"Avrupa'nın Hasta Adamı" deyiminin eski Rus Çarı Nikolay tarafından Osmanlı Devleti için uydurulduğunu yazar tarihçiler. 21 Mayıs tarihli The Economist dergisinin kapağında Avrupa'nın Hasta Adamı'nın İtalya olduğu vurgulanıyordu. Bu hafta aynı sıfat Fransa için geçerli olmaya başladı. Netice de Avrupa hastalanıyor!!! Cengiz Çandar'ın analiziTürkiye için Fransa özel bir ülkedir. Hep de öyle olagelmiştir. Öyle ki, Türkiye açısından Avrupa ile Fransa adeta eş anlamlıdır. Avrupa dendiği zaman, çok kez, Fransa kastedilmiştir. Cumhuriyetimizin "kurucu ilkeleri" de şayet Fransa'dan ithal değilse, büyük ölçüde "Fransız damgalı"dır. Fransız tecrübesinden ve düşüncesinden etkilenilmiştir. Bizdeki "Türk milliyetçiliği" de o anlamda "kökü dışarıda", kökü Fransa'da sayılabilir. Türk milliyetçiliğinin düşünce planında "atası" kabul edilen Ziya Gökalp'ın Fransa'da "sosyoloji biliminin babası" addedilen Emile Durkheim'ın büyük etkisi altında kaldığı bilinir. Bir başka Fransız, Gustave Le Bon'un da Gökalp üzerinde önemli etkisi vardır. Bizzat Kemal Atatürk'ün Voltaire, Diderot, Montesquieu gibi isimlerin, "Fransız Aydınlanması" nın etkisinde bulundukları, oradan esindikleri de bir sır değildir. "Osmanlı modernleşme" hareketi de, Napolyon savaşlarının bir ürünüdür ve III. Selim zamanında filiz vermiş, II. Mahmut ve ardından Abdülmecit ve Abdülaziz döneminde boy atmıştır. Türk solu da gıdasını oradan almışTürkiye solunun da esin ve başlıca gıda kaynağı, Türk sağcılarının sandığı gibi Sovyetler Birliği değil, Fransa olmuştur. Ardında 1848 Devrimi, 1871 Paris Komünü ve nihayetinde İkinci Dünya Savaşı'nda Komünistlerin büyük rol oynadığı mukavemet hareketi, "Resistance" ve 1968'de Paris'teki büyük öğrenci-gençlik ayaklanması, Türkiye'de solun başlıca manevi referans kaynaklarını oluşturmuştur. Babeuf'den Georges Politzer'e, Louis Althusser'e çeşitli Fransız Marksist düşünce adamlarının kitapları, Türk solcularının baş ucu kitapları haline gelmişti. Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Georges Foucault ve niceleri, Türk aydınlarını yıllar yılı beslemişlerdir. "68 kuşağı"nın bir ferdi olarak, 1970'li yılların ilk yarısındaki "zorunlu sürgün" yaşamımın bir bölümünü Paris'te geçirmiş olmaktan ben de, Paris'in (Fransa diye de okuyabilirsiniz) heyecan duymuştum. 2004 yılı içinde dört kez gittim. Çok tanıdık bir şehirde, amaçsız biçimde, sırf orada bulunmaktan zevk alarak günler geçirirken, bir ara kadim arkadaşım Sabetay Varol'a, "Küreselleşme çağıyla birlikte Paris'in hayli taşralı bir görüntü vermeye başladığını" söylemiştim. Sabetay Varol, çeyrek yüzyıldır Paris'te yaşıyor. Fransa'yı, tarihiyle, toplum yapısıyla, siyaset özellikleriyle onun kadar iyi bilen ve tahlil edebilen bir Türk vatandaşı tanımadım. Türkiye ise Sabetay Varol'u yeterince tanıyıp değerlendirmedi. Gözlemime itiraz edeceğini sanmışken, Sabetay Varol, Fransa'nın "çok ciddi bir kriz içinde bulunduğu, çürümeye başladığı" cevabını vermişti. "Her şey dökülüyor" dedi, "Başta eğitim kurumları. Sorbonne'un artık hiçbir önemi kalmadı. Fransız siyasi elitinin yetiştiği Ecole Normale Superieur hakeza. Bu ülkeden otuz yıla yakın bir süredir, tıp, fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi alanlarda bir tek Nobel Ödülü kazanan çıkmadı. Bu, tek başına, bir şeyler anlatıyor olmalı..." Amerika'ya karşı "Avrupa liderliği"ne soyunan, "çok kutuplu bir dünya" arayışı içinde küresel ölçekte "anti-Amerikanizm'in merkez karargâhı" konumunda bulunan Fransa, bu rolünü yerine getirebilecek enerjiden aslında yoksundu. Pazar günü yapılan AB anayasa referandumuna güçlü bir "hayır" oyu çıkartarak, hem kendisini Avrupa'da güçten düşürdü, hem de Avrupa'yı Amerika karşısında. Fransa'daki referandumun sonuçlarının uluslararası politika üzerinde bırakacağı "derin etkiler", ilk günlerin şoku geçtikten sonra daha çok anlaşılacak. Biz, işin "Türkiye'nin AB ilişkileri" üzerindeki "teknik sonuçları" ile -doğal olarak- fazlasıyla etkiliyiz. Fransız referandumunun sonucunun yol açacağı gelişmeler, bütün bunların çok daha ötesinde anlamlar içeriyor ve taşıyor.