"Terörsüz Türkiye" başlığıyla yürütülen tartışmalar, partilerin açıkladığı raporlarla birlikte artık yeni bir aşamaya girmiştir. Bu raporlar yalnızca siyasi niyetleri değil; sürecin hangi istikamete evrileceğini ve bedelin kime ödetileceğini de açık biçimde göstermektedir. Bugün gelinen noktada kazanan bir çözüm iradesi yoktur. Aksine, kaybeden; milletin birlik duygusu, toplumsal huzur ve ortak gelecek tasavvurudur.
Önce DEM Parti'nin pozisyonuna bakmak gerekir. DEM'in dili ve raporları sürecin en "açık" tarafını oluşturmaktadır. Bu açıklık bir samimiyet göstergesi değil, hedefin gizlenmemesidir. Kimlik merkezli siyaset açıkça merkeze alınmış, "Kürt meselesi vardır" söylemi komisyon zeminine taşınmıştır. Üstelik bu yapılırken, nihai hedefi perdeleme ihtiyacı dahi duyulmamıştır.
Tam da bu nedenle DEM'in bu kadar açıktan pozisyon alması, komisyondan fiilî bir sonuç alınamayacağının işaretidir. Eğer süreç DEM'in arzu ettiği şekilde sonuçlanacak olsaydı, bu denli rahat ve pervasız bir dil tercih edilmezdi. Bugünkü açıklık, sürecin tıkanacağını bilen bir siyasi aklın, toplumu bir sonraki aşamaya alıştırma çabasıdır. Yani hedef, bir çözüm üretmekten ziyade; "Türk milleti halklara bölünsün, bu bölünme normalleşsin" fikrinin zihinlere yerleştirilmesidir.
Bu tabloda Cumhuriyet Halk Partisi'nin tutumu ise netlikten uzaktır. Bir yandan üniter devlet vurgusu yapılırken, diğer yandan kimlik merkezli dile mesafe koyulamaması, CHP'yi çözüm üreten değil; belirsizliği derinleştiren bir pozisyona itmektedir.
İktidar blokuna gelince… Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi'nin tutumu, klasik bir Türk siyaset deyimini hatırlatmaktadır: Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar. Söylemde sertlik, pratikte esneklik; kürsüde devlet refleksi, masada ise muğlaklık…
Bir taraftan komisyona girilecek, diğer taraftan komisyonun ruhuna aykırı demeçler verilecek. Bir yandan "üniter devlet kırmızıçizgimiz" denilecek, diğer yandan kimlik merkezli raporların önü açılacak. Bu tablo, sürecin bir devlet aklıyla değil; günü kurtarmaya dönük bir siyasi taktikle yürütüldüğünü göstermektedir. "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" dedirten çelişki tam da buradadır.
Daha da önemlisi, "geçici ve müstakil kanun" söylemiyle hukukun arkasından dolanma ihtimalidir. Hukukun temel ilkesi açıktır: Kanun geçici olmaz; özellikle milletin kaderini ilgilendiren konularda. Bugün "istisna" diye sunulan bir düzenleme, yarın kalıcı bir teamüle dönüşür. Bunun bedelini ne DEM öder, ne AKP, ne CHP ne de MHP… Bedeli millet öder.
Bu sürecin toplumsal yansımaları ise artık inkâr edilemeyecek kadar görünür hâle gelmiştir. Bursaspor maçında Leyla Zana aleyhine atılan sloganlar, basit bir tribün tepkisi değildir. Spor sahası, normalde siyasetin en geç girmesi gereken alanlardan biridir. Ancak bugün tribünler, toplumun bilinçaltına itilmiş kaygıların dışavurum alanına dönüşmektedir.
Bu durum bize şunu gösteriyor: İçerideki birlik ciddi biçimde zarar görmektedir. Siyasi projeler, yavaş yavaş halka mal olmaya başlamaktadır. Millet, kendisine sorulmadan yürütülen bu sürecin sonuçlarını sezmekte ve refleks geliştirmektedir. Bu refleks kontrolsüz biçimde büyürse, yarın kimsenin durduramayacağı bir toplumsal gerilim ortaya çıkabilir.
Netice itibarıyla tablo nettir. Raporlar ortada, komisyon ortada, söylemler ortadadır. Kaybeden; millet yapımız, birlik duygumuz ve beraberliğimiz olmuştur. Kazanan ise ne yazık ki, bu coğrafyada yüz yıldır aynı senaryoyu sahneleyen emperyal akıldır.
Unutulmamalıdır: Milletin birliği raporlarla değil; adaletle, eşitlikle ve samimiyetle korunur. Bu üçü yoksa, geriye sadece kırık fay hatları kalır.
Önce DEM Parti'nin pozisyonuna bakmak gerekir. DEM'in dili ve raporları sürecin en "açık" tarafını oluşturmaktadır. Bu açıklık bir samimiyet göstergesi değil, hedefin gizlenmemesidir. Kimlik merkezli siyaset açıkça merkeze alınmış, "Kürt meselesi vardır" söylemi komisyon zeminine taşınmıştır. Üstelik bu yapılırken, nihai hedefi perdeleme ihtiyacı dahi duyulmamıştır.
Tam da bu nedenle DEM'in bu kadar açıktan pozisyon alması, komisyondan fiilî bir sonuç alınamayacağının işaretidir. Eğer süreç DEM'in arzu ettiği şekilde sonuçlanacak olsaydı, bu denli rahat ve pervasız bir dil tercih edilmezdi. Bugünkü açıklık, sürecin tıkanacağını bilen bir siyasi aklın, toplumu bir sonraki aşamaya alıştırma çabasıdır. Yani hedef, bir çözüm üretmekten ziyade; "Türk milleti halklara bölünsün, bu bölünme normalleşsin" fikrinin zihinlere yerleştirilmesidir.
Bu tabloda Cumhuriyet Halk Partisi'nin tutumu ise netlikten uzaktır. Bir yandan üniter devlet vurgusu yapılırken, diğer yandan kimlik merkezli dile mesafe koyulamaması, CHP'yi çözüm üreten değil; belirsizliği derinleştiren bir pozisyona itmektedir.
İktidar blokuna gelince… Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi'nin tutumu, klasik bir Türk siyaset deyimini hatırlatmaktadır: Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar. Söylemde sertlik, pratikte esneklik; kürsüde devlet refleksi, masada ise muğlaklık…
Bir taraftan komisyona girilecek, diğer taraftan komisyonun ruhuna aykırı demeçler verilecek. Bir yandan "üniter devlet kırmızıçizgimiz" denilecek, diğer yandan kimlik merkezli raporların önü açılacak. Bu tablo, sürecin bir devlet aklıyla değil; günü kurtarmaya dönük bir siyasi taktikle yürütüldüğünü göstermektedir. "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" dedirten çelişki tam da buradadır.
Daha da önemlisi, "geçici ve müstakil kanun" söylemiyle hukukun arkasından dolanma ihtimalidir. Hukukun temel ilkesi açıktır: Kanun geçici olmaz; özellikle milletin kaderini ilgilendiren konularda. Bugün "istisna" diye sunulan bir düzenleme, yarın kalıcı bir teamüle dönüşür. Bunun bedelini ne DEM öder, ne AKP, ne CHP ne de MHP… Bedeli millet öder.
Bu sürecin toplumsal yansımaları ise artık inkâr edilemeyecek kadar görünür hâle gelmiştir. Bursaspor maçında Leyla Zana aleyhine atılan sloganlar, basit bir tribün tepkisi değildir. Spor sahası, normalde siyasetin en geç girmesi gereken alanlardan biridir. Ancak bugün tribünler, toplumun bilinçaltına itilmiş kaygıların dışavurum alanına dönüşmektedir.
Bu durum bize şunu gösteriyor: İçerideki birlik ciddi biçimde zarar görmektedir. Siyasi projeler, yavaş yavaş halka mal olmaya başlamaktadır. Millet, kendisine sorulmadan yürütülen bu sürecin sonuçlarını sezmekte ve refleks geliştirmektedir. Bu refleks kontrolsüz biçimde büyürse, yarın kimsenin durduramayacağı bir toplumsal gerilim ortaya çıkabilir.
Netice itibarıyla tablo nettir. Raporlar ortada, komisyon ortada, söylemler ortadadır. Kaybeden; millet yapımız, birlik duygumuz ve beraberliğimiz olmuştur. Kazanan ise ne yazık ki, bu coğrafyada yüz yıldır aynı senaryoyu sahneleyen emperyal akıldır.
Unutulmamalıdır: Milletin birliği raporlarla değil; adaletle, eşitlikle ve samimiyetle korunur. Bu üçü yoksa, geriye sadece kırık fay hatları kalır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Prof. Dr. Ahmet H. Kepekçi / diğer yazıları
- Kürt meselesi kimin meselesidir? / 26.12.2025
- DEM açık, AKP-MHP çelişkili, CHP kararsız / 25.12.2025
- Asgari ücret değil, asgari hayat / 21.12.2025
- Dün ile bugün arasında bir düşünce köprüsü / 19.12.2025
- ABD bütçesiyle ayakta tutulan terör / 18.12.2025
- Sınırın gerçeği: Kilis’ten Türkiye’ye / 16.12.2025
- Bir kongre: “Dağ başını duman almış” / 15.12.2025
- Türkiye darboğazda değil, kuşatma altında / 13.12.2025
- Biz atadan geldik, ataya gideriz / 12.12.2025
- Türkiye kuşatılıyor; çıkış Atatürk’ün dış politika aklı ve Haydar Baş’ın çizgisidir / 06.12.2025
- DEM açık, AKP-MHP çelişkili, CHP kararsız / 25.12.2025
- Asgari ücret değil, asgari hayat / 21.12.2025
- Dün ile bugün arasında bir düşünce köprüsü / 19.12.2025
- ABD bütçesiyle ayakta tutulan terör / 18.12.2025
- Sınırın gerçeği: Kilis’ten Türkiye’ye / 16.12.2025
- Bir kongre: “Dağ başını duman almış” / 15.12.2025
- Türkiye darboğazda değil, kuşatma altında / 13.12.2025
- Biz atadan geldik, ataya gideriz / 12.12.2025
- Türkiye kuşatılıyor; çıkış Atatürk’ün dış politika aklı ve Haydar Baş’ın çizgisidir / 06.12.2025
































































































