İmam Kazım’ın imametinin başlangıcında toplumun durumu
İmam Kâzım, babasının şehadetinin ardından henüz 20 yaşında iken, Cenab-ı Hakk’ın emri ile imamet makamına getirildi
26.12.2023 08:19:00
Hasan Parlak
Hasan Parlak





İmam Kâzım, babasının şehadetinin ardından henüz 20 yaşında iken, Cenab-ı Hakk'ın emri ile imamet makamına getirildi.
Bu dönemde hilafet koltuğunda oturan halifelere karşı tutumuna geçmeden, toplumu değerlendirmek gerekir.
Toplumda sapık akımlar türemişti. Saray çevresi bu akımların gelişmesine engel olmamakta; tam tersine bunları kendi yanlışlarını hak göstermek için kullanmakta idiler.
Sarayın izlediği politika ile ümmet, Abbâsî halifelerini Allah rızası için hareket eden Müslümanlar olarak görüyordu.
Halifeden maaş alan saray vaizleri, halifelerin İslamî çizgiden sapmadan ülkeyi yönettiklerini anlatıp duruyorlardı.
Halife Mansur döneminde, Mâlik b. Enes gibi sarayın görüşlerini benimseyen fakihler, halkın üzerinde geniş bir etki yaratmıştı.
Özellikle saray âlimleri, iyi amel ile bâtıl ameli birbirine katmaya başlamıştı.
Diğer İmamların, dönemlerinde uğraştıkları sapık akımlar İmam Kâzım döneminde de, İmam'ın mücadele alanındaydı. Zira halkın arasında bu fikirlere inananlar az değildi.
Dünyada yapılanların hesabının âhirete kaldığı fikri yaygınlaşmıştı.
Bu sayede, bir kişi dünyada ne tür bir yanlış yaparsa yapsın, hakkında "Cehennem'liktir" fetvası verilememekteydi.
Mürcie gurubu denilen bu tayfa, İmam Ali Efendimiz ile Muaviye arasında fark görmemek gerektiğini, İmam Hüseyin Efendimiz ile Yezid arasında yaşananların da âhirete kaldığı inancını yaymışlardır.
Hilafette oturanların İmamlara revâ gördüğü büyük haksızlıklar ve katliamlar hakkında, "bunların hesabı bu dünyada görülemez" deyip işin içinden çıkmışlardı.
Saray âlimleri bu sapık görüşün yanında bir de Cebir fikrine sarıldılar.
"Kullar iradeleri ile bir iş yapmazlar, Allah isterse yaptırır; namaz kılmamızı isterse kılarız, istemezse kılmayız" gibi, kişinin cüz'i iradesini devreden çıkaran bir sapıklığa inanmaya başladılar.
Bu inanç, çarşamba günü cuma namazına niyet eden, içki içen, sadece Ehl-i Beyt soyundan olduğu için binlerce masumu katleden iktidar sahiplerini sözde temize çıkarmaktaydı. İslam çizgisinden sapan halifelerin ve sarayın icraatlarına, halkın gözünde meşruluk kazandırmaktaydı.
Bunların yanında, Ehl-i Beyt sevenlerini sapıklıkla itham eden bazı akımlar da onlar arasında yaygınlaştırılmaktaydı.
Mesela, Gulat denilen inanç sahipleri, önceleri Ehl-i Beyt İmamlarının peygamber olduğuna inanmak noktasında iken; İmam Ca'fer zamanında, onun ve ceddinin ilâhlığına inanmaya başladılar.
İmam Ca'fer Efendimizin buna inananları lanetleyen pek çok hadisi vardır. İsâ Cürcanî diyor ki:
"Ca'fer b. Muhammed'e, 'Bu cemaatten (Gulat) duyduğum şeyleri size söylememi ister misiniz?' dedim.
İmam, 'Söyle' buyurdu.
Ben de, 'Onların bazısı Allah'ın yerine size ibâdet etmekte ve diğer bazısı da senin peygamber olduğunu söylüyorlar' dedim.
İmam bunları duyunca ağladı.
O kadar ağladı ki mübarek yüzü gözyaşları ile ıslandı. Sonra, 'Allah onları benim elime verir de öldürmezsem, Allah, evlatlarımı kendi elimle öldürsün' buyurdu."
Meysere anlatıyor:
"İmam Ca'fer'in yanında Ebû'l Hattab'dan söz ettim. Ebû'l- Hattab Gulat'ın lideriydi. İmam bir yastığa yaslanmıştı. Hemen doğruldu ve parmağını göğe kaldırarak, 'Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti Ebû Hattab'ın üzerine olsun! Allah'ı şahit gösteriyorum ki, o kâfirdir, fâsıktır, müşriktir. O Firavun'la birlikte en şiddetli azaba uğrayacaktır' buyurdu."
Şia'nın içinde gelişen bu sapık fikirler, İmamların yıllar boyu verdiği emekler ile oluşturdukları Ehl-i Beyt Mektebi'ne zarar veriyordu.
Masum İmamlar, din dışı bu akımlar ile açıkça uğraşmışlar, bunları reddetmişlerdir. Saray çevresince, yayılması engellenmeyen bu sapık görüşler, ileride "Ehl-i Beyt sevenleri sapıktır" şekline dönüşerek halkın arasında bilinçli bir şekilde yayılacaktır.
Ehl-i Beyt sevenlerini sapık göstermek, neticede sarayın ve halife koltuğunda oturanların onlarla mücadelesine de meşruluk kazandıracaktı.
Ümmetin bu çalkantılı döneminde yukarıda bahsettiğimiz tedbirleri alması, İmam Kâzım'ın, sevenlerini hak yolda, istikamet üzere tutmasını sağlayacaktır.
İslam itikadında meydana gelen sapma ve bid'atler, ümmetin ahlâken çöküşünü de hızlandırmıştı.
Diğer halifeler döneminde başlayan açıktan içki içilmesi, şarkılı eğlenceler, namazdan ve ibâdetten uzak hayat tarzı saraydan toplum geneline yayılmıştı.
Böyle bir ortam, Ehl-i Beyt düşmanlarının İmam Kâzım'ın (a.s.) saygınlığını hiçe sayarak, kendilerince onu küçük düşürmeye cesaret etme imkânı veriyordu.
Hârun Reşid'in, İmam'ı küçük düşürmek isterken her defasında onun yüceliğini kabul etmek zorunda kaldığı pek çok olay vardır.
"Saraya Hintli bir filozof getirilmişti. O sırada İmam Mûsâ Kâzım (a.s.) teşrif buyurdular.
Reşid, İmam'ı yüksek bir yere oturttu. Hintli filozof bunu kıskandı ve şöyle dedi:
"İlmine güvenerek kendini müstağni gördün, böylece, 'Gerçek şu ki, insan kendi kendine yeterli görerek azar' âyetinde buyurulduğu gibisin."
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu:
"Söyle bakalım, sedeften olan sûretlerin küllî sıcakları son noktaya ulaşsa ve üzerindeki doğal hareketler de süreklilik arz etse, sonra içindeki unsurî kuvvetler de muhkemleşse, aklî bir hassa mı olur, yoksa vehmî bir karartı mı?"
Hintli filozof ne diyeceğini şaşırdı. Sonra İmam'ın başını öperek şöyle dedi: 'Nasut cisminden Lahut sözleriyle benimle konuştun.'
Reşid, 'Ne zaman şu Ehl-i Beyt'in değerini düşürmek istersek, Allah onları yüceltir' dedi.
İmam Kâzım (a.s.) bu hakikatle ilgili, "Onlar ağızları ile Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır" âyetini okumuştur."
Halife Hârun Reşid, bir seferinde İmam Kâzım'a (a.s.), "Bir meseleyi sana soracağım. Açıklarsan baskıya uğramayacaksın" dedi.
İmam, "Sor" buyurdu.
Halife, "Söyle bakalım doğru mu? Siz, 'Bütün Müslümanlar bizim kölemiz ve câriyelerimizdir' diyormuşsunuz. Ve yine, 'Kim, bizim bir hakkımız varsa ve bu hakkı bize iade etmezse Müslüman değildir' diyormuşsunuz" dedi.
İmam Mûsâ buyurdu ki:
"Bunları söylediğimizi iddia edenler yalan söylüyorlar. Eğer öyle olsaydı, onlarla alış-veriş yapmamız nasıl câiz olurdu? Hâlbuki biz, köleler ve câriyeler satın alıyoruz, onlarla akitler yapıyoruz. Allah'a yakın olmak için bizimle oturup yemek yiyorlar. Eğer onlar, bizim kölelerimiz ve câriyelerimiz olsalardı, onlarla alışveriş yapmak sahih olmazdı."
Ancak İmam Mûsâ Kâzım'ın, "öfkesini yutan" dedirten sabrı, bu kişileri de yola getirecektir.
"Bir gün Abdussamed b. Ali, beraberinde bir toplulukla birlikte yola çıktı. Ebû'l-Hasan'ı bir katıra binmiş olarak gördü. Yanındaki adamlarına, 'Yerinizden ayrılmayın, Mûsâ b. Ca'fer'e gülmenizi sağlayacağım' dedi.
İmam'ın (a.s.) yanına geldiklerinde, 'Bu ne biçim hayvan öyle. Sırtına binip intikam alamazsın, savaşmaya da elverişli değil' dedi.
İmam Mûsâ b. Ca'fer, 'Attan alçaktır ama eşekten yüksekçedir. Her şeyin hayırlısı ortasıdır' buyurdu. Abdussamed donup kaldı, bir cevap veremedi." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Musa Kazım eserinden)
Bu dönemde hilafet koltuğunda oturan halifelere karşı tutumuna geçmeden, toplumu değerlendirmek gerekir.
Toplumda sapık akımlar türemişti. Saray çevresi bu akımların gelişmesine engel olmamakta; tam tersine bunları kendi yanlışlarını hak göstermek için kullanmakta idiler.
Sarayın izlediği politika ile ümmet, Abbâsî halifelerini Allah rızası için hareket eden Müslümanlar olarak görüyordu.
Halifeden maaş alan saray vaizleri, halifelerin İslamî çizgiden sapmadan ülkeyi yönettiklerini anlatıp duruyorlardı.
Halife Mansur döneminde, Mâlik b. Enes gibi sarayın görüşlerini benimseyen fakihler, halkın üzerinde geniş bir etki yaratmıştı.
Özellikle saray âlimleri, iyi amel ile bâtıl ameli birbirine katmaya başlamıştı.
Diğer İmamların, dönemlerinde uğraştıkları sapık akımlar İmam Kâzım döneminde de, İmam'ın mücadele alanındaydı. Zira halkın arasında bu fikirlere inananlar az değildi.
Dünyada yapılanların hesabının âhirete kaldığı fikri yaygınlaşmıştı.
Bu sayede, bir kişi dünyada ne tür bir yanlış yaparsa yapsın, hakkında "Cehennem'liktir" fetvası verilememekteydi.
Mürcie gurubu denilen bu tayfa, İmam Ali Efendimiz ile Muaviye arasında fark görmemek gerektiğini, İmam Hüseyin Efendimiz ile Yezid arasında yaşananların da âhirete kaldığı inancını yaymışlardır.
Hilafette oturanların İmamlara revâ gördüğü büyük haksızlıklar ve katliamlar hakkında, "bunların hesabı bu dünyada görülemez" deyip işin içinden çıkmışlardı.
Saray âlimleri bu sapık görüşün yanında bir de Cebir fikrine sarıldılar.
"Kullar iradeleri ile bir iş yapmazlar, Allah isterse yaptırır; namaz kılmamızı isterse kılarız, istemezse kılmayız" gibi, kişinin cüz'i iradesini devreden çıkaran bir sapıklığa inanmaya başladılar.
Bu inanç, çarşamba günü cuma namazına niyet eden, içki içen, sadece Ehl-i Beyt soyundan olduğu için binlerce masumu katleden iktidar sahiplerini sözde temize çıkarmaktaydı. İslam çizgisinden sapan halifelerin ve sarayın icraatlarına, halkın gözünde meşruluk kazandırmaktaydı.
Bunların yanında, Ehl-i Beyt sevenlerini sapıklıkla itham eden bazı akımlar da onlar arasında yaygınlaştırılmaktaydı.
Mesela, Gulat denilen inanç sahipleri, önceleri Ehl-i Beyt İmamlarının peygamber olduğuna inanmak noktasında iken; İmam Ca'fer zamanında, onun ve ceddinin ilâhlığına inanmaya başladılar.
İmam Ca'fer Efendimizin buna inananları lanetleyen pek çok hadisi vardır. İsâ Cürcanî diyor ki:
"Ca'fer b. Muhammed'e, 'Bu cemaatten (Gulat) duyduğum şeyleri size söylememi ister misiniz?' dedim.
İmam, 'Söyle' buyurdu.
Ben de, 'Onların bazısı Allah'ın yerine size ibâdet etmekte ve diğer bazısı da senin peygamber olduğunu söylüyorlar' dedim.
İmam bunları duyunca ağladı.
O kadar ağladı ki mübarek yüzü gözyaşları ile ıslandı. Sonra, 'Allah onları benim elime verir de öldürmezsem, Allah, evlatlarımı kendi elimle öldürsün' buyurdu."
Meysere anlatıyor:
"İmam Ca'fer'in yanında Ebû'l Hattab'dan söz ettim. Ebû'l- Hattab Gulat'ın lideriydi. İmam bir yastığa yaslanmıştı. Hemen doğruldu ve parmağını göğe kaldırarak, 'Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti Ebû Hattab'ın üzerine olsun! Allah'ı şahit gösteriyorum ki, o kâfirdir, fâsıktır, müşriktir. O Firavun'la birlikte en şiddetli azaba uğrayacaktır' buyurdu."
Şia'nın içinde gelişen bu sapık fikirler, İmamların yıllar boyu verdiği emekler ile oluşturdukları Ehl-i Beyt Mektebi'ne zarar veriyordu.
Masum İmamlar, din dışı bu akımlar ile açıkça uğraşmışlar, bunları reddetmişlerdir. Saray çevresince, yayılması engellenmeyen bu sapık görüşler, ileride "Ehl-i Beyt sevenleri sapıktır" şekline dönüşerek halkın arasında bilinçli bir şekilde yayılacaktır.
Ehl-i Beyt sevenlerini sapık göstermek, neticede sarayın ve halife koltuğunda oturanların onlarla mücadelesine de meşruluk kazandıracaktı.
Ümmetin bu çalkantılı döneminde yukarıda bahsettiğimiz tedbirleri alması, İmam Kâzım'ın, sevenlerini hak yolda, istikamet üzere tutmasını sağlayacaktır.
İslam itikadında meydana gelen sapma ve bid'atler, ümmetin ahlâken çöküşünü de hızlandırmıştı.
Diğer halifeler döneminde başlayan açıktan içki içilmesi, şarkılı eğlenceler, namazdan ve ibâdetten uzak hayat tarzı saraydan toplum geneline yayılmıştı.
Böyle bir ortam, Ehl-i Beyt düşmanlarının İmam Kâzım'ın (a.s.) saygınlığını hiçe sayarak, kendilerince onu küçük düşürmeye cesaret etme imkânı veriyordu.
Hârun Reşid'in, İmam'ı küçük düşürmek isterken her defasında onun yüceliğini kabul etmek zorunda kaldığı pek çok olay vardır.
"Saraya Hintli bir filozof getirilmişti. O sırada İmam Mûsâ Kâzım (a.s.) teşrif buyurdular.
Reşid, İmam'ı yüksek bir yere oturttu. Hintli filozof bunu kıskandı ve şöyle dedi:
"İlmine güvenerek kendini müstağni gördün, böylece, 'Gerçek şu ki, insan kendi kendine yeterli görerek azar' âyetinde buyurulduğu gibisin."
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu:
"Söyle bakalım, sedeften olan sûretlerin küllî sıcakları son noktaya ulaşsa ve üzerindeki doğal hareketler de süreklilik arz etse, sonra içindeki unsurî kuvvetler de muhkemleşse, aklî bir hassa mı olur, yoksa vehmî bir karartı mı?"
Hintli filozof ne diyeceğini şaşırdı. Sonra İmam'ın başını öperek şöyle dedi: 'Nasut cisminden Lahut sözleriyle benimle konuştun.'
Reşid, 'Ne zaman şu Ehl-i Beyt'in değerini düşürmek istersek, Allah onları yüceltir' dedi.
İmam Kâzım (a.s.) bu hakikatle ilgili, "Onlar ağızları ile Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır" âyetini okumuştur."
Halife Hârun Reşid, bir seferinde İmam Kâzım'a (a.s.), "Bir meseleyi sana soracağım. Açıklarsan baskıya uğramayacaksın" dedi.
İmam, "Sor" buyurdu.
Halife, "Söyle bakalım doğru mu? Siz, 'Bütün Müslümanlar bizim kölemiz ve câriyelerimizdir' diyormuşsunuz. Ve yine, 'Kim, bizim bir hakkımız varsa ve bu hakkı bize iade etmezse Müslüman değildir' diyormuşsunuz" dedi.
İmam Mûsâ buyurdu ki:
"Bunları söylediğimizi iddia edenler yalan söylüyorlar. Eğer öyle olsaydı, onlarla alış-veriş yapmamız nasıl câiz olurdu? Hâlbuki biz, köleler ve câriyeler satın alıyoruz, onlarla akitler yapıyoruz. Allah'a yakın olmak için bizimle oturup yemek yiyorlar. Eğer onlar, bizim kölelerimiz ve câriyelerimiz olsalardı, onlarla alışveriş yapmak sahih olmazdı."
Ancak İmam Mûsâ Kâzım'ın, "öfkesini yutan" dedirten sabrı, bu kişileri de yola getirecektir.
"Bir gün Abdussamed b. Ali, beraberinde bir toplulukla birlikte yola çıktı. Ebû'l-Hasan'ı bir katıra binmiş olarak gördü. Yanındaki adamlarına, 'Yerinizden ayrılmayın, Mûsâ b. Ca'fer'e gülmenizi sağlayacağım' dedi.
İmam'ın (a.s.) yanına geldiklerinde, 'Bu ne biçim hayvan öyle. Sırtına binip intikam alamazsın, savaşmaya da elverişli değil' dedi.
İmam Mûsâ b. Ca'fer, 'Attan alçaktır ama eşekten yüksekçedir. Her şeyin hayırlısı ortasıdır' buyurdu. Abdussamed donup kaldı, bir cevap veremedi." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Musa Kazım eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.