Türkiye'de adalet salonlarının duvarlarında sıkça karşımıza çıkan bir cümle vardır: "Adalet mülkün temelidir." Bu ifade, sadece güzel bir motto değil; devletin varlığının, vatandaşın güvenliğinin ve demokrasinin en önemli teminatıdır. Ancak son yıllarda açılan davalara, verilen kararlara ve siyasi eleştirilerin suç kapsamına sokulmasına bakıldığında, bu sözün mahkeme salonlarında asılı kalıp fiiliyatta uygulanmadığını görmek zor değil.
Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Hüseyin Baş, ocak ayından itibaren adli kontrol altında tutuldu. İddianame hazırlandı, ilk mahkeme yapıldı. Hüseyin Baş, mahkemede yaptığı savunmada muhatabının şahıs olmadığını; eleştirisinin sistemin uygulamalarına yönelik olduğunu açıkça ortaya koydu. Avukatlar, adli kontrole sebep olacak hiçbir suçun bulunmadığını izah ettiler, Yargıtay içtihatlarından ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (özellikle Lingens Kararı'nın) ifade özgürlüğünü geniş yorumlayan kararlarından örnekler verdiler. Lingens Kararı, politikacıların diğer vatandaşlara göre daha fazla eleştiriye katlanmak zorunda olduğunu açıkça belirtir. Çünkü siyasetçi, devletin ve milletin bekasına dair kararlar alır; bu da onun sözlerinin ve icraatlarının en sert biçimde denetlenmesini zorunlu kılar. Burada olan, tam da budur: Muhalefet partisi lideri, anayasanın kendisine verdiği en doğal görev olan iktidarı eleştirme görevini yapmıştır.
Mahkemede avukatların dile getirilen bir ifade dikkat çekiciydi: "Belirsizliğin olduğu yerde hukuk yoktur." Aslında bu, Roma Hukuku'ndan AİHM içtihatlarına kadar uzanan evrensel bir prensibin özetidir: Belirsiz hukuk, hukuk değildir. Hukukun temelinde, vatandaşın öngörülebilirlik ve güvenlik içinde yaşaması yatar. Bir gün ifade özgürlüğü olarak kabul edilen bir sözün ertesi gün suç sayılması, hukukun varlık sebebini ortadan kaldırır.
Yaklaşık üç saat süren duruşmada Hüseyin Baş tarihi bir savunma yaptı. Avukatları yalnızca anayasa hükümleriyle değil, aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ve evrensel hukuk ilkeleriyle savunmalarını temellendirdiler. Ortaya çıkan tablo açıktı: Suçlamaları destekleyecek hiçbir hukuki delil mevcut değildi. Savcının mahkemede sunduğu esas hakkındaki mütalaa ise kopyala–yapıştır bir metin idi. Kanuni gerekçeler ortaya konmadan, muhalefetin anayasal görevi olan eleştiriler "suç" kapsamına sokularak cezalandırılmak istendi. Bu durum karşısında savunma avukatlarının "Burada bir tiyatro mu oynanıyor? Bu kadar kanun konuştuk, bunların hiç mi anlamı yok?" tepkisi, tarihe not düşülen anlardan biri oldu.
Bugün yaşananların kökleri 2010 Anayasa Referandumu'na kadar gider. "Demokratikleşme" iddiasıyla yapılan değişiklikler, aslında yargının bağımsızlığına değil, siyasetin kontrolüne açılmasına yol açtı. Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun yapısı değiştirildi, yüksek yargının dengesi bozuldu. Hukukun önüne "vesayeti kaldırıyoruz" denilerek yeni bariyerler çekildi. Bir adım sonra, 16 Nisan 2017'de yeni bir anayasa referandumu ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçildi. Prof. Dr. Haydar Baş, bu sistemi "demokratik krallık" olarak nitelemişti. Çünkü yürütme yetkileri tek kişide toplandı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin özü zedelendi. Bugün yaşanan hukuki garabet, işte bu sistemin tabii sonucudur. Parlamenter sistemin kurallarına göre düzenlenmiş "Cumhurbaşkanına hakaret" yasası, yeni sistemde iktidarın muhalefeti susturma aracı haline geldi.
Türkiye, parlamenter sistemden başkanlık benzeri bir sisteme geçti. Fakat hukuk, bu değişime uyumlu hale getirilmedi. Parlamenter sistemde "devletin başı" olan cumhurbaşkanına hakaret suçu, yeni sistemde "icranın başı" haline gelen cumhurbaşkanı için de geçerli kılındı. Bu çelişki, eleştiriyi susturmanın yasal bahanesi oldu. Oysa muhalefetin ve muhalif bir partinin genel başkanının görevi iktidarı eleştirmektir.
Gelinen noktada Hüseyin Baş davası, sadece bir siyasetçi hakkında açılmış sıradan bir dava değildir. Bu dava, Türkiye'de demokrasiye, muhalefete ve ifade özgürlüğüne ayar verme davasıdır. Mahkeme salonlarının duvarlarında yazılı olan "adalet mülkün temelidir" sözü, ancak bu tür davalara karşı milletçe sahip çıkıldığında anlamlı hale gelir.
Hüseyin Baş'ın davası, aslında hepimizin davasıdır. Çünkü mesele, bir kişinin şahsı değil; ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve demokrasinin geleceğidir. Bu dava, bir Hüseyin Baş davası olmanın yanında ve ötesinde; demokrasi iddiasında bulunan bir ülkede, adaletin gerçekten "mülkün temeli" olup olmayacağını belirleyecek bir sınavdır. Millet olarak bu davaya sahip çıkmak, kendi özgürlüğümüze sahip çıkmaktır.
- Hüseyin Baş dosyası: Demokrasiye ayar duruşması / 09.09.2025
- Batum’un Osmanlı ve Türkiye Eksenindeki Tarihsel Serüveni / 03.09.2025
- Yokluktan destana: 30 Ağustos’un sırrı / 01.09.2025
- Yokluktan destana: 30 Ağustos’un sırrı / 01.09.2025
- Halkın gündemi ekmek, komisyonun gündemi anayasa / 24.08.2025
- Vatan sağ olsun / 23.08.2025
- Alaska Zirvesi: Yeni paylaşım masasında Türkiye nerede? / 20.08.2025
- Planın adı: Büyük İsrail / 15.08.2025
- Zengezur Koridoru: 21. yüzyılın Bağdat demiryolu mu? / 13.08.2025