Batılılar, “siyasal İslâm” diye bir kavram türettiler. Sonra da Müslümanları, bu kavramla tanımladılar. Yazdıklarına, çizdiklerine ve söylediklerine bakarsanız, siyasal İslâmcılardan çok korktukları hükmüne varırsınız. Siyasal İslâmcılar da, bu propagandayı delil göstererek, Müslümanlara “bakın Batılılar, bizden nasıl korkuyor” diyerek, taraftar toplamaya, dahası İslâm’ın gerçek temsilcisi olduklarını ispatlamaya çalıştılar. Bu, çift yanlı bir propagandadır. Bunun etkisinden çok az insan kendini koruyabilir. Onu da ancak gerçekleri bilen, düşünen, yorumlayan, feraset sahibi insanlar yapabilir.
Bu ferasetli kişiler, yıllar önce “Siyasal İslâm’ın Amerikan projesi olduğunu” söylüyorlardı. Ama inanan insan sayısı çok azdı. İnananlar da “acaba” sorusunu sormaktan kendini alamıyordu. Yıllar döndü dolaştı, tozu dumana katan siyasal İslâmcıların Amerikancılığı açık olarak ortaya çıktı. Kendileri sözleriyle, tutum ve davranışlarıyla bunu gözler önüne serdiler.
Maalesef ABD, İslâm dünyasında “siyasal İslâmcı” bir Müslüman tipi oluşturdu. Onu da gerçek Müslüman tipi olarak tanıtıyorlar. Bu Müslüman tipi, İslâm ahlâkını kişiliğinde ve hayatında yansıtmayan, İslâm’ı sloganlaştıran ve siyasete alet eden istismarcı bir tiptir. Hâlbuki insanlık, İslâm’ı bizzat hayatında tatbik eden Müslümanlara muhtaçtır. Geçmişte İslâm’ın yayılmasını sağlayan örnek Müslümanlar bu tiplerdi. O Müslümanlar siyasi, dini, askeri ve ekonomik baskılara karşı “kurtarıcı” olarak görülüyordu. Zulme uğrayan mazlumların tek ümidi idiler. Bu örnek Müslümanlar, İslâm’ı silâh zoruyla, askeri güçle değil, gönül yoluyla, bir başka deyişle, Ehli Beyt anlayışıyla yayıyorlardı.
Batılılar, kendi türettikleri siyasal İslâm’ı gerçekten tehlike görüyorlar mı? Görmüyorlar, çünkü siyasal İslâmcılar, Batı medeniyetinin değerleriyle hareket ediyorlar. O bakımdan Batı dünyası için asla tehlike oluşturmuyorlar. Tehlike oluşturan Müslümanlar, Batı medeniyetini reddeden, onunla hesaplaşmaya giren gerçek Müslümanlardır. Esasen İslâm ile Batı dünyasının asıl çatışması medeniyet alanında yaşanmaktadır. Bu çatışma, İslâm’ın doğuşundan beri yaşanan bir çatışmadır. Soğuk Savaş dönemi, bunu kısmi olarak perdelemişti. Soğuk Savaş dönemi bitince, temel çatışmaya yeniden dönülmüştür.
Bundan dolayıdır ki, 1990’lı yıllarda Batılılar, “medeniyetler çatışması” tezini gündeme getirdiler. Bernard Lewis, 1990’da yayınladığı bir makalesinde İslâm ile Batı dünyası arasındaki çatışmayı “medeniyetler çatışması” olarak tanımlamıştır. Huntington da, “gelecek dönemde dünyadaki ana çatışma kaynaklarının ideolojik veya ekonomik olmayacağını” iddia etti ve şöyle dedi: “Küresel siyasetin başlıca çatışmaları, farklı medeniyetlere mensup uluslar ve topluluklar arasında gerçekleşecektir. Medeniyetler çatışması küresel siyaseti belirleyecek, medeniyetler arasındaki fay hatları, geleceğin çatışma çizgileri olacaktır.” Harvard Üniversitesi’nden İslâm tarihçisi Roy Mottahedeh, Huntington’ın tezine karşı çıktı, “Onun Müslümanlar arasındaki farklılıkları göz ardı ettiğini” söyledi. Mottahedeh, örnek olarak da Batı hukukunu ve demokrasiyi benimseyen siyasal İslâmcıları gösterdi. Mottahedeh gibi düşünenlere göre, önemli olan siyasal İslâmcıların, demokrasi ile uyumlu olup olmadığıdır. Eğer uyumu iseler, sorun yok. Ne kadar aşırı olurlarsa olsunlar, ıslah edilebilir ve hizaya getirilebilirler.
Nitekim bu konuda birçok çalışmalar yapılıyor, “İslâm ve siyaset” konulu toplantılar, paneller ve konferanslar düzenleniyor. Harvard Üniversitesi ‘Ortadoğu Çalışma Merkezi’nin yöneticisi Nadav Safran’ın düzenlediği “Çağdaş İslâm Dünyasında İslâm ve Siyaset” konulu uluslararası konferans bunlardan yalnızca biridir. Bu ve buna benzer konferansların, finansmanının CIA tarafından sağlanması üzerinde ayrıca düşünmek ve siyasal İslâmcıların bu organizasyonlardaki rollerini de dikkatlerden kaçırmamak gerekir. Bunu yaparsak önümüzü, yönümüzü ve yolumuzu daha net görme imkânına kavuşuruz.
Bu ferasetli kişiler, yıllar önce “Siyasal İslâm’ın Amerikan projesi olduğunu” söylüyorlardı. Ama inanan insan sayısı çok azdı. İnananlar da “acaba” sorusunu sormaktan kendini alamıyordu. Yıllar döndü dolaştı, tozu dumana katan siyasal İslâmcıların Amerikancılığı açık olarak ortaya çıktı. Kendileri sözleriyle, tutum ve davranışlarıyla bunu gözler önüne serdiler.
Maalesef ABD, İslâm dünyasında “siyasal İslâmcı” bir Müslüman tipi oluşturdu. Onu da gerçek Müslüman tipi olarak tanıtıyorlar. Bu Müslüman tipi, İslâm ahlâkını kişiliğinde ve hayatında yansıtmayan, İslâm’ı sloganlaştıran ve siyasete alet eden istismarcı bir tiptir. Hâlbuki insanlık, İslâm’ı bizzat hayatında tatbik eden Müslümanlara muhtaçtır. Geçmişte İslâm’ın yayılmasını sağlayan örnek Müslümanlar bu tiplerdi. O Müslümanlar siyasi, dini, askeri ve ekonomik baskılara karşı “kurtarıcı” olarak görülüyordu. Zulme uğrayan mazlumların tek ümidi idiler. Bu örnek Müslümanlar, İslâm’ı silâh zoruyla, askeri güçle değil, gönül yoluyla, bir başka deyişle, Ehli Beyt anlayışıyla yayıyorlardı.
Batılılar, kendi türettikleri siyasal İslâm’ı gerçekten tehlike görüyorlar mı? Görmüyorlar, çünkü siyasal İslâmcılar, Batı medeniyetinin değerleriyle hareket ediyorlar. O bakımdan Batı dünyası için asla tehlike oluşturmuyorlar. Tehlike oluşturan Müslümanlar, Batı medeniyetini reddeden, onunla hesaplaşmaya giren gerçek Müslümanlardır. Esasen İslâm ile Batı dünyasının asıl çatışması medeniyet alanında yaşanmaktadır. Bu çatışma, İslâm’ın doğuşundan beri yaşanan bir çatışmadır. Soğuk Savaş dönemi, bunu kısmi olarak perdelemişti. Soğuk Savaş dönemi bitince, temel çatışmaya yeniden dönülmüştür.
Bundan dolayıdır ki, 1990’lı yıllarda Batılılar, “medeniyetler çatışması” tezini gündeme getirdiler. Bernard Lewis, 1990’da yayınladığı bir makalesinde İslâm ile Batı dünyası arasındaki çatışmayı “medeniyetler çatışması” olarak tanımlamıştır. Huntington da, “gelecek dönemde dünyadaki ana çatışma kaynaklarının ideolojik veya ekonomik olmayacağını” iddia etti ve şöyle dedi: “Küresel siyasetin başlıca çatışmaları, farklı medeniyetlere mensup uluslar ve topluluklar arasında gerçekleşecektir. Medeniyetler çatışması küresel siyaseti belirleyecek, medeniyetler arasındaki fay hatları, geleceğin çatışma çizgileri olacaktır.” Harvard Üniversitesi’nden İslâm tarihçisi Roy Mottahedeh, Huntington’ın tezine karşı çıktı, “Onun Müslümanlar arasındaki farklılıkları göz ardı ettiğini” söyledi. Mottahedeh, örnek olarak da Batı hukukunu ve demokrasiyi benimseyen siyasal İslâmcıları gösterdi. Mottahedeh gibi düşünenlere göre, önemli olan siyasal İslâmcıların, demokrasi ile uyumlu olup olmadığıdır. Eğer uyumu iseler, sorun yok. Ne kadar aşırı olurlarsa olsunlar, ıslah edilebilir ve hizaya getirilebilirler.
Nitekim bu konuda birçok çalışmalar yapılıyor, “İslâm ve siyaset” konulu toplantılar, paneller ve konferanslar düzenleniyor. Harvard Üniversitesi ‘Ortadoğu Çalışma Merkezi’nin yöneticisi Nadav Safran’ın düzenlediği “Çağdaş İslâm Dünyasında İslâm ve Siyaset” konulu uluslararası konferans bunlardan yalnızca biridir. Bu ve buna benzer konferansların, finansmanının CIA tarafından sağlanması üzerinde ayrıca düşünmek ve siyasal İslâmcıların bu organizasyonlardaki rollerini de dikkatlerden kaçırmamak gerekir. Bunu yaparsak önümüzü, yönümüzü ve yolumuzu daha net görme imkânına kavuşuruz.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018