Bir süredir medeniyetler çatışmasının var olduğundan söz ediliyor... Bugün de Türkiye'de herkesçe kim oldukları artık iyi bilinen, bir avuç şahıs vasıtasıyla organize edilen "Medeniyetler Uzlaşması Zirvesi" ortalıkta dolaşıyor duruyor. IMF yani uluslararası parasal işbirliği ve onun partneri Dünya Bankası'nın, önce Avrupa'nın yeniden yapılandırılması için gerekli desteği sağlamak üzere kuruldukları söylendi bütün dünyaya. Oysa kapitalist dünyanın 7 sanayileşmiş ülkesi (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada) bir araya gelip sistemin yönetimine ilişkin kararları almaya ve her zaman IMF ve Dünya Bankası kararlarının çerçevesini, sömürdükleri-üçüncü sınıf üye ülkelere pek de danışmadan oluşturur ve uygular... Böylece IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar, bu kapitalist ülkelere aslında -gerçekte- ABD'ye ve belli birkaç kapitalist global güce bağlı kuruluşlar olduğu en son planda görülür.
11 Eylül'e gelinceye kadar aslında kendi adamları Derviş'in idaresindeki Türkiye'yi kasıtlı bir biçimde ağır eleştiren ve o nedenle de 17. stand-by düzenlemesinin son iki diliminin kullanılmasını durduran IMF, uluslararası global sermaye lehine koparttığı büyük tavizler karşılığında, Türkiye'nin son derecede başarılı bir program izlediğini ve her türlü desteğe layık olduğunu söylemeye başlar... Sonra tekrar taviz koparmak istediğinde aynı basit ve etkili fasit daireyi çalıştırır... Ve yine aynı fasit daire çevrildi ve bizi idare edenler hiçbir şey yapmaksızın Apo'yu ve katil güruhunu asmamak ve saklanan önemli tavizler karşısında, sonuç olarak 16 milyar dolarlık 18. stand-by düzenlemesini devreye sokuverdiler. Fakat halka söylenen ise hep aynı terane! Hesapta söylenen, 11 Eylül travmasından sonra ABD'nin bölgede, Türkiye'nin güçlendirilmesi gerektiği kanısından dolayı IMF'nin, Türkiye'yi övmeye başlaması ve sonra da Arjantin'e vermediği borcu Türkiye'ye vermesidir. Ve bundan dolayı 11 Eylül'ün değerini çok iyi bilmemiz gerektiği lafı durmadan tekrarlanır... Bir yazarın ifade ettiği gibi, hem iktidarıyla hem muhalefetiyle, hem de ülkeye ümit olarak empoze edilen AKP'siyle, böylesine iğrenç bir yalan aracılığıyla, memleketi kandırmak hazin olduğu kadar trajik bir durumdur da;
"11 Eylül'ün kıymetini bilmek; bir millet için ne kadar hazin, insanlık için ne trajik bir ifade! En acıklısı, bu görüş ve tutumun Türkiye'de yaygınlığı, savunucuları kadar, muhaliflerinin de olmaması, her görüşten, her meşrepten insanın, iş yeni dünya düzeninden pay kapmak olunca hiçbir tereddüde kapılmadan aynı tepkiyi vermesi, bunu 'milli' bir gayret olarak görmesi ve göstermesi. Kerameti kendinden de menkul olsa, bir nevi muhalefet hareketi olarak ortaya çıkan AKP zevatının, önlerine liderlerini katıp Davos'a hüner göstermeye koşması, kendilerini destekleyen basının oradaki başarılarını öve öve bitirememesi başka türlü nasıl anlaşılabilir."
Devleti devlet yapan unsurlar içinde asıl belirleyici olanı egemenlik gücünün teşkilâtlanması değil midir? Toplum tarihi dönemlerde yahut farklı kültürlerde değişebilir, coğrafya farklı olabilir, hatta belirli bir coğrafya olamayabileceği bile düşünülebilir, ama, bir buyurma hakkı ve bunun kullanılması için teşkilâtlanma her devlette var olması gerekmez mi? Bu hakkın kimlerde olacağı ve nasıl kullanılacağı, devlet ve yönetim biçimlerini belirleyen temel meseledir. Halbuki buyurma hakkını ve teşkilâtlanmayı kaybeden devletler devlet olmaktan, bu devleti oluşturan uluslar ise ulus olmaktan çıkmışlar demektir.
Bu tür ulusal hassasiyetleri ülkemiz açısından değerlendirdiğimizde ve Atatürk'ün "Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel, Türkiye'nin istikbaline/bağımsızlığına/kendi benliğine, milli/ulusal/geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir" sözlerinin bir de günümüz modern mandacı küresel uşakların hareket ve sözleriyle mukayese ettiğimizde, Atatürk'ün çok haklı gerekçelere dayanarak, milli/ulusal hedeflerimizi daha koyu bir şekilde ortaya çıkarttığını anlarız!..
11 Eylül'e gelinceye kadar aslında kendi adamları Derviş'in idaresindeki Türkiye'yi kasıtlı bir biçimde ağır eleştiren ve o nedenle de 17. stand-by düzenlemesinin son iki diliminin kullanılmasını durduran IMF, uluslararası global sermaye lehine koparttığı büyük tavizler karşılığında, Türkiye'nin son derecede başarılı bir program izlediğini ve her türlü desteğe layık olduğunu söylemeye başlar... Sonra tekrar taviz koparmak istediğinde aynı basit ve etkili fasit daireyi çalıştırır... Ve yine aynı fasit daire çevrildi ve bizi idare edenler hiçbir şey yapmaksızın Apo'yu ve katil güruhunu asmamak ve saklanan önemli tavizler karşısında, sonuç olarak 16 milyar dolarlık 18. stand-by düzenlemesini devreye sokuverdiler. Fakat halka söylenen ise hep aynı terane! Hesapta söylenen, 11 Eylül travmasından sonra ABD'nin bölgede, Türkiye'nin güçlendirilmesi gerektiği kanısından dolayı IMF'nin, Türkiye'yi övmeye başlaması ve sonra da Arjantin'e vermediği borcu Türkiye'ye vermesidir. Ve bundan dolayı 11 Eylül'ün değerini çok iyi bilmemiz gerektiği lafı durmadan tekrarlanır... Bir yazarın ifade ettiği gibi, hem iktidarıyla hem muhalefetiyle, hem de ülkeye ümit olarak empoze edilen AKP'siyle, böylesine iğrenç bir yalan aracılığıyla, memleketi kandırmak hazin olduğu kadar trajik bir durumdur da;
"11 Eylül'ün kıymetini bilmek; bir millet için ne kadar hazin, insanlık için ne trajik bir ifade! En acıklısı, bu görüş ve tutumun Türkiye'de yaygınlığı, savunucuları kadar, muhaliflerinin de olmaması, her görüşten, her meşrepten insanın, iş yeni dünya düzeninden pay kapmak olunca hiçbir tereddüde kapılmadan aynı tepkiyi vermesi, bunu 'milli' bir gayret olarak görmesi ve göstermesi. Kerameti kendinden de menkul olsa, bir nevi muhalefet hareketi olarak ortaya çıkan AKP zevatının, önlerine liderlerini katıp Davos'a hüner göstermeye koşması, kendilerini destekleyen basının oradaki başarılarını öve öve bitirememesi başka türlü nasıl anlaşılabilir."
Devleti devlet yapan unsurlar içinde asıl belirleyici olanı egemenlik gücünün teşkilâtlanması değil midir? Toplum tarihi dönemlerde yahut farklı kültürlerde değişebilir, coğrafya farklı olabilir, hatta belirli bir coğrafya olamayabileceği bile düşünülebilir, ama, bir buyurma hakkı ve bunun kullanılması için teşkilâtlanma her devlette var olması gerekmez mi? Bu hakkın kimlerde olacağı ve nasıl kullanılacağı, devlet ve yönetim biçimlerini belirleyen temel meseledir. Halbuki buyurma hakkını ve teşkilâtlanmayı kaybeden devletler devlet olmaktan, bu devleti oluşturan uluslar ise ulus olmaktan çıkmışlar demektir.
Bu tür ulusal hassasiyetleri ülkemiz açısından değerlendirdiğimizde ve Atatürk'ün "Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel, Türkiye'nin istikbaline/bağımsızlığına/kendi benliğine, milli/ulusal/geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir" sözlerinin bir de günümüz modern mandacı küresel uşakların hareket ve sözleriyle mukayese ettiğimizde, Atatürk'ün çok haklı gerekçelere dayanarak, milli/ulusal hedeflerimizi daha koyu bir şekilde ortaya çıkarttığını anlarız!..
Adnan Ulutaş / diğer yazıları
- Bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? / 23.07.2002
- Demokrasi kabusu / 17.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-II / 12.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-I / 11.07.2002
- Hangi zaman? / 10.07.2002
- Hangi ruh? / 09.07.2002
- Zulmün hukuku olmaz / 03.07.2002
- Batının ahlâksız hayatı! / 25.06.2002
- Avrupalaşma ihaneti / 19.06.2002
- Alçaklığın adı hukuk oldu! / 16.05.2002
- Demokrasi kabusu / 17.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-II / 12.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-I / 11.07.2002
- Hangi zaman? / 10.07.2002
- Hangi ruh? / 09.07.2002
- Zulmün hukuku olmaz / 03.07.2002
- Batının ahlâksız hayatı! / 25.06.2002
- Avrupalaşma ihaneti / 19.06.2002
- Alçaklığın adı hukuk oldu! / 16.05.2002