Devlet içindeki egemenliğin kimde olduğu sorusu, tarih boyunca sorulmuş fakat farklı cevaplar verilmiştir. Ortaçağda gerek Batı'da ve gerekse Doğu'da halk değil Tanrı'nın egemenliği söz konusu idi. Rousseau'ya göre, yasama halka aittir başkasına ait olamaz, dolayısıyla halkın egemenliği gereklidir. 1789 Fransız devrimcileri halk egemenliği yerine ulusal egemenliği geçirdiler. Osmanlı Devletinde teokratik ve monarşik egemenlik geçerliydi. Tanrı'ya ait olan egemenlik, halkın yeryüzünde gölgesi olan Halife Sultana aitti. 19 Ağustos 1909 tarihli kararnamede "hakimiyet-i milliye" yani milletin hakimiyeti ifadesi geçti. Kurtuluş savaşı ortamı, ulusal egemenlik ilkesinin beşiği olmuştur. Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları, Türk milletinin egemenlik hakkını açıkça ortaya koymuş ve bu, kurtuluş savaşının itici gücü haline gelmiştir.Gerek 23 Temmuz 7 Ağustos 1919'da toplanan Erzurum ve gerekse 4-11 Eylül 1919'ta toplanan Sivas kongreleri kararlarında, Milli sınırlar içinde vatanın bölünmez bir bütün olduğu belirtildikten sonra "Kuvay-ı Milliyeyi amil ve iradeyi milliyeyi hakim kılmak esastır." denilmiştir. Atatürk, 23 Nisan 1920'de T.BM.M'nin açılışında yaptığı konuşmada ise şunları söylemiştir."Bizim uygulamak istediğimiz siyasi ilke, milli siyasettir.Milletimizin güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle milli bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir. Milli siyasetten kastettiğimiz, milli sınırlar içinde kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek mutluluk ve refahına çalışmaktır. 1921 tarihli Teşkilat-ı Esaside ve 1924 Anayasasında, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu belirtildikten sonra bu hakkın kullanılma yetkisinin ulusun tek ve gerçek temsilcisi saydığı TBMM vermiştir. 1961 ve 1982 anayasaları, egemenliğin ulusa ait olduğunu tekrarlamakla birlikte egemenliği kullanma yetkisinin sadece TBMM'ye ait değil yasamanın yanında yürütme (Cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu) ve bağımsız yargı da egemenliğin kullanılmasına katılan organlardır. Siyaset bilimi veya siyaset sosyolojisinde güçler ayrımı olarak adlandırılan bu durumun Türkiye'deki uygulanmasına kısaca değinmek istersek şunları söyleyebiliriz:Türkiye'de yasama ile yürütme birbirinin içine girmiş durumdadır. Çünkü bir kişi hem yasama organı üyesi hem de yürütmenin içinde olan bakan olabilmektedir. Böyle olunca bakan, meclisin denetim görevi sırasında kendisi ile ilgili bir yolsuzluk dosyasının görüşülmesi sırasında kendisinin aklanması için oy kullanabilmektedir. Bu da meclisin denetim görevini yapmasını büyük ölçüde engellemektedir. Türkiye'de yargının bağımsız olduğu söylenebilir mi? Çünkü hakimlerin atama ve yer değiştirmelerini yapan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarıdır. Bu durumda yargıç, ister istemez siyasal otoriteden çekindiği için bağımsız karar vermekte zorlanmaktadır.Bana göre günümüzde ulusal devletlerin egemenliğinin önündeki en büyük engel çok uluslu şirketlerdir. Bunlar yaklaşık 500 şirket olup sahipleri ABD, İngiltere, Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya vatandaşıdırlar. Çok uluslu şirketler, dünyayı sömürmelerinin önündeki engel olarak gördükleri ulusal devletlerin yıkılmasını istemektedirler. Bunun için Batı dünyasında ABD, imparatorluk yapısını korurken ve Avrupa devletleri AB adı altında para, bayrak ve sınır birliğini oluşturup bütünleşmeye giderlerken kendi dışındaki dünyayı parçalamayı planlamaktadırlar. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Condalize Rice, Fas'tan Çin'e kadar 22 devletin sınırlarının değişeceğini bütün dünyaya ilan etmiştir. Bu ülkelerin çoğu Müslüman ülkelerdir. Ülkelerin parçalanacağını söylemek suçtur, çünkü BM anayasasına göre bütün ülkelerin toprak bütünlüğüne her ulusun saygı göstermesi gerekir. Bugün dünyada BM yasaları değil güçlünün zayıfı ezdiği orman kanunları geçerli olduğu için yasalar, güçlüye değil zayıfa uygulanabilmektedir. (Devam edecek)