonra ABD'nin politikası doğrultusunda faaliyetlerde bulunmuşlardır. 1820-1895 yılları arasında Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren "Board" misyonerlerinin sayısı 540 olup, bu rakamın 427'si yalnızca Anadolu'da faaliyet göstermişlerdir.
1877-1878 Türk-Rus savaşı sırasında İngiltere, bölgedeki çıkarlarını korumak üzere bazı subay ve sivil elemanlarını Türkiye'ye göndermişti. Bunlar arasında bilhassa General Bikker, Fırat-Aras bölgesinde görev alarak aşiretlerimiz üzerine incelemeler (!) yapmıştır.
Bundan başka İsmail Hakkı Paşa'nın müşaviri Tirotir, Sivas Konsolosu Wilson, Van Konsolosu Klayton, ayrıca Williams ve Visan adlı siyasi Şarkiyatçılar Doğu Anadolu'da oldukça geniş faaliyette bulunmuşlardır.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde aralarında Sir Mark Syky 'ın da olduğu bir misyoner heyeti, Müslüman kimliği altında bölgede faaliyette bulunmuşlardır. Heyette Sir Mark Syks'tan başka misyoner Bayan Gertrude M.L. Bell, Le Comte de Cholet ve Bayan Bishob'da bulunmakta idi.
1909 yılında Şehrizor ve Süleymaniye bölgesinde bulunan İngiliz istihbarat subayı E. B. Soane'nin faaliyetleri oldukça enterasan ve dikkat çekicidir. İstanbul üzerinden Beyrut'a oradan da Halepçe'ye geçen Soane, bölgedeki güçlü Caf aşireti reisi Osman Bey'in karısı Adile Han'ı etkilemiş ve O'nun Farça katibliği görevini üstlenmiştir. Birinci dünya Savaşı yıllarına kadar kimliğini saklamayı başaran Soane, 1914 yılında İngilizler'in Irak'a girmeleri üzerine, İngiltere'nin bölgede "istihbarat subayı" olarak görev almıştır.
İngiltere'nin bölgedeki tesiri özellikle I. Cihan Savaşı sonrasında gözle görülür hale gelmiştir. Rusya'nın 1917 Kömünist ihtilalini müteakip bölgeden çekilmesi, savaş galibi İtilaf Devletleri'nin patronu durumda olan İngiltere'ye, bölge coğrafyasını istediği gibi kullanma imkanını vermişti. İngiltere, bu hakkı adeta kendisinde görmekte idi.
Bu tarihlerde İngiltere için en önemli konuyu Osmanlı Devleti'nin tasfiyesi teşkil etmekteydi. İşte bu sebeple 30 Ocak 1919 tarihinde Lloyd George, Paris Konferansı'nda Kürt meselesini gündeme getirerek, konferans metnine; "... Ermenistan, Suriye, Mezopotamya ve Kürdistan ve Filistin ve Arabistan Osmanlı (Türk) İmparatorluğundan tamamen ayrılmalıdır." Maddesini koydurdu. Lloyd George'un bu teşebbüsü, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşmasının 62-63 ve 64. Maddelerinde daha da belirginleşti. Böylece bölgede kukla bir "Kürt devleti"nin kurulması için önemli bir adım atılmış oldu. İngiltere'nin savaş sonrası bu faaliyetleri, ele geçirdiği Mezopotamya bölgesi, daha doğrusu Musul petrol sahası ile Türkiye ve Rusya arasında, bir tampon devlet yaratma gayretlerinden başka bir şey değildir. İngiltere bölgede kurulacak kukla "Kürdistan" ve "Ermenistan" devletleri ile, Irak'taki yeni sömürgesinin kuzeyden gelebilecek tehlikelere karşı emniyetini sağlayabilecekti.
Mütareke sonrasında ve Milli Mücadele yıllarında İngiltere'nin Kürtler'le ilgili sürdürdüğü yoğun faaliyet, Robeck'nin Lord Curzon'a gönderdiği raporlarda açıkça görülür.
Diğer yandan merkezi İstanbul'da olmak üzere kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, İngiltere tarafından finanse edilmiş, gene İstanbul'da sempatizan toplayabilmek amacıyla "İngiliz Muhibler Cemiyeti",ve "Hoybon Cemiyeti" gibi legal kuruluşlar İngiltere'nin teşvik ve yardımları ile faaliyete geçmişlerdir. Ayrıca Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın bazı şübelerine ve mensuplarına da el atılarak, bunlarda İngiltere hesabına kazanılmıştır. Diğer yandan İngiltere, gerek Milli Mücadele yıllarında, gerekse Cumhuriyet döneminde çeşitli bölgelerde çıkan karışıklıkların çoğunda menfi bir rol oynamıştır.Bunlar arasında, 11 Mayıs 1919'da Midyat, Nusaybin ve Ömerkan bölgelerinde çıkan Ali Batı; 1920 yılında Koçgiri, aynı yıllarda Irak'ta patlak veren Şeyh Mahmud Berzenci, Musul meselesinin görüşülmesi sırasında 1924 yılında Çal, Oramar, Çölemerik ve Habur suyu bölgelerinde, 1925 yılında Raçkoyan ve Raman, gene 1925 yılında çıkan Şeyh Sait ve 1926-1930 yıllarında süren Ağrı isyanlarını sayabiliriz.
Milli Mücadele yıllarında bir yandan kendilerince "Kuzey Kürdistan" denilen Türkiye'nin Güneydoğusu üzerinde çalışmalar yapan Bnb. Noel'in faaliyetleri görülürken diğer yandan Erzurum'da İngiliz temsilcisi olarak bulunan Albay Rawlinson'un buna benzer bir faaliyete yöneldiği ve Ankara Hükümetini zor duruma sokmak için bölgeyle ilgili oldukça geniş bir rapor hazırladığı anlaşılıyor.
Sömürgeler Dairesi Ortadoğu Bölümü Araplar'la İlişkiler Danışmanı, ajan T.E. Lawrence, Rawlinson'un raporuna bir not düşerek "dağınık bölgesel hareketlerin yalnızca bir takım polisiye tedbirler alınmasına yol açacağını ve bunun Atatürk safındakilere önemlibir güçlük çıkarmayacağını, bölgede bir gücü bir ihtilale/ isyana teşvik etmek için, savaş içinde Hicaz haretatına İngilizler'in yardımcı olmalarına benzer, yabancı bir idarenin uzmanlarının mutlaka temin edilmesi ve görevlendirilmesi gerektiğini" vurgulamıştır. Ayrıca Lawrence, ihtilal bölgesini uygun görmemekte, bir Kürt hareketinin ancak kendilerinin temin edeceği üstler, silahlar personel ve para ile mümkün olaabileceğini ve yardımın Arap isyanı boyutunda olması gerektiğini ileri sürüyordu. T.E. Lavrence'in belirtği miktar İngilizler'in Arap isyanını gerçekleştirmek için yaptıklarını 8 gemi, 50 subay, 5 milyon sterlin nakit, 16 milyon sterlin kadar tutan malzeme, eleman ve bloke para yardımıdır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz politikasının Ortadoğu haritasını tek başına çizmesinde en önemli etken Musul Petrolleri idi.Musul Petrolleri bir bakıma Ortadoğu'nun kaderini belirlerken, diğer yandan Türkiye Dış politikasında en büyük yarayı Musul meselesinde almıştır.
Abbasi Halifesi Mu'tasım döemine kadar inen bölgedeki Türk varlığı bir bakıma Anavatan'dan kopartılırken, Irak ve Suriye'deki göçebe Arap aşiretlerine birer devlet olma statüsü lutfedilmiş, bölge Fransa ile birlikte İngiltere'nin mandaletirliğine terkedilmiştir. İngiltere atacağı adımları gayet isabetle zamanında atmış ve Ortadoğunun petrollerini elde etmek için her çaraye başvurmuştur. Daha Mondros Mütarekesi'nin yürürlüğe girdiği tarihten bir hafta sonra İngiliz birlikleri Musul'a girip (8 Kasım 1918) Türkiye ile birlikte Müttefiklerini de bir oldu-bitti karşısında bırakmıştı. Çünkü 1916 Mayısında imzalanan Sykes-Picot Antlaşmasında Musul, Fransız bölgesi olarak kabul edilmişti. Halbuki bölge bu tarihten itibaren İngiltere denetimine giriyordu. İngilizler savaş tazminatı olarak Türk Petrol Şirketinin Almanlar'a ait olan %25 kısmını da ele geçirince Musul petrollerinde en büyük hisseye sahip olmuş oldu. İngilizler'in bu oldu-bittisi ABD ve Fransa tarafından tepkiyle karşılanmış ve taraflar arasında şiddetli bir siyasi mücadele başlamıştı. ABD., Musul petrolleri ile ilgili olarak eski bir antlaşmayı "Chester İmtiyazı"nı öne sürerken, Fransa Sykes-Pickot ile bölgenin kendisine bırakılması gerektiğini ileri sürüyordu.
İngiltere kendisine bölgesel bir müttefik aramaya işte bu noktada başlamış ve "Kürt Politikası"nı oluşturmuştur. (11) Bölgede kendi güdümünde kurulacak bir Kürt Devleti'nin çıkarlarına uygun olacağını değerlendiren İngiltere Anadolu, Suriye, Irak ve İran'daki Kürt aşiretlerine el atmış ve iki proje geliştirilmiştir. "Güney Kürdistan" projesi olarak Irak'ta bu uydu Kürt devleti düşünülmüş, hatta Mahmud Berzenci ile bu konuda önemli bir adım da atılmıştı. Bölge için en büyük tehdit olarak nitelendirilen Türkiye'yi hareketsiz bırakmak için "Kuzey Kürdistan" projesi oluşturulmuş ve bu politika ile ilgili olarak Bnb. E.W.C. Noel görevlendirilmiştir. Türkler'in 9 Eylül 1922'deki kati zafer yürüyüşüne kadar İngiltere bu politikanın peşini bırakmamıştır.
Son dönem Kürtçü teşkilatlar içinde en önemlisi 1974 yılındaki Ankara Demokratik Yurtsever Yüksek Öğretim Birliği adı altında başlayan daha sonra Partiya Karkaren Kürdistan (Kürdistan İşçi Partisi) yani PKK adını alan teşkilattır.
Bir yandan Marksist-Leninst, bir yandan Kürtçü bir ideolojiye sahip bu yeni teşkilat Irak, İran, Suriye ve Türkiye topraklarında büyük bir Kürdistan kurmayı hedeflemiştir. Abdullah Öcalan başkanlığında fiilen 1974 yılında teşkilatlanmaya başlamış görünüyorsa da kuruluş faaliyetlerinin 1970 yılına kadar indği görülmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da bölgesel hücreler teşkil eden örgüt, 1979 yılında yapı olarak ortaya çıktı ve bu tarihde Lübnan'ın Sayda şehrinde PKK, Ermenistan Gizli Ordusu (ASALA) ile ortak bir deklarasyoın yayınlayarak ortak eylem kararlılığını açığa vurdular. 12 Eylül 1980 Askeri müdahalesini takiben birçok PKK militanı ve sempatizanı tutuklanmış kısa bir örgüt hareketsiz kalmıştır. Mayıs 1983 yılındaki eyleme kadar PKK, Besud Barzani'nin denetimindeki Kuzey Irak'ta barınma imkanı buldu. Mayıs 1983 eylemi ile birlikte Asala militanları da içinde bulunduğu halde Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu bölgesinde tam anlamıyla bir terör politikası takip etti.
Günümüzde de Türk Devleti bu terör örgütü ile bu mücadeleyi sürdürmektedir. Ve fakat ayrılıkçı hareketler de misyonerlik desteğinde devam etmektedir.
Papalığın ve onun şahsında Katolik kilisesinin Türkler ve Türk vatanı üzerindeki hesaplarının çarpıcı misalerinden birisi Papalığın PKK ve lideri Öcalan konusunda aldığı tavırdır. Roma'da bulunduğu zaman içerisinde Öcalan'a bizzat kiliseler tarafından sahip çıkıldığı kamuoyuna yansıyan bir hakikattir.
Yeni Mesaj Gazetesinin 23/11/98 tarihli haberinden şunları öğreniyoruz:
"Kardinal Achilli Silvestrini Abdullah Öcalan'a siyasi sığınma hakkı tanınması gerektiğini açıkladı. Vatikan'da Doğu Kiliselerinden sorumlu Kardinal, "Kendi bağımsızlığı ve düşünceleri için mücadele veren herkese siyasi sığınma hakkı tanınmalı" diye konuştu.
Kürt sorununun yalnızca Türkiye ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi gerektiğini dikkat çeken Kardinal, sorunun bütün Avrupa'pı ilgilendiren uluslararası bir konu olduğunu vurguladı.
Silvestrini Avrupa'nın dört bir yanından Öcalan'a destek vermek için Rom'ya gelen Kürt sığınacıların sorununun yalnızca diplomatik bir konuya indirgenemeyeceğini açıkladı.
Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz Abdullah Öcalan'ı hiçbir devletin himaye etmemesi gerektiğini söyledi. "Öcalan'ın iadesi konusunda Papa'ya bir mesajınız var mı?" şeklindeki soru üzerine Yılmaz "Otuz bin insanı katletmiş bir vaniyi himaye etmek devletin sonu bakımından pek parlak değildir" dedi.
Milliyet Gazetesinin 26/12/98 tarihli haberinde ise şöyle deniyor.
Vatikan'ın St. Peter Meydanı'nda yapılan geleneksel Noel ayininde çeşitli diller arasında ilk kez Kürtçe de konuşan Papa II: Jean Paul "Sersera ve Pirozde" diyerek Kürt halkına da yeni yılınızı tebrik ederim dedi. Ayin nedeniyle Avrupa'nın çeşitli yerlerinden gelen altmış kadar Kürt kadın da Papa'yı ziyaret ederek kendiine bir dosya erdi. Dosyada Kürt sorunun çözümüne ilişkin PKK'nın görüşlerini yansıtan bazı belgelerle Türkiye'nin güneydoğsundaki olaylara ilişkin fotogrfların yer aldığı öğrenildi. Papa II. Jean Paul Noel konuşasının bir bölümünde Kürt halkından da söz etti ve "bütün dünyada özgürlükisteyen insanlar Allah'ın kuludur. Bir tek Allah bizi korumak için yaratılmıştır. Burada bulunan Kürt halkını da selamlıyorum" dedi.
"Papa II. Jean Paul, dünyanın çeşitli dillerinden halka hitap ederken Türkçe olarak da yeni yılınızı tebrik ederim dedi. St. Peter Meydanı'nda on binlerce insanın katıldığı Noel ayininde Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güen de hazır bulundu".
3/12/98 Cumhuriyet Fazetesinde, Sn. Aytunç Altandal Öcalan'ın Papa'ya mektubu üzerine bir değerlendirme yaptı. Altandal yazısında:
"Aziz Peder, Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir".
Bu sözler bölücü terör örgütü PKK'nın başı Abdullah Öcalan'a aittir. Ve Papa II. Jean Paul'e yazdığı meptupta yer almaktadır.
Şimdi sorumuz şudur: PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketlerinin kiliselerle ne ilişkisi var?
İlkin şunu belirteyim: Kiliseler 1964'den bu yana Ortadoğu'daki Kürtçülük hareketleriyle ve 1983'den sonra da PKK ile çok yakından ilgilenmekteydiler. Güneydoğu Anadolu'daki ilk gizli ve örgütlü etnik ve dinsel ayırımcılığı esas alan istihbarat faaliyetlerini 1962'de Barış Gönüllüleri adıyla bölgeye gönderilen, çoğunluğu Katolik ve Anglikan kiliselerine kayıtlı Amerikalı uzmanlar başlatmışlardır.
Bunlar üç yıl süreyle bu bölgede yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulundular, bir çok vatandaşımıza din değiştirme telkinleri yaptılar, inanılmaz vaatlerde bulundular ve etnik ve dinsel ayırımcılığı körükleyecek bölgesel inanç farklılıklarını bilgi haline dönüştürerek ABD'deki çeşitli istihbarat birimlerine aktardılar. Bu gönüllülerin hazırladıkları raporların bir kısmı da doğrudan doğruya kiliselere gitti. (13)
Oğuz KÖRO?LU