Bütün dünyevî hekimlerin aczi üzerine nihâyet pâdişâhın aklı başına geldi ve mescide koşarak mihrabda secdelere kapandı. Gözyaşlarıyla yeri sırılsıklam ederek Rabbine ilticâ etti: "Allâh'ım! Sen kalblerdeki bütün istekleri bilirsin! Bir fânî câriyeye esir oldum. Ey dertlere hakîkî derman olan! Beni kapından çevirme!" diye yalvardı, yalvardı, yalvardı.. Pâdişâhın bu deryâlar gibi coşkun yalvarışı karşısında Allâh'ın lutuf ve merhamet deryâsı da coşmaya başladı. Zîrâ samîmî gözyaşı, her zaman rahmet-i ilâhiyyeyi cezbeden bir müessirdi. Öyle ki, bîçâre pâdişâhın duâsının kabul buyurulmasına da müessir oldu ve Cenâb-ı Hakk, ona sâlih ve has kullarından birini, yâni ilâhî bir rehberi tedâvî için göndereceğini ilhâm etti. Pâdişâh neş'e ve sürûr içinde saraya koştu ve öteler âleminden gönderilen misâfirin gelmiş olduğunu gördü. Nûrundan gözleri kamaştı. Zîrâ onun nûru karşısında güneşin aydınlığı bile sönük bir duman gibi kalıyordu. Pâdişâh, büyük bir hayret ve hayranlıkla âdetâ başsız ve ayaksız bir hâle gelmişti. Gönlünde apayrı hâller hissetti ve gayr-i ihtiyârî olarak o şerefli misâfire: "-Benim asıl sevdiğim, o câriye değil, sensin. Fakat dünyâda iş işten çıkar. Allâh'ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar." dedi. O nûr yüzlü kudsî misâfiri muhabbetle kucakladı. Canının içine soktu. Bir yandan o zâtın elini, alnını öpüyor, bir yandan da: "Acabâ halkın gözünde perde mi var ki, bu hakîkate âmâdırlar? Nasıl oluyor da bu kadar parlak bir mehtabı görmüyorlar?" diye düşünüyordu. Böylece târifsiz bir sürûra garkolarak: "Düştüğüm iptilâya sabır ve tahammül ile ne büyük bir mânevî hazîne buldum." dedi. Sonra ona derdini açtı: "-Ey bana Rabbimin hediyesi! Ey "Sabır, sürûrun anahtarıdır." hadîsinin canlı mânâsı! Hoş geldin! Anladım ki, sensiz başımıza ne kazâlar ve belâlar yağar. Şu geniş olan semâlar bile daralır da bizi sıkmaya başlar. İşte düştüğüm dert!.." diyerek mânevî hekimi, hasta câriyenin yanına götürdü. Bu hekim, bir mâneviyat sultanıydı. İnce düşünüş ve firâset sahibiydi. Hakk'ın nûruyla hastaya daha ilk bakışta teşhîsini yaptı: Câriye bir gönül hastasıydı. Çünkü onun vücûdunda gerçekte hiçbir hastalık yoktu. Ancak gönlü yaralı, gamlı ve perîşândı. Durumu sultana kısaca hulâsa eden mânevî hekim, câriyeyi konuşturabilmek için oradaki herkesi dışarı çıkardı. Sonra onun nabzını tutarak çeşitli suâller sormaya başladı. Memleketini, başına gelen cevr u cefâları, belâları v.s. her şeyi sordu. Zîrâ ancak böylelikle câriyenin kimseye açmadığı mahrem sırlarını çözecekti. Nitekim "Semerkand" adı geçtiğinde câriyenin nabız atışı hızlandı. Yüzü kızardı ve sarardı. "Kuyumcu" sözü geçtiğinde de kendini kaybedecek kadar sırrını ele verdi. Arzu ettiği malumatı edinen mânevî hekim, sultandan derhal o kuyumcuyu getirtip câriyeyi ona vermesini istedi. Pâdişâh, çâresiz bu talebi yerine getirdi. Böylece sevdiğine kavuşan câriye, gün geçtikçe iyileşmeye başladı ve bir bahar dalı gibi eski güzellik ve letâfetine kavuştu. Asıl maksadı pâdişâhın derdine devâ bulmak olan mânevî hekim, mânevî vazîfesinin diğer kısmına geçti. Kuyumcu için gâyet te'sîrli bir şerbet yaptı. Kuyumcu, şerbeti içti ve bir anda kızın gözü önünde yavaş yavaş erimeye başladı. Zayıflayıp çirkinleşti. Baştan aşağı çirkinlik timsâli oldu.