Mûsâ Kâzım Hz.
Abdest alıp dört rekat namaz kıldı. bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine döktü. Çalkalayıp içti. Yanına gidip selam verdim. Selamımı aldı. "Hak Teâlâ'nın sana ihsan ettiği nimetlerin fazlasından bana da tattır" dedim. "Hak Tâlâ'nın nimetleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hak Teâlâ'ya hüsn-i zanda bulun!" deyip, kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Kovanın içine koyup çalkaladığı kum onun kerameti ile yiyecek haline gelmişti. Ondan daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke'ye gelinceye kadar onu bir daha göremedim. Mekke'de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devam etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. "Mûsâ bin Câfer bin muhammed bin Ali bin Hüseyin'dir" dediler. "Yolda bu zattan şöyle şöyle acaib haller gördüm" dedim. "Bu haller bu seyyid için acaib değildir dediler."
Onu seven Hâlid ez-Zabbâli şöyle anlatıyor: Halife Mehdi, İmâm Kâzım'ı ilk defa çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan bazı şeyler almamı buyurdu. Yüzüme baktı ve; "Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?" diye sordu. Ben de; "Niçin üzülmeyeyim, bir zalimin yanına gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı belli değildir" dedim. "Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin beni beklersin" buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım Hazretleri bir katıra binmişti. "Ey falan!" diye seslendi. "Az kalsın, kalbine şüphe geliyordu değil mi?" buyurdu. "Evet öyle olacaktı" dedim. Sonra; "Allah-u Teâlâ'ya hamd olsun ki, bu zalimden kurtuldun" dedim. "Beni bir daha oraya götürecekler o zaman kurtulamayacağım" buyurdu.
Abdest alıp dört rekat namaz kıldı. bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine döktü. Çalkalayıp içti. Yanına gidip selam verdim. Selamımı aldı. "Hak Teâlâ'nın sana ihsan ettiği nimetlerin fazlasından bana da tattır" dedim. "Hak Tâlâ'nın nimetleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hak Teâlâ'ya hüsn-i zanda bulun!" deyip, kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Kovanın içine koyup çalkaladığı kum onun kerameti ile yiyecek haline gelmişti. Ondan daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke'ye gelinceye kadar onu bir daha göremedim. Mekke'de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devam etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. "Mûsâ bin Câfer bin muhammed bin Ali bin Hüseyin'dir" dediler. "Yolda bu zattan şöyle şöyle acaib haller gördüm" dedim. "Bu haller bu seyyid için acaib değildir dediler."
Onu seven Hâlid ez-Zabbâli şöyle anlatıyor: Halife Mehdi, İmâm Kâzım'ı ilk defa çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan bazı şeyler almamı buyurdu. Yüzüme baktı ve; "Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?" diye sordu. Ben de; "Niçin üzülmeyeyim, bir zalimin yanına gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı belli değildir" dedim. "Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin beni beklersin" buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım Hazretleri bir katıra binmişti. "Ey falan!" diye seslendi. "Az kalsın, kalbine şüphe geliyordu değil mi?" buyurdu. "Evet öyle olacaktı" dedim. Sonra; "Allah-u Teâlâ'ya hamd olsun ki, bu zalimden kurtuldun" dedim. "Beni bir daha oraya götürecekler o zaman kurtulamayacağım" buyurdu.