Ali GEDİK
İnsanlık ailesini genel hatlarıyla ele aldığımızda, iki ayrı iradenin hakimiyetini görürüz. Birbirine zıt ve düşman olan bu iki iradenin, pratik hayattaki tezahürleri de tamamıyla farklı ve birbirine zıttır.
Bunlardan biri nefsini putlaştıranların iradesidir ki, temelinde vahyi inkar ile hakkı gizlemek ve mahkum etmek yatar. Dünden bugüne tezahürlerine baktığımızda, her türlü inkarı, sapıklığı, dengesizliği, ölçüsüzlüğü, başıbozukluğu bu iradenin temsil ettiğini, ortaya attığını ve savunduğunu görürüz. Bugün dahi yaşadıkları hayatın gerçeklere ters düştüğünü, ilmi hiçbir mesnedi olmadığını bizzat anlasalar veya bizler onlara bunu anlatabilsek dahi, iman etmedikleri müddetçe bu durumdan kurtulmaları mümkün değildir. Bu yönüyle mesele, bilmek meselesi değil iman etmek meselesidir. Dolayısıyla bugün, hiçbir ayırım yapmadan iman nimetinden mahrum insanların hepsine birden baktığımızda, tesadüfen dahi olsa herhangi bir mü'minin inancına, anlayışına, ahlakına, şahsiyetine benzer bir özellik taşımadıklarını görürüz.
Diğer bir irade ise, mü'minin iradesidir. Yani imanın hakim olduğu ve yönlendirdiği, disiplin altına aldığı iradedir. Bu iradenin temeli vahye dayanır. Zaten onun varlığı, kendisine ulaşan teklifi anlamak ve kabullenmek içindir. Bu iradenin, yani mü'min olmanın bir başka izah ve ifadesi de; bütün zaman ve mekanlarda mutlak doğrunun, mutlak hakikatin, gerçek manada insani değerlerin sahibi ve mümessili olmaktır. Bu, öylesine yüce bir sahiplenme ve temsildir ki, görülen ve görülmeyen bütün çizgileri Hak tarafından çizilmiştir.
Onun imandaki kemali, takvası, ihlası, ahlak-ı hamidesi bütünüyle Hakk'ın rızasının ve lütfunun eseridir. Onun çizgilerini taşır. Mutlak manada Hz. Muhammed (sav) ve O'na nisbetle bütün insan-ı kamiller, bu ilahi çizgilerin en mükemmel ve müşahhas örnekleridir.
Mü'min, bütün düşünce ve hareketlerinde seçilmiş olmanın idrakinde, şuurunda ve mesuliyetinde olmak mecburiyetindedir. Çünkü onun bir adı ve en yüksek makamı, kul olmaktır. Kul ise kendi iradesini değil, efendisinin yani Hakk'ın iradesini, kendi rızasını değil, efendisinin rızasını tercihe memurdur.
Böyle olunca, insan, nefsani ve şeytani sıfatlardan sıyrılır, Rabbani ve Rahmani sıfatlara bürünür ki, bu makama gelmek vahyi inkar eden iradeyle mümkün değildir.
Vahyi inkar ile akıllarını putlaştırıp ilahlaştıranların "hayvandan da aşağı" olmaları ile kul olmak arasındaki fark, inanmak veya inanmamaktır.
Bir insanın Allah'a, Peygamber'e, ahirete, kadere, hesaba inanması, kendi gerceğini kavraması, yaradılış gayesini bilmesi, insan olarak geldiği bir alemde insanca yaşayabilmesi, ancak iman nimeti ile mümkündür. Bu cümleden olarak, bugün insanlığın içinde bulunduğu ferdi, ailevi ve içtimai bunalımları göz önünde bulundurursak, iman nimeti ile Rabbimiz'in biz mü'minleri ne gibi sapıklıklardan, dalaletlerden, dengesizliklerden, ölçüsüzlüklerden, başıboşluklardan kurtardığını daha iyi anlamış oluruz.
Sadece bu mukayese ve muhasebe bile, imanın ne büyük nimet ve lütuf olduğunu anlamamıza yetecektir.
Müminlerin Allah tarafından seçilmiş ve vazifelendirilmiş olmaları, kendileri için olduğu kadar bütün varlıklar ve hususen insanlar açısından da bir lütuftur. Çünkü, iradesini yanlışa alet edenlerin içinde buludukları bunalım ve buhranlardan kurtulabilmeleri, mü'minlerin örnek hayatlarını görmekle çok daha kolay ve mümkün olabilecektir.
İnsanlık ailesini genel hatlarıyla ele aldığımızda, iki ayrı iradenin hakimiyetini görürüz. Birbirine zıt ve düşman olan bu iki iradenin, pratik hayattaki tezahürleri de tamamıyla farklı ve birbirine zıttır.
Bunlardan biri nefsini putlaştıranların iradesidir ki, temelinde vahyi inkar ile hakkı gizlemek ve mahkum etmek yatar. Dünden bugüne tezahürlerine baktığımızda, her türlü inkarı, sapıklığı, dengesizliği, ölçüsüzlüğü, başıbozukluğu bu iradenin temsil ettiğini, ortaya attığını ve savunduğunu görürüz. Bugün dahi yaşadıkları hayatın gerçeklere ters düştüğünü, ilmi hiçbir mesnedi olmadığını bizzat anlasalar veya bizler onlara bunu anlatabilsek dahi, iman etmedikleri müddetçe bu durumdan kurtulmaları mümkün değildir. Bu yönüyle mesele, bilmek meselesi değil iman etmek meselesidir. Dolayısıyla bugün, hiçbir ayırım yapmadan iman nimetinden mahrum insanların hepsine birden baktığımızda, tesadüfen dahi olsa herhangi bir mü'minin inancına, anlayışına, ahlakına, şahsiyetine benzer bir özellik taşımadıklarını görürüz.
Diğer bir irade ise, mü'minin iradesidir. Yani imanın hakim olduğu ve yönlendirdiği, disiplin altına aldığı iradedir. Bu iradenin temeli vahye dayanır. Zaten onun varlığı, kendisine ulaşan teklifi anlamak ve kabullenmek içindir. Bu iradenin, yani mü'min olmanın bir başka izah ve ifadesi de; bütün zaman ve mekanlarda mutlak doğrunun, mutlak hakikatin, gerçek manada insani değerlerin sahibi ve mümessili olmaktır. Bu, öylesine yüce bir sahiplenme ve temsildir ki, görülen ve görülmeyen bütün çizgileri Hak tarafından çizilmiştir.
Onun imandaki kemali, takvası, ihlası, ahlak-ı hamidesi bütünüyle Hakk'ın rızasının ve lütfunun eseridir. Onun çizgilerini taşır. Mutlak manada Hz. Muhammed (sav) ve O'na nisbetle bütün insan-ı kamiller, bu ilahi çizgilerin en mükemmel ve müşahhas örnekleridir.
Mü'min, bütün düşünce ve hareketlerinde seçilmiş olmanın idrakinde, şuurunda ve mesuliyetinde olmak mecburiyetindedir. Çünkü onun bir adı ve en yüksek makamı, kul olmaktır. Kul ise kendi iradesini değil, efendisinin yani Hakk'ın iradesini, kendi rızasını değil, efendisinin rızasını tercihe memurdur.
Böyle olunca, insan, nefsani ve şeytani sıfatlardan sıyrılır, Rabbani ve Rahmani sıfatlara bürünür ki, bu makama gelmek vahyi inkar eden iradeyle mümkün değildir.
Vahyi inkar ile akıllarını putlaştırıp ilahlaştıranların "hayvandan da aşağı" olmaları ile kul olmak arasındaki fark, inanmak veya inanmamaktır.
Bir insanın Allah'a, Peygamber'e, ahirete, kadere, hesaba inanması, kendi gerceğini kavraması, yaradılış gayesini bilmesi, insan olarak geldiği bir alemde insanca yaşayabilmesi, ancak iman nimeti ile mümkündür. Bu cümleden olarak, bugün insanlığın içinde bulunduğu ferdi, ailevi ve içtimai bunalımları göz önünde bulundurursak, iman nimeti ile Rabbimiz'in biz mü'minleri ne gibi sapıklıklardan, dalaletlerden, dengesizliklerden, ölçüsüzlüklerden, başıboşluklardan kurtardığını daha iyi anlamış oluruz.
Sadece bu mukayese ve muhasebe bile, imanın ne büyük nimet ve lütuf olduğunu anlamamıza yetecektir.
Müminlerin Allah tarafından seçilmiş ve vazifelendirilmiş olmaları, kendileri için olduğu kadar bütün varlıklar ve hususen insanlar açısından da bir lütuftur. Çünkü, iradesini yanlışa alet edenlerin içinde buludukları bunalım ve buhranlardan kurtulabilmeleri, mü'minlerin örnek hayatlarını görmekle çok daha kolay ve mümkün olabilecektir.