Ortadoğu'nun kalbi olan Filistin toprakları, bir asırdan fazladır sadece siyasi değil, aynı zamanda insani bir sınavın da merkezinde duruyor. 1917 Balfour Deklarasyonu ile başlayan süreç, 1948'te İsrail'in kuruluşuyla kurumsallaşan bir işgal düzenine dönüştü. Bu tarih, yalnızca bir devletin doğuşu değildir. Aynı zamanda Nakba'da (Büyük Felaket, 1948) 700 binden fazla Filistinli yurtlarından sürüldü; yüzlerce köy boşaltıldı veya yıkıldı. Bugün hâlâ aynı haritanın, aynı zihniyetin ve aynı hedefin izleri sürülüyor: Vaat edilmiş toprakların (Arzu Mev'ûd) peşinde şekillenen bir yayılma siyaseti uygulanıyor. "Arzu Mev'ûd" söylemi kimi kesimlerde ideolojik bir referansken, pratikte toprak edinme, güvenlik unsurunu gerekçe gösterme ve nüfuz kurma stratejisine denk düşüyor. ABD ise bu stratejiyi küresel çıkarları doğrultusunda destekliyor. Washington'un öncelikleri ise enerji, deniz yolları, askeri üsler ve bölgesel dengedir. Aradan geçen 77 yıl içinde hiçbir şey rastlantı değildir. Her savaş, her barış görüşmesi, her "terörle mücadele" söylemi, aynı stratejik zincirin halkaları oldu. Tarihin her evresinde söylem değişti, ancak stratejik hedef değişmedi. ABD bu zincirin küresel halkasıydı; İsrail ise bölgesel uygulayıcısı. Bugün Gazze'de yaşanan yıkım, dün Kudüs'te başlayan hesabın devamıdır.
1917'den 1948'e uzanan hat sadece yeni bir devletin kuruluşunu anlatmaz. Aynı zamanda bir halkın yurdundan koparılmasının, toplu sürgünün ve kalıcı mültecilik trajedisinin de tarihidir. Yaşananları, siyonizmin yükselişi ve İsrail'in kuruluş ilanı ekseninde stratejik ve aktüel bir çerçevede yeniden okumalıyız.
29 Kasım 1947'de BM Taksim Planı getirildi: Toprakların yaklaşık %55'i Yahudi, %45'i Arap devletine; Kudüs ise uluslararası statü olarak önerildi.
Yahudi liderliği planı kabul etti; Arap tarafı reddetti. Bu reddin ardından ülke içi şiddet tırmandı. 1947–Mayıs 1948 döneminde karşılıklı saldırılar, sistematik yerinden etmeler ve katliamlar yaşandı.
1948'de İsrail Devleti'nin kuruluşunu ilan edildi. Ertesi gün komşu Arap ordularının müdahalesiyle Birinci Arap-İsrail Savaşı başladı. Savaş sonunda fiili harita değişti: İsrail, BM'nin öngördüğünden çok daha geniş bir alanı, yaklaşık %78'i kontrol eder hâle geldi.
BM 242 kararı (1967) "toprak karşılığı barış" ilkesini gündeme getirdi ama yerleşim politikalarının önü açıldı. O günden bugüne Gazze'deki çatışmalar, ağır sivil kayıplar ve altyapı yıkımıyla sürmektedir. İki milyondan fazla sivilin hayatı insani krizle sınandı.
Bugün dünya basını yaşananları "Hamas'la sınırlamak" ile algı yönetmeğe çalışıyor.
Kendi kaderini tayin hakkı, evlerine dönmek isteyen mültecilerin mümkün olan en kısa sürede geri dönmelerine izin verilmesini karar altına alan (BM 194 – 1948) kararı uygulanmadan ve Kudüs'ün nihai statüsü çözülmeden kalıcı bir barış yaratmak imkânsızdır. İsrail'in izlediği yol, Siyonist ideallerin devlet biçimine dönüşmüş halidir.
Sumud filosu: Vicdanın fıtratı
Bu tablo karşısında insanlık vicdanı bir dayanışma doğurdu: Sumud Filosu.
Küresel Sumud Filosu olayında görüldü ki; dinî, etnik ve vatandaşlık farklılıkları taşıyan insanlar bile abluka ve işgale karşı birleştiğinde, müdahale artçı bir refleksle yapıldı.
Bu filo, farklı inançlardan, dillerden ve ülkelerden insanları bir araya getirmişti — çünkü vicdan, Allah'ın insanın fıtratına yerleştirdiği ortak değerdir.
İman eden de etmeyen de zulmün acısını hisseder; zira adalet duygusu yaratılıştan gelir.
Bu yönüyle Sumud, sadece bir insani yardım girişimi değil, yaratılışın adalet sesidir.
Filonun maruz kaldığı muamele, saldırının taraflardan birine değil; işgal düzenine karşı konulan her meydan okumaya yöneltilmiş olduğunu gösterdi. Bu bir örgüt meselesi değil; bir halkın geleceğini ve onurunu hedef alan uzun soluklu bir stratejidir.
Türkiye için ise görev açıktır: duygusal dayanışma yeterli değildir.
Tarihî bağ ve coğrafi konum, Türkiye'ye hukuka dayalı kararlı diplomasi, sivil toplumla somut dayanışma, insani yardım koridorlarının güvence altına alınması ve uluslararası hukukun işletilmesi sorumluluğunu verir.
İsrail'in Sumud filosuna uluslararası sularda müdahalesi, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne göre açık bir deniz eşkıyalığıdır. Bu durumda sessiz kalan devletler, sadece vatandaşlarına değil, uluslararası hukuka da sırt çevirmektedir.
Adaletin tarafında durmak, sadece ahlaki bir tercih değil, bölgesel istikrar ve insanlığın ortak sorumluluğudur.
Sumud, insanlığın ortak vicdanıydı. İsrail bu vicdana saldırdı.
Bu noktada asıl sorumluluk, filoya katılanların ülkelerine aittir.
Vatandaşları denizde rehin alınırken, devletlerin sessiz kalması "sarı öküz"ü vermektir.
O ilk sessizlik, bir sonraki haksızlığın davetiyesidir.
Bugün Gazze için susanlar, yarın kendi vatandaşlarının hakkı ihlal edildiğinde itiraz edecek zemin bulamayacaklardır.
Bugün zulme sessiz kalanlar, yarın adalet talep edemez.
Filistin'de ölen sadece insanlar değil, insanlık vicdanıdır.
Bu yüzden çağrımız açıktır:
Gazze'deki çocuk, Yemen'deki aç, Afrika'daki mülteci, bir başka ülkedeki sivil aynı insani değerin temsilcisidir.
Uluslararası toplum, işgale ve hukuksuzluğa nerede olursa olsun ortak bir duruş sergilemek zorundadır.
Aksi halde "Arzu Mev'ûd" yalnızca İsrail'in ideali değil, küresel adaletsizliğin yeni simgesi haline gelecektir.
Ve o zaman, artık hiçbirimiz sadece 'sarı öküzü' değil, insanlığın ortak vicdanını da kaybetmiş oluruz.
- Arzu Mev’ûd’un gölgesinde: İsrail’in kuruluşu ve işgalin sürekliliği / 05.10.2025
- Bahçeli’nin TRÇ çıkışı: Strateji mi, PR hamlesi mi? / 22.09.2025
- Bir iman formülünün siyasete alet edilmesi / 21.09.2025
- Geleceği savunmak: Bir nesli kayıp vermemek / 20.09.2025
- Sağ–solun ötesinde: Türkiye siyasetini yeniden okumak / 11.09.2025
- Hüseyin Baş dosyası: Demokrasiye ayar duruşması / 09.09.2025
- Batum’un Osmanlı ve Türkiye Eksenindeki Tarihsel Serüveni / 03.09.2025
- Yokluktan destana: 30 Ağustos’un sırrı / 01.09.2025
- Yokluktan destana: 30 Ağustos’un sırrı / 01.09.2025