O sene kış çok sert geçmişti. Babaannem ömründe böyle soğuk ve karlı bir kış görmediğini anlatıp durmuştu.
Kış, O'nda hep Sarıkamış'ı çağrıştırırdı. Ama biz O'nun dedemle ilgili Sarıkamış hatıralarını böylesine içten, böylesine dolu dolu ve böylesine gözyaşı içinde anlattığına ilk defa şahit olmuştuk. Dantellerle örülmüş beyaz çemberinin içinde, nûrani bir gizeme bürünmüş yüz hatlarının kalın kıvrımları, o konuştukça bizi kâh Köprüköy Muharebeleri'ne kâh Sarıkamış'ın derin ve ölümcül beyazına götürürdü.
"Dedeniz Hacı Sait Bey, tâ Filistin Cephesi'nden alınıp götürülmüştü Sarıkamış'a. Filistin çöllerinde de dayanılmaz sıcaklarla boğuşmuşlar. O kocaman çöl deryasında öyle kızgın sıcaklar görmüşler ki, asker içinde bayılanın, kendinden geçenin haddi hesabı yoktu. Yazdığı mektuplarda "Bizi bu çölden kurtar ey Allah'ım" diye dua ederdi çoklukla. Ama Sarıkamış'ı gördüğünde, oranın soğuğunu iliklerine kadar hissetmeye başladığında, çöl sıcağını arar olacaktı cümle erat. Aşiret Alaylarından bir nefer ile gönderdiği mektupta şöyle yazıyordu Sait Efendi?"
Babaannem sözünün burasında koynunda bir hazine gibi sakladığı, tamamen buruşmuş mektubu çıkarır, gözlüklerini büyük bir itina ile takar, hiç birimizin okumasına müsaade etmeden tane tane okumaya başlardı:"Benim nazende kuzum. Bizi trenlere koyup İstanbul'a, oradan da gemilerle Karadeniz'e ve nihayetinde buralara getireli kaç ay oldu bilmem. Ayları günleri karıştırır oldum. Buranın soğuğunu görünce Filistin çöllerinin sıcağının meğer bir İlahi lütuf olduğunu anladık."Babaannem dedemin gerçekten nazende kuzusu idi. Topu topu üç yıl birlikte kalmışlardı ama böylesine tutkulu, böylesine saf, böylesine derin bir sevda örneği az bulunurdu. Ömrü boyunca Sait Efendi'nin kehribar tespihini hep yanı başında taşıdı. Evlenirken ona aldığı mavi işlemeli mendili, kehribar tespihi onun can ciğer iki dostu idi. Onları öper, koklar, kalbinin üzerine bastırır, sonra da tiftik yününden kendi eliyle dokuduğu heybeye koyardı. Onu bildim bileli ya elinde tespih vardı ya dilinde dua.
Dedemi hiçbir vakit duasında ihmal etmedi. "Sait Efendi" derken gözlerinin içi cıvıl cıvıl olur, kalbinin gümbür gümbür atışını duyar gibi olurduk.Sert geçen o kış boyunca, Sait Efendi'nin gidip de gelmediği, gelemediği o keskin, o hızar gibi biçen Sarıkamış soğuğunun hikâyesini defalarca ve her defasında aynı heyecanla dinledik.Her defasında gözlerimiz doldu, her defasında babaannem yeni bir olay anlattı, yeni bir hikâye buldu. Köyümüz çevre köylere nazaran hayli şanslıydı. Bu civarda ilk mektep açılan köy bizim köydü. Mektebin ilk hocası Nevzat Bey'in köy kahvesinde toplananlara tâ yarım asır öncesinde anlattığı Sarıkamış olaylarını, kapının dibine çökerek pür dikkat dinleyen kadınların başında babaannem gelirdi. Köyün yaşlıları, Nevzat Hoca'nın çok bilgili ve arif bir kişi olduğunu, çok kitap okuduğunu anlatırlardı. Nevzat Hoca'nın kapısını en sık aşındıran kişi babaannemmiş. Sarıkamış'ta kaybettiği evinin direğinin başına gelenlerle ilgili yeni bir olay, yeni bir acı demeti, keskin bir soğuğun iç karartıcı buruk gerçekleri de olsa yeni bir ayrıntı duyabilmek için Nevzat Hoca'nın yanına koşarmış. Sarıkamış'ta neler olup bittiğini pek çok kaynaktan araştırmış olan köy okulunun öğretmeni Nevzat Hoca'nın, okuduğu türlü türlü kitaplardan derlediği Sarıkamış dramının puslu sayfalarını, ta yarım asır öncesinde köy kahvesinde toplananlara anlattığında en önde babaannem oturur, başını iki yana sallayarak gözleri dolu dolu dinlermiş.
Dokuzuncu Kolordu Komutanı İhsan Paşa'nın o kar deryasında neler yaptığını, Miralay Arif Bey'in Enver Paşa'ya verdiği raporda bu şartlarda harekâtın ertelenmesinin gerektiğini söylediğini ama Enver Bey'in dinlemediğini kim bilir kaçıncı defa anlatıvermişti bize."Eyi belleyin çocuklar bu Sarıkamış'ı, eyi belleyin. Sadece askerimizin kırıldığı o gece saldırısı değildir bu harp. Ruslar, Aras Havzası'ndan süvari birliklerini saldılar bir gün Mehmedin üstüne. Aniden saldırdılar. Hudut taburlarımız evvela neye uğradığını şaşırdı. Ama tez toparlandılar. Başlarında genç bir zabit vardı eratın. Eğer Ruslar burada bizi yenseydi Narman'a varacaklardı ki bu tam bir felaket olacaktı. Bir süngü hücumu yaptılar ki Allah Allah diye diye, yer ile gök inledi sanki. Rus darmadağın oldu. Sait Efendi kim bilir o hengamede var mıydı bilmem ama, böylesi çok afetin içine düştü."
"Asker gece vakti saldırı emri aldı ya Sarıkamış'a. Gece ki ne gece. Mehtap olmasına rağmen karanlık kuşatmış her yanı. Ormanların içi zifir mi zifir. Karşı tarafta geniş mi geniş bir yayla vardı. Önce Binbaşı Nuri Bey yanına aldığı atlılarla gecenin kör karanlığında düşmanın üzerine yürüdü. Yürüdü ama tez geldi düşmanın ateşi.Meçhul ve korkunç dağların heyula gibi ürkütücü karanlığında bu saldırı düşmana da yerimizi belli etti. Karşılıklı çetin bir muharebe oldu.Eratımızın çoğu o dipsiz ormanda kayboldu.""Komutan Arif Bey baktı ki asker derin ormanlarda ve korkunç uçurum kenarlarında tehlikededir hemen onları toparladı, bir yol boyunca düzgün bir çizgiye getirdi. Bir iki bölükle yaylayı tutmuş olan düşman ise ricat etmiş yaylayı terk etmişti. Mitralyözlerinin namlularını alıp yalnız kızaklarını bırakarak ricat etmişlerdi. Ancak ormanlı tepede yeniden mevzilenen Ruslar saldırıya geçti. Her yan kan gölüne döndü. Kim bilir Sait Bey de orada mıydı?"
Bu "Kim bilir Sait Bey de orada mıydı?" cümlesini neredeyse her anlattığı olayın ardından dalgın ve buruk bir ruh haliyle tekrarlardı. Biz de ilk kez duyuyormuş gibi merakla dinlerdik.O kış, uzun ve bitmeyen gecelerde gaz lambasının titrek ışığı duvarı yalarken biz genellikle Sarıkamış'ın buz gibi hikâyelerinin doyumsuz derinliklerindeydik. Babaannem yaşından beklenmeyen bir dinçlikle ve sabırla anlatırdı. Sanki muharebelerde süngü takarak saldırıya geçen kendisiymiş gibi, sanki metrelerce yığılı kardan bir geçiş yolu eşeleyen kendisiymiş gibi, sanki sert rüzgârların keskin sillesi kendi yüzüne çarpıyormuş gibi doğal bir anlatımla bizi o ücra dağ başlarına, o muamma dolu kar tepeciklerinin kanlı beyazına taşırdı. Soba sönmeye yüz tutmuşsa, babaannemin meşe ve ladin dallarından közlendirdiği mangalın etrafına üşüşür, ona sorular sorar, ağabeyim Necip, amcamın kızı Feride ve ben, annemin "hadi yatın artık" diye seslenmesine aldırmayıp o muhteşem öyküyü uykuya dalıncaya kadar dinlerdik.
Evimiz tam köy meydanında idi. Babamla amcam bir elin parmakları gibi içi içe geçmiş iki kardeşti. Amcam, köyün sırt mevkisindeki tarlasını satıp üstüne buğdaydan aldığı birkaç kuruşu birleştirerek iki katlı sekiz odalı oldukça geniş bu evi yapmış, babama "hadi bakalım Salih Abi, üst kat senin, alt kat benim!" deyince babam çok şaşırıvermişti. Amcamın ısrarı üzerine kerpiçten yapılı yıkılmaya yüz tutmuş, yamalı bohça gibi duran, üzerindeki tenekelerden en küçük bir yağmurda sular boşalıveren evimizden çıkıp amcamlarla birlikte oturmaya başlamıştık. Yazın bütün köyün harman yeri evimizin önündeki büyük meydandı. Köyün engebeli arazisine karşın oldukça geniş bir düzlüğün olduğu bu harman alanı, buğday hasadı başlar başlamaz tam bir şenlik yeri olurdu. Harmanın orta yerinde halay çekmek için dizilen gençler ve onlara alkışlarla destek veren köy kızlarına, büyükçe bir taşın üzerine oturup elindeki güğümün dibine bir trampet gibi vurarak herkesi coşturan Memiş Ağa katılır, Haziran'ın bu ilk haftalarında başlayan neşeli günler adeta bayramı andırırdı. Kendimi bildim bileli köy camisinin imamlığını yapan Hüseyin Hoca da bu kervana katılır, bazen en başında bazen gün batımına doğru davûdi sesiyle Kur'an okur, toplananlara dua yaptırır, sonra da dağılır giderdik.Daha sonraki yıllarda tamamen unutulan bu harman şenliklerini ne çok özleyecektik.
Ellerindeki orak ve tırpanlarla altın sarısı buğday tarlaları arasında bütün aile fertlerinin kızgın güneşin kavurucu sıcağında günler, haftalar süren çalışmaları hepimiz için hayat demekti. Buğday demek, ekmek demekti, aş demekti, bereket demekti, hayat demekti. Ocağın tütmesi demekti. Dağın, taşın, yeşilin, ırmağın daha bir coşkulu olması demekti. Köylünün huzuru, mutluluğu demekti.Buğday sarıları, bütün Sellidere köyü için toprağın en anlamlı, en ışıltılı, en rüya ötesi hediyesiydi.
Babaannem, başakların püsküllerini okşarken adeta gecemizi aydınlatan bir aya dokunuyor gibi narince, elini altın bir fanusun içine sokmuşçasına dikkatli davranırdı. Bu bereket kokan topraklara ve bu altın deryasında kaybolan güzelliklere ömür boyunca şükretti. Beli iyice bükülüp artık adım atamaz hale gelince bile annem onu genişçe bir sepetin içine koyar, meşe palamutlarının arasından tıknefes yürüyerek buğday tarlasına getirir, sırtına iki tane minderi dayar, buğday tarlalarını seyrettirirdi. Babaannem, hepimizin üzerinden şıpır şıpır terlerin damladığı böyle bir Haziran akşamında, elinde dedemin kehribar tespihi ile mutfaktaki sedirin üzerinde öylece yığıldı. Yanında sadece ben vardım. Korkuyla yanına koştum. Başı hafifçe yana eğilmiş, kirpikleri yarı kapalı, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Dudaklarının arasından tatlı bir tebessüm yayılıyordu. Bir ömrün bütün cefasını, umutlarını, hasretini, hüznünü, mücadelesini ellerindeki kırış kırış gizemli çizgilerden okumak mümkündü. Elleri ellerimdeydi. Pamuk gibi yumuşacık, gül bahçesi gibi huzur doluydu.
Mutfağın pencerecesine fırlayıp bahçedeki incir ağacının altında, kenarları yırtılmış plastik kapta çamaşır yıkayan anneme bağırdım:"Anne koş! Babaanneme bir şey oluyor!"Annem ok gibi fırlayıp içeri koşarken yeniden babaannemin yanına geldim. Babaannem, yüzünden hiç kaybolmayan o derin ve anlamlı tebessümü ile yeniden ellerimi tuttu."-Sakin ol oğlum." dedi. "Sen benim yüreğimin bir parçasısın. Anana babana iyi evlat ol. Beni sakın unutma."Şaşkın bir halde ve ağlamamak için kendimi zor tutarak ellerini okşamaya devam ettim:"Oku, büyük adam ol Ferit'im. En büyük mekteplerde oku. Memleketin en büyük makamlarına lâyıksın sen? Bak şurada heybem var. Onun içinde mavi bir mendil var, getiriver onu bana hele!"Bir koşu getirdim. Kenarları işlemeli mavi mendili eline verdiğimde annem feryatlar içinde mutfağa girmişti. "Anam!" diye bir çığlık atıp maşrapayı kaptığı gibi babaannemin yanına çömelmiş, yüzünü ıslatmaya başlamıştı.Babaannem mendilini son bir gayretle açtı, içinden çıkardığı eski bir fotoğrafı dudaklarına değdirdi ve sedirin üzerine öylece yığılıverdi.
Babaannemin ölümü bizi çok etkiledi. Sarıkamış hikâyeleri ile geçen bir kışın ardından hiç beklemediğimiz bir zamanda ansızın bir gidişti bu.Onun bize daha yıllar boyu Sait Efendi hikâyesi anlatacağını, daha uzun yıllar gaz lambasının feri gitmiş ışığının loş gölgesinde doyumsuz ama her biri tamamen gerçek Sarıkamış faciasından kesitler anlatacağını sanırdık. Ama olmadı. Ölümün soğuk yüzü keskin bir bıçak gibi evin içini kaplayıvermişti. Haftalarca herkes donuk gözlerle birbirine bakıp durmuş, babam kapı arkalarında, evin gözden ırak yerlerinde bizim görmemizi istemeden içli içli ağlayıp durmuş, amcamın o ciddi ve güçlü duruşunun yerinde adeta yeller esmeye başlamış, annem ise daha metin olmaya çalışan ama asla başaramayan ruh haliyle acımızı daha da katmerleştirmişti.Bizi en az ölüm kadar şaşırtan ve şok eden şey ise babaannemin mavi mendilinin içinden çıkan dedemin fotoğrafı idi. O fotoğraf çekileli en az altmış yıl olmuştu. Arkasında "nazende kuzuma, ciğerimin parçasına en aziz selamlarımı sunarım" diye yazıyordu.
Fotoğraf belli ki Filistin Cephesi'nden Erzurum'a gönderilişleri sırasında trenle İstanbul'a geldiklerinde çekilmişti. Sait Efendi'nin, Sarıkamış şehidi dedemizin fotoğrafını ilk görüşümüzdü. Çok etkilenmiştim. Gözleri adeta derin ve uçsuz bucaksız bir mesafeyi süzüyormuş gibi ufukların ötesine götürmüştü bizi. Kalın kirpikleri kendinden emin, güven dolu, korkusuz bir kişiliğin bütün izlerini yansıtıyordu. Yüz hatlarında, bir savaşın içinde olan değil adeta coşan deli bir ırmağın, çılgın bir selin ihtişamı vardı. Yıllarca savaştan savaşa, cepheden cepheye koşmuş bir kişi değil de sanki bütün yaşadıklarıyla alay eden, umursamayan, gururlu, her an kükreyecekmiş gibi bakan bir kuvvet abidesi vardı bu fotoğrafta. Ve sağ elmacık kemiğinin altında kim bilir bir kurşun sıyrığı mı, yoksa kıran kırana geçen bir süngü savaşından mı kalmış bilinmez küçük bir iz.Dedemin resmini görünce ondan daha bir gurur duydum. Daha bir göğsüm kabardı. Sait Efendi'nin torunu olmak meğer ne güzel bir şeydi. Babaannemin bu fotoğrafı neden gizlediğini, neden altmış yıl boyunca hiç kimseye göstermediğini, bu muhteşem hatırayı hiç kimse tarafından paylaşmak istememe gibi bir gizemli gaye mi taşıdığını soracak hiç kimse kalmamıştı hayatta.Ama o yaz tatili boyunca hep babaannemin son sözlerini düşündüm. Hele de Salı günleri, kasabanın bütün yağının, peynirinin, sebzesinin köylerden pazar yerine aktığı ve amcamla babamın haftanın bir günü kurdukları çadırda, şehirden getirttikleri bakliyat ürünlerini köylülere sattıkları o yoğun kalabalıkta, köşedeki bayiden ödünç alıp okuduğum gazetelerde ülkenin her yerinde artan anarşi olaylarını büyük bir üzüntü ile okurken babaannemin öğüdü daha da yer etti kulaklarımda. Büyük bir adam olmalıydım. İlk mektebin son sınıfındaki bir çocuğun kafasındaki büyük adam kavramının tam olarak yerli yerine oturmadığı muhakkaktı. Nasıl büyük adam olacaktım? Ne yapmalıydım, hangi mesleği seçmeliydim? Hangi okulları okumalıydım?Büyük adam nasıl olunurdu?Zamanın uçup gittiği, hatıraların bir dikenli dal gibi elimizi tırmaladığı günler ne çabuk geçmişti. İstanbul Üniversitesi'ni kazanıp siyasal bilimler fakültesinin kapısından ilk içeri ilk girdiğimde nasıl da şaşkındım. Her taraf cıvıl cıvıl gençlerle doluydu. Anadolu'nun değişik yerlerinden bin bir ümitle bu hayal şehrine koşan binlerce kişiden biri olmak ne güzeldi. Üniversite yılları boyunca babaannemin karaltısını hep yanı başımda hissettim. Kaldığım öğrenci evlerinde, yurt odalarında ne zaman derslerden başımı kaldırıp dinlenmeye koyulsam, babaannem sanki masanın başında bana gülümsüyor sanırdım; bir elinde kehribar tespih öbür elinde dedemin fotoğrafı ve mavi mendil.Tayin olduğum yerlere daha ısınma fırsatı bile bulmadan, Dışişleri'nin hızlı atama kararnamesi yayınlayıp, personel dairesinden Kemal İzzet Bey'in de "Moğolistan'a tayin oldun, Büyükelçi yardımcısısın! Hadi hayırlı olsun!" diyerek o muzip sesle verdiği haberi alınca düşmüştüm yollara.
Ulan Batur'a vardığımda çok ilginç bir manzara ile karşılaşmıştım. Ülkenin her yeri uçsuz bucaksız topraklar, yemyeşil otlaklarla doluydu. Ulan Batur'un her tarafında eski Rus otobüsleri, türlü renklerle boyanmış Rus yapımı otomobiller vardı. İskelet yığını gibi dizilmiş apartmanlarla birlikte geleneksel çadırlar içi içe geçmişti.Büyükelçiliğin bana tahsis ettiği eve girdiğimde dudaklarımın soğuktan neredeyse hareket edemez hale geldiğini, bıyıklarımın üzerinde buz parçacıklarının oluştuğunu o an hissettim. Ulan Batur'un dünyanın en soğuk yerlerinden bir olduğunu idrak etmem fazla zaman almamıştı.Büyükelçilik çalışanlarından Moğol asıllı Cengiz Memedov kucağında getirdiği bir avuç odunu aceleyle sobada tutuşturdu. Oda birkaç dakikada sıcacık olmuştu. Memedov izin isteyip çıktı. Pencerenin kenarındaki karyolaya uzanıp, kahverengi battaniyeyi üzerime atıp ne zaman uyumuşum hiç farkında değilim. Dışarıda acı acı havlayan köpeklerin sesini duyup korkuyla fırladığımda "aman, ne günde be!" diye mırıldandım. Perdeyi araladım. Evin tam karşısında loş bir sokak lambasının önünde, iki çelimsiz köpek, çöp bidonlarında yiyecek arıyordu. Çöp bidonunun önünde yaşlı bir kadın, elindeki çalı süpürgesiyle sokağı süpürüyordu. Omuzları hafifçe çökmüştü. Üzerinde bizim kasabadaki kadınların kullandığı atkıya benzer kalın bir örtü vardı. Sonra öğrendim ki, bu kadınlar belediyenin elemanları idi ve daha gün açmadan sokakları temizlemek için Ulan Batur'un dört bir yanına dağılıyorlardı.
Camdan bakarken bir yandan kendini yeniden hissettirmeye başlayan soğuktan dolayı elimi ovuşturmaya başlamış, bir yandan da sokak lambasının dibindeki bu yaşlı Moğol kadınının boynu eğik halinden babaannemi hatırlayıvermiştim.Böyle soğuk bir günde, böyle uzak bir diyarda, babaannem sanki bir ilaç gibi tesir etti. Belki de o Moğol kadınını görmese idim Sellidere köyünden Ulan Batur'a uzanan hatıralar zincirini deşme ihtiyacı hissetmeyecektim.Büyükelçi o gün ilginç bir davetten bahsetti. Moğolistan yetkilileri bize çok önemli olduklarına inandıkları bir davette bulunmuşlardı. Rusya sınırındaki Çıta Kasaba'sının, Moğollar için Rusya ile ittifak halinde oldukları yıllardan kalan dramatik bir hatırayı bünyesinde barındırdığını söylemişlerdi. Bu hatıranın bir ucu da Türkiye'yi ilgilendiriyordu. Çünkü Sarıkamış Savaşı'nda esir alınan Türklerin bir bölümü burada tutulmuş, çok zor şartlarda yaşamış, hatta bir kısmı bu şartlara dayanamayıp birkaç ay içinde ölmüş, bir kısmı da kaçarak Sibirya çöllerini aşıp Çin' e ulaşmışlardı.
Moğolistanlı yetkililer Türk elçiliğinde görevli personeli Çıta Kasabası'nda esir düşen Türklerin hatırasına açılan bir mini müzeyi gezmeye davet etmişlerdi. Bundan güzel davet mi olurdu! Yıllarca babaannemden dinlediğim, daha sonraki yıllarda ise ayrıntılarını tarih kitaplarından öğrenince yüreğime bir hançerin saplandığını hissettiğim o acı olaylar manzumesinden bir küçük koku almak, bir demet soğuk hatırayı seyretmekten güzel bir hediye olabilir miydi?Ertesi gün Çıta Kasabası'na vardığımızda tipik bir Moğol yerleşim yeri ile karşılaştık. Ahşap iskeletli, keçe ve çadır bezinden yapılmış, Moğolların geleneksel çadırları kasabanın girişinde sağlı sollu dizilmişti. Mihmandarımız bunlara ger denildiğini, Moğol geleneğinde ve göçebe hayatında bunların çok önemli yeri olduğunu anlattı. Türlü renklere bürünmüş Moğol çocukları tatlı bakışlarla karşıladı bizi. Müze denilen yer, hemen kasabanın girişinde bir okulun bitişiğine yapılan çift katlı bir binanın giriş katının düzenlenmesiyle oluşturulmuştu. Yerlerde geleneksel Moğol halıları vardı.
Duvarlara ve masaların üzerine Sarıkamış'ın izleri yerleştirilmişti. Mehmetlerin delik deşik olmuş postalları, kemerleri, çorapları büyük bir itina ile dizilmişti.Mihmandarımız güzel Türkçesi ile bu hatıranın detaylarını anlatıyordu:"Buraya getirilen Türkler çok zor şartlarda yaşadılar. En önemli esirlerden biri Dokuzuncu Kolordu Komutanı İhsan Paşa'dır. İhsan Paşa dört buçuk ay bu buradaki Rus zindanında yaşadı. Bir gece yarısı fırsatını bulup kaçtı. Duyduğumuza göre Moğolistan'ı baştanbaşa aşıp Pekin'e ulaşmış. Oradan da bin bir zorlukla Türkiye'ye geçmiş."Moğolistan soğuğu ilk kez bana hiçbir etki yapmadı. Rüyada gibiydim. Duvarlara asılı duran bir matara, bir eski mendil, üzerinde bir iki cümle Osmanlıca yazılı kâğıtlar Sarıkamış'ın en son ve en aziz hatıraları olarak yüreklerimizde derin fırtınalar estiriyordu."Sarıkamış'a giren bir avuç askerle birlikte Kolordu Karargâhı'nın subayları, bir anda saldıran Rus avcı birliklerinin "teslim olun davranmayın!" diye bağırdıklarını duydular. Teslim olmaktan başka bir çareleri yoktu. Kaymakam Şerif Bey de esir düşenler arasındaydı. Esirler arasındaki subaylar kısa süre sonra bırakıldı. Ancak bir kısım asker Sibirya'ya, Kazakistan'a, Moğolistan'a götürüldü."Mihmandar konuşuyordu ama kulaklarım onda değildi.Ömür boyu unutamayacağım bu anın her saniyesini doya doya hissetmek istiyordum."Çıta ahalisi burada hayatını kaybeden Türklere çok üzülmüştür. Esirlerin değiş tokuşundan sonra Türk askerlerinden kalan eşyaları, üzerlerinden çıkan hatıralara özenle sakladılar. Bugün ilk defa bu eşyalar size sergileniyor."Açık bir boya ile kaplı, yer yer tepesinden badana damlayan köşedeki duvarda asılı birkaç resim bizi hüzünle seyrediyordu. Kalın bıyıklı bir Anadolu delikanlısı neredeyse bir asır önce çektirdiği bu fotoğrafta bize tarihin derinliklerinden gelen buruk bir hüzünle bakıyordu.Hemen yanı başında bir kız resmi vardı. İncecik ve utangaç gözleri garip bir tebessümle süslenmişti. Böylesine saf, böylesine masum bir bakıştan etkilenmemek, bu bakışın Sarıkamış'ta bıraktığı sevdalısına içlenmemek mümkün değildi.Resme biraz daha yaklaşıp da o derin ve anlamlı bakışları bir kez daha süzdüğümde belli belirsiz bir çığlık çıktı dudaklarımdan:"Aman Allahım!"Bu, babaannemdi.Muharrem Bayraktar
Kış, O'nda hep Sarıkamış'ı çağrıştırırdı. Ama biz O'nun dedemle ilgili Sarıkamış hatıralarını böylesine içten, böylesine dolu dolu ve böylesine gözyaşı içinde anlattığına ilk defa şahit olmuştuk. Dantellerle örülmüş beyaz çemberinin içinde, nûrani bir gizeme bürünmüş yüz hatlarının kalın kıvrımları, o konuştukça bizi kâh Köprüköy Muharebeleri'ne kâh Sarıkamış'ın derin ve ölümcül beyazına götürürdü.
"Dedeniz Hacı Sait Bey, tâ Filistin Cephesi'nden alınıp götürülmüştü Sarıkamış'a. Filistin çöllerinde de dayanılmaz sıcaklarla boğuşmuşlar. O kocaman çöl deryasında öyle kızgın sıcaklar görmüşler ki, asker içinde bayılanın, kendinden geçenin haddi hesabı yoktu. Yazdığı mektuplarda "Bizi bu çölden kurtar ey Allah'ım" diye dua ederdi çoklukla. Ama Sarıkamış'ı gördüğünde, oranın soğuğunu iliklerine kadar hissetmeye başladığında, çöl sıcağını arar olacaktı cümle erat. Aşiret Alaylarından bir nefer ile gönderdiği mektupta şöyle yazıyordu Sait Efendi?"
Babaannem sözünün burasında koynunda bir hazine gibi sakladığı, tamamen buruşmuş mektubu çıkarır, gözlüklerini büyük bir itina ile takar, hiç birimizin okumasına müsaade etmeden tane tane okumaya başlardı:"Benim nazende kuzum. Bizi trenlere koyup İstanbul'a, oradan da gemilerle Karadeniz'e ve nihayetinde buralara getireli kaç ay oldu bilmem. Ayları günleri karıştırır oldum. Buranın soğuğunu görünce Filistin çöllerinin sıcağının meğer bir İlahi lütuf olduğunu anladık."Babaannem dedemin gerçekten nazende kuzusu idi. Topu topu üç yıl birlikte kalmışlardı ama böylesine tutkulu, böylesine saf, böylesine derin bir sevda örneği az bulunurdu. Ömrü boyunca Sait Efendi'nin kehribar tespihini hep yanı başında taşıdı. Evlenirken ona aldığı mavi işlemeli mendili, kehribar tespihi onun can ciğer iki dostu idi. Onları öper, koklar, kalbinin üzerine bastırır, sonra da tiftik yününden kendi eliyle dokuduğu heybeye koyardı. Onu bildim bileli ya elinde tespih vardı ya dilinde dua.
Dedemi hiçbir vakit duasında ihmal etmedi. "Sait Efendi" derken gözlerinin içi cıvıl cıvıl olur, kalbinin gümbür gümbür atışını duyar gibi olurduk.Sert geçen o kış boyunca, Sait Efendi'nin gidip de gelmediği, gelemediği o keskin, o hızar gibi biçen Sarıkamış soğuğunun hikâyesini defalarca ve her defasında aynı heyecanla dinledik.Her defasında gözlerimiz doldu, her defasında babaannem yeni bir olay anlattı, yeni bir hikâye buldu. Köyümüz çevre köylere nazaran hayli şanslıydı. Bu civarda ilk mektep açılan köy bizim köydü. Mektebin ilk hocası Nevzat Bey'in köy kahvesinde toplananlara tâ yarım asır öncesinde anlattığı Sarıkamış olaylarını, kapının dibine çökerek pür dikkat dinleyen kadınların başında babaannem gelirdi. Köyün yaşlıları, Nevzat Hoca'nın çok bilgili ve arif bir kişi olduğunu, çok kitap okuduğunu anlatırlardı. Nevzat Hoca'nın kapısını en sık aşındıran kişi babaannemmiş. Sarıkamış'ta kaybettiği evinin direğinin başına gelenlerle ilgili yeni bir olay, yeni bir acı demeti, keskin bir soğuğun iç karartıcı buruk gerçekleri de olsa yeni bir ayrıntı duyabilmek için Nevzat Hoca'nın yanına koşarmış. Sarıkamış'ta neler olup bittiğini pek çok kaynaktan araştırmış olan köy okulunun öğretmeni Nevzat Hoca'nın, okuduğu türlü türlü kitaplardan derlediği Sarıkamış dramının puslu sayfalarını, ta yarım asır öncesinde köy kahvesinde toplananlara anlattığında en önde babaannem oturur, başını iki yana sallayarak gözleri dolu dolu dinlermiş.
Dokuzuncu Kolordu Komutanı İhsan Paşa'nın o kar deryasında neler yaptığını, Miralay Arif Bey'in Enver Paşa'ya verdiği raporda bu şartlarda harekâtın ertelenmesinin gerektiğini söylediğini ama Enver Bey'in dinlemediğini kim bilir kaçıncı defa anlatıvermişti bize."Eyi belleyin çocuklar bu Sarıkamış'ı, eyi belleyin. Sadece askerimizin kırıldığı o gece saldırısı değildir bu harp. Ruslar, Aras Havzası'ndan süvari birliklerini saldılar bir gün Mehmedin üstüne. Aniden saldırdılar. Hudut taburlarımız evvela neye uğradığını şaşırdı. Ama tez toparlandılar. Başlarında genç bir zabit vardı eratın. Eğer Ruslar burada bizi yenseydi Narman'a varacaklardı ki bu tam bir felaket olacaktı. Bir süngü hücumu yaptılar ki Allah Allah diye diye, yer ile gök inledi sanki. Rus darmadağın oldu. Sait Efendi kim bilir o hengamede var mıydı bilmem ama, böylesi çok afetin içine düştü."
"Asker gece vakti saldırı emri aldı ya Sarıkamış'a. Gece ki ne gece. Mehtap olmasına rağmen karanlık kuşatmış her yanı. Ormanların içi zifir mi zifir. Karşı tarafta geniş mi geniş bir yayla vardı. Önce Binbaşı Nuri Bey yanına aldığı atlılarla gecenin kör karanlığında düşmanın üzerine yürüdü. Yürüdü ama tez geldi düşmanın ateşi.Meçhul ve korkunç dağların heyula gibi ürkütücü karanlığında bu saldırı düşmana da yerimizi belli etti. Karşılıklı çetin bir muharebe oldu.Eratımızın çoğu o dipsiz ormanda kayboldu.""Komutan Arif Bey baktı ki asker derin ormanlarda ve korkunç uçurum kenarlarında tehlikededir hemen onları toparladı, bir yol boyunca düzgün bir çizgiye getirdi. Bir iki bölükle yaylayı tutmuş olan düşman ise ricat etmiş yaylayı terk etmişti. Mitralyözlerinin namlularını alıp yalnız kızaklarını bırakarak ricat etmişlerdi. Ancak ormanlı tepede yeniden mevzilenen Ruslar saldırıya geçti. Her yan kan gölüne döndü. Kim bilir Sait Bey de orada mıydı?"
Bu "Kim bilir Sait Bey de orada mıydı?" cümlesini neredeyse her anlattığı olayın ardından dalgın ve buruk bir ruh haliyle tekrarlardı. Biz de ilk kez duyuyormuş gibi merakla dinlerdik.O kış, uzun ve bitmeyen gecelerde gaz lambasının titrek ışığı duvarı yalarken biz genellikle Sarıkamış'ın buz gibi hikâyelerinin doyumsuz derinliklerindeydik. Babaannem yaşından beklenmeyen bir dinçlikle ve sabırla anlatırdı. Sanki muharebelerde süngü takarak saldırıya geçen kendisiymiş gibi, sanki metrelerce yığılı kardan bir geçiş yolu eşeleyen kendisiymiş gibi, sanki sert rüzgârların keskin sillesi kendi yüzüne çarpıyormuş gibi doğal bir anlatımla bizi o ücra dağ başlarına, o muamma dolu kar tepeciklerinin kanlı beyazına taşırdı. Soba sönmeye yüz tutmuşsa, babaannemin meşe ve ladin dallarından közlendirdiği mangalın etrafına üşüşür, ona sorular sorar, ağabeyim Necip, amcamın kızı Feride ve ben, annemin "hadi yatın artık" diye seslenmesine aldırmayıp o muhteşem öyküyü uykuya dalıncaya kadar dinlerdik.
Evimiz tam köy meydanında idi. Babamla amcam bir elin parmakları gibi içi içe geçmiş iki kardeşti. Amcam, köyün sırt mevkisindeki tarlasını satıp üstüne buğdaydan aldığı birkaç kuruşu birleştirerek iki katlı sekiz odalı oldukça geniş bu evi yapmış, babama "hadi bakalım Salih Abi, üst kat senin, alt kat benim!" deyince babam çok şaşırıvermişti. Amcamın ısrarı üzerine kerpiçten yapılı yıkılmaya yüz tutmuş, yamalı bohça gibi duran, üzerindeki tenekelerden en küçük bir yağmurda sular boşalıveren evimizden çıkıp amcamlarla birlikte oturmaya başlamıştık. Yazın bütün köyün harman yeri evimizin önündeki büyük meydandı. Köyün engebeli arazisine karşın oldukça geniş bir düzlüğün olduğu bu harman alanı, buğday hasadı başlar başlamaz tam bir şenlik yeri olurdu. Harmanın orta yerinde halay çekmek için dizilen gençler ve onlara alkışlarla destek veren köy kızlarına, büyükçe bir taşın üzerine oturup elindeki güğümün dibine bir trampet gibi vurarak herkesi coşturan Memiş Ağa katılır, Haziran'ın bu ilk haftalarında başlayan neşeli günler adeta bayramı andırırdı. Kendimi bildim bileli köy camisinin imamlığını yapan Hüseyin Hoca da bu kervana katılır, bazen en başında bazen gün batımına doğru davûdi sesiyle Kur'an okur, toplananlara dua yaptırır, sonra da dağılır giderdik.Daha sonraki yıllarda tamamen unutulan bu harman şenliklerini ne çok özleyecektik.
Ellerindeki orak ve tırpanlarla altın sarısı buğday tarlaları arasında bütün aile fertlerinin kızgın güneşin kavurucu sıcağında günler, haftalar süren çalışmaları hepimiz için hayat demekti. Buğday demek, ekmek demekti, aş demekti, bereket demekti, hayat demekti. Ocağın tütmesi demekti. Dağın, taşın, yeşilin, ırmağın daha bir coşkulu olması demekti. Köylünün huzuru, mutluluğu demekti.Buğday sarıları, bütün Sellidere köyü için toprağın en anlamlı, en ışıltılı, en rüya ötesi hediyesiydi.
Babaannem, başakların püsküllerini okşarken adeta gecemizi aydınlatan bir aya dokunuyor gibi narince, elini altın bir fanusun içine sokmuşçasına dikkatli davranırdı. Bu bereket kokan topraklara ve bu altın deryasında kaybolan güzelliklere ömür boyunca şükretti. Beli iyice bükülüp artık adım atamaz hale gelince bile annem onu genişçe bir sepetin içine koyar, meşe palamutlarının arasından tıknefes yürüyerek buğday tarlasına getirir, sırtına iki tane minderi dayar, buğday tarlalarını seyrettirirdi. Babaannem, hepimizin üzerinden şıpır şıpır terlerin damladığı böyle bir Haziran akşamında, elinde dedemin kehribar tespihi ile mutfaktaki sedirin üzerinde öylece yığıldı. Yanında sadece ben vardım. Korkuyla yanına koştum. Başı hafifçe yana eğilmiş, kirpikleri yarı kapalı, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Dudaklarının arasından tatlı bir tebessüm yayılıyordu. Bir ömrün bütün cefasını, umutlarını, hasretini, hüznünü, mücadelesini ellerindeki kırış kırış gizemli çizgilerden okumak mümkündü. Elleri ellerimdeydi. Pamuk gibi yumuşacık, gül bahçesi gibi huzur doluydu.
Mutfağın pencerecesine fırlayıp bahçedeki incir ağacının altında, kenarları yırtılmış plastik kapta çamaşır yıkayan anneme bağırdım:"Anne koş! Babaanneme bir şey oluyor!"Annem ok gibi fırlayıp içeri koşarken yeniden babaannemin yanına geldim. Babaannem, yüzünden hiç kaybolmayan o derin ve anlamlı tebessümü ile yeniden ellerimi tuttu."-Sakin ol oğlum." dedi. "Sen benim yüreğimin bir parçasısın. Anana babana iyi evlat ol. Beni sakın unutma."Şaşkın bir halde ve ağlamamak için kendimi zor tutarak ellerini okşamaya devam ettim:"Oku, büyük adam ol Ferit'im. En büyük mekteplerde oku. Memleketin en büyük makamlarına lâyıksın sen? Bak şurada heybem var. Onun içinde mavi bir mendil var, getiriver onu bana hele!"Bir koşu getirdim. Kenarları işlemeli mavi mendili eline verdiğimde annem feryatlar içinde mutfağa girmişti. "Anam!" diye bir çığlık atıp maşrapayı kaptığı gibi babaannemin yanına çömelmiş, yüzünü ıslatmaya başlamıştı.Babaannem mendilini son bir gayretle açtı, içinden çıkardığı eski bir fotoğrafı dudaklarına değdirdi ve sedirin üzerine öylece yığılıverdi.
Babaannemin ölümü bizi çok etkiledi. Sarıkamış hikâyeleri ile geçen bir kışın ardından hiç beklemediğimiz bir zamanda ansızın bir gidişti bu.Onun bize daha yıllar boyu Sait Efendi hikâyesi anlatacağını, daha uzun yıllar gaz lambasının feri gitmiş ışığının loş gölgesinde doyumsuz ama her biri tamamen gerçek Sarıkamış faciasından kesitler anlatacağını sanırdık. Ama olmadı. Ölümün soğuk yüzü keskin bir bıçak gibi evin içini kaplayıvermişti. Haftalarca herkes donuk gözlerle birbirine bakıp durmuş, babam kapı arkalarında, evin gözden ırak yerlerinde bizim görmemizi istemeden içli içli ağlayıp durmuş, amcamın o ciddi ve güçlü duruşunun yerinde adeta yeller esmeye başlamış, annem ise daha metin olmaya çalışan ama asla başaramayan ruh haliyle acımızı daha da katmerleştirmişti.Bizi en az ölüm kadar şaşırtan ve şok eden şey ise babaannemin mavi mendilinin içinden çıkan dedemin fotoğrafı idi. O fotoğraf çekileli en az altmış yıl olmuştu. Arkasında "nazende kuzuma, ciğerimin parçasına en aziz selamlarımı sunarım" diye yazıyordu.
Fotoğraf belli ki Filistin Cephesi'nden Erzurum'a gönderilişleri sırasında trenle İstanbul'a geldiklerinde çekilmişti. Sait Efendi'nin, Sarıkamış şehidi dedemizin fotoğrafını ilk görüşümüzdü. Çok etkilenmiştim. Gözleri adeta derin ve uçsuz bucaksız bir mesafeyi süzüyormuş gibi ufukların ötesine götürmüştü bizi. Kalın kirpikleri kendinden emin, güven dolu, korkusuz bir kişiliğin bütün izlerini yansıtıyordu. Yüz hatlarında, bir savaşın içinde olan değil adeta coşan deli bir ırmağın, çılgın bir selin ihtişamı vardı. Yıllarca savaştan savaşa, cepheden cepheye koşmuş bir kişi değil de sanki bütün yaşadıklarıyla alay eden, umursamayan, gururlu, her an kükreyecekmiş gibi bakan bir kuvvet abidesi vardı bu fotoğrafta. Ve sağ elmacık kemiğinin altında kim bilir bir kurşun sıyrığı mı, yoksa kıran kırana geçen bir süngü savaşından mı kalmış bilinmez küçük bir iz.Dedemin resmini görünce ondan daha bir gurur duydum. Daha bir göğsüm kabardı. Sait Efendi'nin torunu olmak meğer ne güzel bir şeydi. Babaannemin bu fotoğrafı neden gizlediğini, neden altmış yıl boyunca hiç kimseye göstermediğini, bu muhteşem hatırayı hiç kimse tarafından paylaşmak istememe gibi bir gizemli gaye mi taşıdığını soracak hiç kimse kalmamıştı hayatta.Ama o yaz tatili boyunca hep babaannemin son sözlerini düşündüm. Hele de Salı günleri, kasabanın bütün yağının, peynirinin, sebzesinin köylerden pazar yerine aktığı ve amcamla babamın haftanın bir günü kurdukları çadırda, şehirden getirttikleri bakliyat ürünlerini köylülere sattıkları o yoğun kalabalıkta, köşedeki bayiden ödünç alıp okuduğum gazetelerde ülkenin her yerinde artan anarşi olaylarını büyük bir üzüntü ile okurken babaannemin öğüdü daha da yer etti kulaklarımda. Büyük bir adam olmalıydım. İlk mektebin son sınıfındaki bir çocuğun kafasındaki büyük adam kavramının tam olarak yerli yerine oturmadığı muhakkaktı. Nasıl büyük adam olacaktım? Ne yapmalıydım, hangi mesleği seçmeliydim? Hangi okulları okumalıydım?Büyük adam nasıl olunurdu?Zamanın uçup gittiği, hatıraların bir dikenli dal gibi elimizi tırmaladığı günler ne çabuk geçmişti. İstanbul Üniversitesi'ni kazanıp siyasal bilimler fakültesinin kapısından ilk içeri ilk girdiğimde nasıl da şaşkındım. Her taraf cıvıl cıvıl gençlerle doluydu. Anadolu'nun değişik yerlerinden bin bir ümitle bu hayal şehrine koşan binlerce kişiden biri olmak ne güzeldi. Üniversite yılları boyunca babaannemin karaltısını hep yanı başımda hissettim. Kaldığım öğrenci evlerinde, yurt odalarında ne zaman derslerden başımı kaldırıp dinlenmeye koyulsam, babaannem sanki masanın başında bana gülümsüyor sanırdım; bir elinde kehribar tespih öbür elinde dedemin fotoğrafı ve mavi mendil.Tayin olduğum yerlere daha ısınma fırsatı bile bulmadan, Dışişleri'nin hızlı atama kararnamesi yayınlayıp, personel dairesinden Kemal İzzet Bey'in de "Moğolistan'a tayin oldun, Büyükelçi yardımcısısın! Hadi hayırlı olsun!" diyerek o muzip sesle verdiği haberi alınca düşmüştüm yollara.
Ulan Batur'a vardığımda çok ilginç bir manzara ile karşılaşmıştım. Ülkenin her yeri uçsuz bucaksız topraklar, yemyeşil otlaklarla doluydu. Ulan Batur'un her tarafında eski Rus otobüsleri, türlü renklerle boyanmış Rus yapımı otomobiller vardı. İskelet yığını gibi dizilmiş apartmanlarla birlikte geleneksel çadırlar içi içe geçmişti.Büyükelçiliğin bana tahsis ettiği eve girdiğimde dudaklarımın soğuktan neredeyse hareket edemez hale geldiğini, bıyıklarımın üzerinde buz parçacıklarının oluştuğunu o an hissettim. Ulan Batur'un dünyanın en soğuk yerlerinden bir olduğunu idrak etmem fazla zaman almamıştı.Büyükelçilik çalışanlarından Moğol asıllı Cengiz Memedov kucağında getirdiği bir avuç odunu aceleyle sobada tutuşturdu. Oda birkaç dakikada sıcacık olmuştu. Memedov izin isteyip çıktı. Pencerenin kenarındaki karyolaya uzanıp, kahverengi battaniyeyi üzerime atıp ne zaman uyumuşum hiç farkında değilim. Dışarıda acı acı havlayan köpeklerin sesini duyup korkuyla fırladığımda "aman, ne günde be!" diye mırıldandım. Perdeyi araladım. Evin tam karşısında loş bir sokak lambasının önünde, iki çelimsiz köpek, çöp bidonlarında yiyecek arıyordu. Çöp bidonunun önünde yaşlı bir kadın, elindeki çalı süpürgesiyle sokağı süpürüyordu. Omuzları hafifçe çökmüştü. Üzerinde bizim kasabadaki kadınların kullandığı atkıya benzer kalın bir örtü vardı. Sonra öğrendim ki, bu kadınlar belediyenin elemanları idi ve daha gün açmadan sokakları temizlemek için Ulan Batur'un dört bir yanına dağılıyorlardı.
Camdan bakarken bir yandan kendini yeniden hissettirmeye başlayan soğuktan dolayı elimi ovuşturmaya başlamış, bir yandan da sokak lambasının dibindeki bu yaşlı Moğol kadınının boynu eğik halinden babaannemi hatırlayıvermiştim.Böyle soğuk bir günde, böyle uzak bir diyarda, babaannem sanki bir ilaç gibi tesir etti. Belki de o Moğol kadınını görmese idim Sellidere köyünden Ulan Batur'a uzanan hatıralar zincirini deşme ihtiyacı hissetmeyecektim.Büyükelçi o gün ilginç bir davetten bahsetti. Moğolistan yetkilileri bize çok önemli olduklarına inandıkları bir davette bulunmuşlardı. Rusya sınırındaki Çıta Kasaba'sının, Moğollar için Rusya ile ittifak halinde oldukları yıllardan kalan dramatik bir hatırayı bünyesinde barındırdığını söylemişlerdi. Bu hatıranın bir ucu da Türkiye'yi ilgilendiriyordu. Çünkü Sarıkamış Savaşı'nda esir alınan Türklerin bir bölümü burada tutulmuş, çok zor şartlarda yaşamış, hatta bir kısmı bu şartlara dayanamayıp birkaç ay içinde ölmüş, bir kısmı da kaçarak Sibirya çöllerini aşıp Çin' e ulaşmışlardı.
Moğolistanlı yetkililer Türk elçiliğinde görevli personeli Çıta Kasabası'nda esir düşen Türklerin hatırasına açılan bir mini müzeyi gezmeye davet etmişlerdi. Bundan güzel davet mi olurdu! Yıllarca babaannemden dinlediğim, daha sonraki yıllarda ise ayrıntılarını tarih kitaplarından öğrenince yüreğime bir hançerin saplandığını hissettiğim o acı olaylar manzumesinden bir küçük koku almak, bir demet soğuk hatırayı seyretmekten güzel bir hediye olabilir miydi?Ertesi gün Çıta Kasabası'na vardığımızda tipik bir Moğol yerleşim yeri ile karşılaştık. Ahşap iskeletli, keçe ve çadır bezinden yapılmış, Moğolların geleneksel çadırları kasabanın girişinde sağlı sollu dizilmişti. Mihmandarımız bunlara ger denildiğini, Moğol geleneğinde ve göçebe hayatında bunların çok önemli yeri olduğunu anlattı. Türlü renklere bürünmüş Moğol çocukları tatlı bakışlarla karşıladı bizi. Müze denilen yer, hemen kasabanın girişinde bir okulun bitişiğine yapılan çift katlı bir binanın giriş katının düzenlenmesiyle oluşturulmuştu. Yerlerde geleneksel Moğol halıları vardı.
Duvarlara ve masaların üzerine Sarıkamış'ın izleri yerleştirilmişti. Mehmetlerin delik deşik olmuş postalları, kemerleri, çorapları büyük bir itina ile dizilmişti.Mihmandarımız güzel Türkçesi ile bu hatıranın detaylarını anlatıyordu:"Buraya getirilen Türkler çok zor şartlarda yaşadılar. En önemli esirlerden biri Dokuzuncu Kolordu Komutanı İhsan Paşa'dır. İhsan Paşa dört buçuk ay bu buradaki Rus zindanında yaşadı. Bir gece yarısı fırsatını bulup kaçtı. Duyduğumuza göre Moğolistan'ı baştanbaşa aşıp Pekin'e ulaşmış. Oradan da bin bir zorlukla Türkiye'ye geçmiş."Moğolistan soğuğu ilk kez bana hiçbir etki yapmadı. Rüyada gibiydim. Duvarlara asılı duran bir matara, bir eski mendil, üzerinde bir iki cümle Osmanlıca yazılı kâğıtlar Sarıkamış'ın en son ve en aziz hatıraları olarak yüreklerimizde derin fırtınalar estiriyordu."Sarıkamış'a giren bir avuç askerle birlikte Kolordu Karargâhı'nın subayları, bir anda saldıran Rus avcı birliklerinin "teslim olun davranmayın!" diye bağırdıklarını duydular. Teslim olmaktan başka bir çareleri yoktu. Kaymakam Şerif Bey de esir düşenler arasındaydı. Esirler arasındaki subaylar kısa süre sonra bırakıldı. Ancak bir kısım asker Sibirya'ya, Kazakistan'a, Moğolistan'a götürüldü."Mihmandar konuşuyordu ama kulaklarım onda değildi.Ömür boyu unutamayacağım bu anın her saniyesini doya doya hissetmek istiyordum."Çıta ahalisi burada hayatını kaybeden Türklere çok üzülmüştür. Esirlerin değiş tokuşundan sonra Türk askerlerinden kalan eşyaları, üzerlerinden çıkan hatıralara özenle sakladılar. Bugün ilk defa bu eşyalar size sergileniyor."Açık bir boya ile kaplı, yer yer tepesinden badana damlayan köşedeki duvarda asılı birkaç resim bizi hüzünle seyrediyordu. Kalın bıyıklı bir Anadolu delikanlısı neredeyse bir asır önce çektirdiği bu fotoğrafta bize tarihin derinliklerinden gelen buruk bir hüzünle bakıyordu.Hemen yanı başında bir kız resmi vardı. İncecik ve utangaç gözleri garip bir tebessümle süslenmişti. Böylesine saf, böylesine masum bir bakıştan etkilenmemek, bu bakışın Sarıkamış'ta bıraktığı sevdalısına içlenmemek mümkün değildi.Resme biraz daha yaklaşıp da o derin ve anlamlı bakışları bir kez daha süzdüğümde belli belirsiz bir çığlık çıktı dudaklarımdan:"Aman Allahım!"Bu, babaannemdi.Muharrem Bayraktar
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.