Ölçüler, fikirler ve gönüller saflara dizildiğinde ortaya çok basit bir denklem çıkıyor.
Ülkemiz açısından meseleyi ele aldığımızda çok taş böylece yerine oturmuş, mevzu berraklığına kavuşmuş oluyor.
İki saf var!
Bir saf hürriyet!
Bir saf esaret!
Bu kadar açık ve net.
Niçin böylece ayrılıyor yurdumuzda iki saf?
Sebebi basit: Yurdumuzun üzerinde birtakım güçlerin hesabı ve art niyeti var; içimizden fena ve kötü olanlar, hakikate değer vermeyip maddenin esiri olanlar da kolayca satın alınabilir olduğundan, güç, para ve itibar karşılığı, kendi yurdunu esarete götürme yoluna giriyor.
Şahsını abat etmek adına milletini dünyada cehennem hayatına sürüklüyor!
Bir de hürriyet kısmı var tabii; onlar da doğru, dürüst ve mert kimseler; öyle hakikat, ateşi bağırda tutmaya denk olsa dahi şaşmıyorlar, sindirilmiyorlar; "ne satılacak imanı, ne verilecek vatanı var" onların, o yüzden bu yurdun hür oluşunu cesur bir dikilişle savunuyorlar.
Esaret, hayvandan aşağı; hürriyet melekten üstün!
Milletimiz de vakit vakit tercihlerde bulunuyor, esaret safının kirli ama görünürde parlak ve süslü, zira o riya ile bezeli duruyor, aldatmacasına düştüğü vakit esarete adım adım yaklaşıyor.
Ama ne vakit ki, hürriyet yolunda şeref ve namus ile koşan delikanlıların, yiğitlerin peşinden koşuyor, hür ve insan oluşuna o denli yaklaşıyor.
Esaret dedikse, boynuna zincir takılma değil; keşke öyle olsa...
Türkiye'de esareti kabulleniş yok olmak demektir!
Bir kez esir düştük mü, bir kez "yok olduk" mu; yıllar sonra kemiklerimizin tozlarını bulamazlar, Allah korusun!
(Tabii Allah da kimi korur, hak edeni; esareti sunan vahşetin kirli ve kanlı dişlerinin arasında durmayı kendimize keyif bellersek hürriyete atılmak yerine, sanmayın ki Allah bizi korur).
Safları az buz tanıtmaya ve tarif etmeye gayret ettik, şimdi biraz da isimler üzerinden gidelim mi?
Hürriyet cephesine bakıyoruz:
Yanıp kül olmuş bir gemiden yepyeni ve sapasağlam bir gemiyi çıkaran Mustafa Kemal Atatürk'ü görüyoruz.
Sonra aynı vakitte, Ata'nın peşinden giden kimseleri görüyoruz.
Kuva-yı Milliye'nin zatında yurdum insanını görüyoruz.
Libyalı Şeyh Ahmet Sunusi'yi görüyoruz.
Rıfat Börekçi Hoca'yı görüyoruz.
Sütçü İmam'ı, Şahin Bey'i görüyoruz.
Velhasıl; o gün, o koşullarda gâvur ile korkusuzca savaşan milyonları görüyoruz.
O, o gün.
Peki ya bugün?
O günki esarette bahşedilen hürriyet emsalleri bugün yok mu?
Elbette var, her devir ve an bu safların ikisini de bağrında barındırıyor.
Bugün de bu yurdun hürriyeti adına başat isim olarak Prof. Dr. Haydar Baş'tan gayrisini görmemiz mümkün değil.
(Allah rahmet eylesin, Attilâ İlhan ne demişti: "Prof. Dr. Haydar Baş, ulusalcı hareketin merkezidir").
Zira O, bu yurdu her başlık altında esir alan zihniyete her başlık altında bir hürriyet tarifi, cevabı ve direnişi ile karşı koyuyor.
Prof. Baş ve peşindekiler, yarın düne bakıldığında "hürriyetin o yıllardaki safı" olarak şüphesiz herkesçe bilinecektir.
Hürriyet safı böylece.
Gelgelelim esaret safına.
Orayı da anlamak istiyorsak, kolay bir kopyamız var: Yanlış doğrunun karşıtıdır; doğru yanlışın değil.
Yani, kim Atatürk'e karşı, kim Prof. Dr. Haydar Baş'a karşı, bilin ki kasıtlı veya kasıtsız o, esaretin tellalı, esaretin borazanı.
Bizler de fert olarak, kimseye kulak asmaksızın her koşul ve devirde hürriyetin şerefli birer temsilcisi olmak için hürriyetin timsallerinin peşinde durmalıyız.
Ülkemiz açısından meseleyi ele aldığımızda çok taş böylece yerine oturmuş, mevzu berraklığına kavuşmuş oluyor.
İki saf var!
Bir saf hürriyet!
Bir saf esaret!
Bu kadar açık ve net.
Niçin böylece ayrılıyor yurdumuzda iki saf?
Sebebi basit: Yurdumuzun üzerinde birtakım güçlerin hesabı ve art niyeti var; içimizden fena ve kötü olanlar, hakikate değer vermeyip maddenin esiri olanlar da kolayca satın alınabilir olduğundan, güç, para ve itibar karşılığı, kendi yurdunu esarete götürme yoluna giriyor.
Şahsını abat etmek adına milletini dünyada cehennem hayatına sürüklüyor!
Bir de hürriyet kısmı var tabii; onlar da doğru, dürüst ve mert kimseler; öyle hakikat, ateşi bağırda tutmaya denk olsa dahi şaşmıyorlar, sindirilmiyorlar; "ne satılacak imanı, ne verilecek vatanı var" onların, o yüzden bu yurdun hür oluşunu cesur bir dikilişle savunuyorlar.
Esaret, hayvandan aşağı; hürriyet melekten üstün!
Milletimiz de vakit vakit tercihlerde bulunuyor, esaret safının kirli ama görünürde parlak ve süslü, zira o riya ile bezeli duruyor, aldatmacasına düştüğü vakit esarete adım adım yaklaşıyor.
Ama ne vakit ki, hürriyet yolunda şeref ve namus ile koşan delikanlıların, yiğitlerin peşinden koşuyor, hür ve insan oluşuna o denli yaklaşıyor.
Esaret dedikse, boynuna zincir takılma değil; keşke öyle olsa...
Türkiye'de esareti kabulleniş yok olmak demektir!
Bir kez esir düştük mü, bir kez "yok olduk" mu; yıllar sonra kemiklerimizin tozlarını bulamazlar, Allah korusun!
(Tabii Allah da kimi korur, hak edeni; esareti sunan vahşetin kirli ve kanlı dişlerinin arasında durmayı kendimize keyif bellersek hürriyete atılmak yerine, sanmayın ki Allah bizi korur).
Safları az buz tanıtmaya ve tarif etmeye gayret ettik, şimdi biraz da isimler üzerinden gidelim mi?
Hürriyet cephesine bakıyoruz:
Yanıp kül olmuş bir gemiden yepyeni ve sapasağlam bir gemiyi çıkaran Mustafa Kemal Atatürk'ü görüyoruz.
Sonra aynı vakitte, Ata'nın peşinden giden kimseleri görüyoruz.
Kuva-yı Milliye'nin zatında yurdum insanını görüyoruz.
Libyalı Şeyh Ahmet Sunusi'yi görüyoruz.
Rıfat Börekçi Hoca'yı görüyoruz.
Sütçü İmam'ı, Şahin Bey'i görüyoruz.
Velhasıl; o gün, o koşullarda gâvur ile korkusuzca savaşan milyonları görüyoruz.
O, o gün.
Peki ya bugün?
O günki esarette bahşedilen hürriyet emsalleri bugün yok mu?
Elbette var, her devir ve an bu safların ikisini de bağrında barındırıyor.
Bugün de bu yurdun hürriyeti adına başat isim olarak Prof. Dr. Haydar Baş'tan gayrisini görmemiz mümkün değil.
(Allah rahmet eylesin, Attilâ İlhan ne demişti: "Prof. Dr. Haydar Baş, ulusalcı hareketin merkezidir").
Zira O, bu yurdu her başlık altında esir alan zihniyete her başlık altında bir hürriyet tarifi, cevabı ve direnişi ile karşı koyuyor.
Prof. Baş ve peşindekiler, yarın düne bakıldığında "hürriyetin o yıllardaki safı" olarak şüphesiz herkesçe bilinecektir.
Hürriyet safı böylece.
Gelgelelim esaret safına.
Orayı da anlamak istiyorsak, kolay bir kopyamız var: Yanlış doğrunun karşıtıdır; doğru yanlışın değil.
Yani, kim Atatürk'e karşı, kim Prof. Dr. Haydar Baş'a karşı, bilin ki kasıtlı veya kasıtsız o, esaretin tellalı, esaretin borazanı.
Bizler de fert olarak, kimseye kulak asmaksızın her koşul ve devirde hürriyetin şerefli birer temsilcisi olmak için hürriyetin timsallerinin peşinde durmalıyız.
Hüseyin Taşkın / diğer yazıları
- Ölenden borç var doğana borç kalıyor / 08.06.2019
- Eğer başarı aranıyorsa / 10.04.2019
- Enflasyonu da bilmiyorsunuz ki! / 15.03.2019
- Büyük devrim / 14.03.2019
- Çözüm sahibi olmak / 05.03.2019
- Taklit edilmeye çalışılan parti BTP / 26.02.2019
- Hepimiz orada olmak durumundayız / 20.01.2019
- Prof. Dr. Haydar Baş’a kim tuzak kurar? / 15.01.2019
- Yarın değil, bugün / 25.12.2018
- Ata’ya vefa borcumuz var / 23.10.2018
- Eğer başarı aranıyorsa / 10.04.2019
- Enflasyonu da bilmiyorsunuz ki! / 15.03.2019
- Büyük devrim / 14.03.2019
- Çözüm sahibi olmak / 05.03.2019
- Taklit edilmeye çalışılan parti BTP / 26.02.2019
- Hepimiz orada olmak durumundayız / 20.01.2019
- Prof. Dr. Haydar Baş’a kim tuzak kurar? / 15.01.2019
- Yarın değil, bugün / 25.12.2018
- Ata’ya vefa borcumuz var / 23.10.2018