Birinci Körfez Krizi sürecine hızlıca bir bakacak olursak, 1991'de ABD'nin Irak'ı işgaliyle başlayan, sonrasında 1992'de Çekiç Güç adıyla ABD'nin Türkiye'ye ve Ortadoğu'ya yerleşmesi ile davam eden bu süreçte Irak halkının yüzü hiç gülmedi, gülmüyor da.
O dönemde birileri tüm bu işgal sürecini sadece petrol kaynaklarının kontrolü üzerinden okuyup anlatırken bir tek Prof. Dr. Haydar Baş toplumu ve siyaseti, hayır, bu büyük İsrail devletinin kurulma çabalarıdır, nihai hedef Türkiye'dir, sakın aldanmayın, diye uyardı. Ki o zaman bir parti lideri kimliği de olmamsına rağmen kamuoyu Baş'ın bu çıkışını duymuş ve süreci tartışmaya, özellikle Türkiye'nin rolünü anlamaya çalışmıştı.
"Bir koyup üç alacağız" sözüyle hafızalara kazınan Irak'ın işgal sürecinde devrin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Körfez harekâtına açık bir destek vermesi Müslüman Müslüman'ın vurulmasını neden destekliyor gibi tepkiler doğurunca diyanet devreye girdi. "Ulü'l-emre itaat farzdır… O halde bu günün ulü'l emri olan Turgut Özal'a da uymak her Müslüman'a farzdır" fetvasını Taksim Ağa Caminde bir cuma hutbesinde duyduğumda şok olmuştum. Bu fetvasıyla Diyanet, din işlerini devlet işlerine karıştırarak laiklik ilkesini çiğnemiş ve halkı din üzerinden baskılamıştı. Bekli de tabandan gelecek baskıyla Irak işgalinin durdurulma ihtimalinin de önünü kesmiş oldu.
Peki, ne oldu? Ulü'l-emr fetvası ülkemize ve bölgeye ne kazandırdı? ABD bölgeye yerleşti, İsrail gücüne güç kattı, Filistin ezildikçe ezilmeye devam ediyor, Irak fiilen bölündü ve adı konmuş ama resmileşmemiş bir Kürt devleti kuruldu, bölgede yaşanan istikrarsızlıklar ve Arap Baharı gibi süreçlerle birçok terör örgütünün kurulması ve daha birçok olumsuzluk hep bu sürecin sonrasında yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.
Zamanda biraz geriye gidersek mezhepçilik ve Arap milliyetçiliği üzerinden yapılan bölünmelerin ana amacı Anadolu topraklarını da içeren büyük İsrail devletinin önünü açmaktı. İşin rant kısmı ise kısa günün kârı ve bir nevi hedef saptırmaktan başka bir şey değildi. Tüm bu sürecin Osmanlı zamanında İngiliz ajan Hamper tarafından nasıl planlandığını Prof. Dr. Haydar Baş Bey, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler kitabında herkesin anlayacağı sade bir dille açık açık anlatıyor.
Birinci dünya savaşının sonunda yeniden dizayn edilen bu coğrafyada tüm ülkelerin rejimleri ya mezhep tabanlı ya da milliyetçilik tabanlı olurken verdiği şanlı kurtuluş mücadelesi neticesinde bir tek Türkiye, devlet rejimine laiklik ilkesini değişmez bir şart olarak getirdi. Bu sayede bir asırdır Ortadoğu coğrafyasında yaşanan tüm mezhep tabanlı çatışmalardan uzak durmayı başardık. Buradan bir kez daha Mustafa Kemal Atatürk'ü minnetle anıyoruz.
Laiklik ilkesi devleti ve milleti tefrikalardan korumada bir sigorta, tabi doğu anlaşılır ve de uygulanırsa.
Ancak hayatın doğal akışı içerisinde her türlü fitneye karşı bir de rehbere ihtiyaç duymaktayız. Günümüzde her yeni gün yeni bir fitneyle doğuyor. Belki de ahir zaman denilen süreç böyle bir süreç. Bu rehberin Ehl-i Beyt olduğunu Prof. Dr. Haydar Baş tüm Müslümanlara hem külliyatıyla hem de kongre ve konferansları aracılığı ile haykırdı. İçeride Alevi-Sünni dışarıda İran ve Suriye ile olabilecek her türden çatışma ve savaşı merkezi Ehl-i Beyt olan birlik ve beraberlik ölçüsüyle engelledi. Bu durum tabiî ki bazı çevreleri rahatsız etti, ediyor da.
Atatürk'le bağımsızlığını kazanıp mezhep savaşlarından korunan Türkiye, Prof. Dr. Haydar Baş'ın Ehl-i Beyt açılımıyla birlik ve beraberliğini korumaya devam ederken İslam dünyası da adeta kan gölüne dönecek bir savaştan korunmuş oluyor.
- Tavuk döner ekonomisi / 08.01.2022
- Göremediğiniz aslandan korkun / 15.05.2020
- Bir ömre sığmayan hayat / 24.04.2020
- Amerika Korona’nın ilacını buldu / 28.03.2020
- TRT’den skandal dizi / 18.03.2020
- Sen nasıl bir senesin 2020 / 17.03.2020
- Kapitalizmin elindeki kırbaç, teknoloji / 27.02.2020
- Farkında olmadan halk Budist oluyor! / 20.02.2020
- Kore’nin ‘parazit’ başarısı / 11.02.2020