Zehra beş yıllık evli... Evlendiği günkü hayallerinden, mutluluğundan, mahzun ve gam yüklü kadın... Neler gördü neler? Zaman bu kadar çabuk nasıl geçti? Bundan sonra neler olacak?
Kocası ile aynı işyerinde tanışmışlar ve daha sonra evlenmeye karar vermişlerdi. Altı aylık nişanlılık dönemindeki tatlı sözler, renkli hayaller, vaatler, kibarlık taslamaları evliliğin ikinci gününde birden bire yerini zahmete, horlamaya, eziyete dönüştürmüştü. Bunu kime anlatabilirdi? O kadar karmaşık duygular içindeydiki cevabını veremediği sorular altında çoğu zaman için için ezilirdi. Öyle hassas yapısı vardı ki; sırrını bacasız ocak gibi, ateşi ve dumanıyla ciğerlerinde saklardı. Bu sebeple ne ailesine, ne de en yakın arkadaşı ve kan kardeşi Hatice'ye bile olan bitenden bahsetmemişti.
'İki ayak bir pabuca girmişti'. Ne kendisi ve ne de kocasında huzur yoktu. Evlenmeden önce şu an yaşadıklarını aklının ucundan bile geçirmemişti. İşin en sıkıntı veren yönü ise kocasının Zehra'nın duygularına, düşüncelerine kapalı ve saygısız olmasıydı. İçini, meyve ağacındaki kurt gibi kemiren asıl şey de; güya beraber oldukları kader birliğinin dışında kalması, yok sayılmasıydı.
Evlenmeden önce bunları nasıl anlayamadı? Neyse; dövünmenin faydası olmuyordu. Kimi zaman bir öğretmen edasıyla, kimi zaman şefkatli, gün görmüş, güzel ahlak sahibi bir anne edasıyla için çekerek: 'Çocukları evliliğe hazırlamalı. Çocukları hayatın şartlarına hazırlamalı.' Diyerek kendi yaşadıklarını, sosyal problemler içerisinde düşünüyor ve çıkış yolları ar4ıyordu. Daha 24 yaşındaydı. Beş yıl boyunca hayatının sevinçlerle, umutlarla dolu günlerine adeta simsiyah perde çekilmişti.
Zehra çalışıyordu. Saat 18:00'de işten ayrılıyor, ancak akşamın yedisinde eve varabiliyordu. Eve gelir gelmez yorgun ayaklarıyla hemen mutfağa koşuyor yemek hazırlıyordu. Kocası daha içeri girer girmez suratını asıyor, aşağılama, dırdır, hakaretler birbirini kovalıyordu... Yine bir akşam vakti... Saat akşamın on birinci gelmişti. Kocası ayaklarını tavana doğru uzattığı koltuktan bağırdı:
-Karpuz soy getir!
Zehra karpuzu dolaptan çıkarıyordu. Üç kiloluk karpuzu masanın üzerine koyarken kollarının ağırlaştığını hissediyordu. Bu her gün aynı saatte yaşadığı beden gücünün bütün bağlarından boşanıp koca bir dağ gibi omuzlarına çöktüğü saatti. Gözleri sırım sırım sızlıyordu. Belki de bu çile dolu günlerinde içini serinleten şey, gençlik günlerini gökyüzüne kanat çırpan tatlı hatıralarıydı. Ümit yıldızları ile süslü gençlik günlerinden için aydınlatacak ışıkları saçılabilir miydi?
Gönlüne böyle ümit ışığı doğduğu bir anda bütün kötülükleri unuturdu. İyi niyet, hoşgörü ve mutlu yuva beklentisinin kısa aralığını yakaladığını zanneden Zehra kocasına şöyle seslendi:
-Karpuzu dolaptan çıkardım. Epeyce soğuk. Biraz ısınsın. İstersen gel sen soy. Daha bulaşıklar var, demeye kalmamıştı ki bir anda mutfak kapısında kocasını gördü. Gözleri dönmüş dimağı tıkanmış, kalbi körelmiş, kaşlar çatık avazı çıktığı kadar bağırıyor:
-Sen bana nasıl istediğimi getirmezsin de gel kendin al dersin?
Zehracık:
-Gel kendin al demedim. Yorgunum. İstersen gel sen hazırla, dedim. Kocası olacak adam suratına ani bir yumruk vurmasıyla Zehra'nın burnunu kanattı. Kendini bilmeze bakınki gözü dönmüş adam akan kanlara bakmadan yere çömelmiş güçsüz savunmasız Zehra'yı tekmelemeye devam etti.
Zehra bir müddet kendine gelemedi. Gökler başında gürlüyor, yıldızlar taş kütleleri halinde üzerine yağıyordu. Zindan, karanlık, gece, çamur her biri vücut iklimini aynı anda istila etti.
Bir hayat... Bir hayat... Bir hayat taşıyor bu kadın. Gök kararmış, yer dikenlerle dolmuştu sanki. Kaf dağının ardından ak tenli güvercin gibi gönül penceresini tıklayan gençlik neşesi gençlik kuşu da gelmezdi şimdi.
Sabaha kadar uyumadı. Uyuyamadı. Kafasındaki sorular meclis bildirileri gibi okunan problemler... Derken acılar içerisinde uyuyakalmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla ayağa kalkmaya çalıştı boynu bükük gelin. O gün işe gidememişti. İş yerinden ne kadar aradılarsa da cevap alamamışlardı.
Hatice... Hatice... Gönül incisi arkadaşı... Biricik dostu. O gün, arkadaşını görmek için yola çıkmıştı.
Saat öğleden sonra dört olmuştu. Kapı zili çalıyordu. Zehra yığılıp kaldığı kanepeden uyandı. Güçlükle ayağa kalkabilirdi. Bu saatte kim olacak ki? Belki de Hatice'dir. Kapıyı açtı. Karşısında duran kocası. Zehra hiçbir şey söylemeden geçip oturdu. İnsanlık bilgi ve merhametinin fersah fersah gerisinde olan kocası pişkin pişkin şöyle demeye gelmiş:
-Hadi hazırlan da çarşıya gidelim. Üzerine bir şeyler alalım. Hem yemek de yeriz.
Zehra boynunu büktü. Halatlarla çekilen zoraki ve mecburi tebessümüyle kocasına boyun eğip çarşıya çıktı. Kocası elinden tutmuş güya sevgisini açığa vuruyor. Öyle ya yıktığı gönlü yapacak...
Niçin?
Tekrar tekmelemek için.
Hatice de mahalleye gelmişti. Çarşıdan tatlı yaptırıp Zehra'ya götürecekti. Tam bu anda Zehra'yı mağazaya girerken görmesin mi? Koşup kucaklayacak bağrına basacaktı ki yanında kocasının olduğunu fark etti. Yavaş adımlarla yaklaştı, yaklaştı. Zehra, Hatice'yi fark etmemişti. Hatice onun yüzüne uzun uzun baktı. Gördü... Gördü de içi kan ağladı. Hani okulda kan kardeş olmuşlardı ya... Yüzünden ve dağınık saçlarından bir film gibi başından geçenleri tahmin etmiş, okumuştu. Göz yaşları için için akmaya başlamıştı. Hatice eve döndüğünde bir yandan göz yaşlarını siliyor bir yandan ellerini duaya kaldırıyor, bir yandan da hikayesini defterine yazıyordu. Son satırlarında bir dörtlük vardı:
Gençlik kuşu şimdi esir
Gelinciğin renkleri şimdi solgun
Kim bilir ne kadar acı çekenler var
Belki de yalnız Haticeler bilir.
Kocası ile aynı işyerinde tanışmışlar ve daha sonra evlenmeye karar vermişlerdi. Altı aylık nişanlılık dönemindeki tatlı sözler, renkli hayaller, vaatler, kibarlık taslamaları evliliğin ikinci gününde birden bire yerini zahmete, horlamaya, eziyete dönüştürmüştü. Bunu kime anlatabilirdi? O kadar karmaşık duygular içindeydiki cevabını veremediği sorular altında çoğu zaman için için ezilirdi. Öyle hassas yapısı vardı ki; sırrını bacasız ocak gibi, ateşi ve dumanıyla ciğerlerinde saklardı. Bu sebeple ne ailesine, ne de en yakın arkadaşı ve kan kardeşi Hatice'ye bile olan bitenden bahsetmemişti.
'İki ayak bir pabuca girmişti'. Ne kendisi ve ne de kocasında huzur yoktu. Evlenmeden önce şu an yaşadıklarını aklının ucundan bile geçirmemişti. İşin en sıkıntı veren yönü ise kocasının Zehra'nın duygularına, düşüncelerine kapalı ve saygısız olmasıydı. İçini, meyve ağacındaki kurt gibi kemiren asıl şey de; güya beraber oldukları kader birliğinin dışında kalması, yok sayılmasıydı.
Evlenmeden önce bunları nasıl anlayamadı? Neyse; dövünmenin faydası olmuyordu. Kimi zaman bir öğretmen edasıyla, kimi zaman şefkatli, gün görmüş, güzel ahlak sahibi bir anne edasıyla için çekerek: 'Çocukları evliliğe hazırlamalı. Çocukları hayatın şartlarına hazırlamalı.' Diyerek kendi yaşadıklarını, sosyal problemler içerisinde düşünüyor ve çıkış yolları ar4ıyordu. Daha 24 yaşındaydı. Beş yıl boyunca hayatının sevinçlerle, umutlarla dolu günlerine adeta simsiyah perde çekilmişti.
Zehra çalışıyordu. Saat 18:00'de işten ayrılıyor, ancak akşamın yedisinde eve varabiliyordu. Eve gelir gelmez yorgun ayaklarıyla hemen mutfağa koşuyor yemek hazırlıyordu. Kocası daha içeri girer girmez suratını asıyor, aşağılama, dırdır, hakaretler birbirini kovalıyordu... Yine bir akşam vakti... Saat akşamın on birinci gelmişti. Kocası ayaklarını tavana doğru uzattığı koltuktan bağırdı:
-Karpuz soy getir!
Zehra karpuzu dolaptan çıkarıyordu. Üç kiloluk karpuzu masanın üzerine koyarken kollarının ağırlaştığını hissediyordu. Bu her gün aynı saatte yaşadığı beden gücünün bütün bağlarından boşanıp koca bir dağ gibi omuzlarına çöktüğü saatti. Gözleri sırım sırım sızlıyordu. Belki de bu çile dolu günlerinde içini serinleten şey, gençlik günlerini gökyüzüne kanat çırpan tatlı hatıralarıydı. Ümit yıldızları ile süslü gençlik günlerinden için aydınlatacak ışıkları saçılabilir miydi?
Gönlüne böyle ümit ışığı doğduğu bir anda bütün kötülükleri unuturdu. İyi niyet, hoşgörü ve mutlu yuva beklentisinin kısa aralığını yakaladığını zanneden Zehra kocasına şöyle seslendi:
-Karpuzu dolaptan çıkardım. Epeyce soğuk. Biraz ısınsın. İstersen gel sen soy. Daha bulaşıklar var, demeye kalmamıştı ki bir anda mutfak kapısında kocasını gördü. Gözleri dönmüş dimağı tıkanmış, kalbi körelmiş, kaşlar çatık avazı çıktığı kadar bağırıyor:
-Sen bana nasıl istediğimi getirmezsin de gel kendin al dersin?
Zehracık:
-Gel kendin al demedim. Yorgunum. İstersen gel sen hazırla, dedim. Kocası olacak adam suratına ani bir yumruk vurmasıyla Zehra'nın burnunu kanattı. Kendini bilmeze bakınki gözü dönmüş adam akan kanlara bakmadan yere çömelmiş güçsüz savunmasız Zehra'yı tekmelemeye devam etti.
Zehra bir müddet kendine gelemedi. Gökler başında gürlüyor, yıldızlar taş kütleleri halinde üzerine yağıyordu. Zindan, karanlık, gece, çamur her biri vücut iklimini aynı anda istila etti.
Bir hayat... Bir hayat... Bir hayat taşıyor bu kadın. Gök kararmış, yer dikenlerle dolmuştu sanki. Kaf dağının ardından ak tenli güvercin gibi gönül penceresini tıklayan gençlik neşesi gençlik kuşu da gelmezdi şimdi.
Sabaha kadar uyumadı. Uyuyamadı. Kafasındaki sorular meclis bildirileri gibi okunan problemler... Derken acılar içerisinde uyuyakalmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla ayağa kalkmaya çalıştı boynu bükük gelin. O gün işe gidememişti. İş yerinden ne kadar aradılarsa da cevap alamamışlardı.
Hatice... Hatice... Gönül incisi arkadaşı... Biricik dostu. O gün, arkadaşını görmek için yola çıkmıştı.
Saat öğleden sonra dört olmuştu. Kapı zili çalıyordu. Zehra yığılıp kaldığı kanepeden uyandı. Güçlükle ayağa kalkabilirdi. Bu saatte kim olacak ki? Belki de Hatice'dir. Kapıyı açtı. Karşısında duran kocası. Zehra hiçbir şey söylemeden geçip oturdu. İnsanlık bilgi ve merhametinin fersah fersah gerisinde olan kocası pişkin pişkin şöyle demeye gelmiş:
-Hadi hazırlan da çarşıya gidelim. Üzerine bir şeyler alalım. Hem yemek de yeriz.
Zehra boynunu büktü. Halatlarla çekilen zoraki ve mecburi tebessümüyle kocasına boyun eğip çarşıya çıktı. Kocası elinden tutmuş güya sevgisini açığa vuruyor. Öyle ya yıktığı gönlü yapacak...
Niçin?
Tekrar tekmelemek için.
Hatice de mahalleye gelmişti. Çarşıdan tatlı yaptırıp Zehra'ya götürecekti. Tam bu anda Zehra'yı mağazaya girerken görmesin mi? Koşup kucaklayacak bağrına basacaktı ki yanında kocasının olduğunu fark etti. Yavaş adımlarla yaklaştı, yaklaştı. Zehra, Hatice'yi fark etmemişti. Hatice onun yüzüne uzun uzun baktı. Gördü... Gördü de içi kan ağladı. Hani okulda kan kardeş olmuşlardı ya... Yüzünden ve dağınık saçlarından bir film gibi başından geçenleri tahmin etmiş, okumuştu. Göz yaşları için için akmaya başlamıştı. Hatice eve döndüğünde bir yandan göz yaşlarını siliyor bir yandan ellerini duaya kaldırıyor, bir yandan da hikayesini defterine yazıyordu. Son satırlarında bir dörtlük vardı:
Gençlik kuşu şimdi esir
Gelinciğin renkleri şimdi solgun
Kim bilir ne kadar acı çekenler var
Belki de yalnız Haticeler bilir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Feyyaz İnanç / diğer yazıları
- ‘Işıkları açın’ / 07.05.2021
- Kulluğun gerçek tarifi / 06.05.2021
- Asli ihtiyaçlar / 30.04.2021
- Mecnun’un Leylası / 29.04.2021
- Rahman Suresi-II / 21.04.2021
- Rahman Suresi / 19.04.2021
- 14 Nisan / 15.04.2021
- İmam Muhammed Et-Takî’nin (a.s) Öğütleri / 14.04.2021
- Sağlam kale Ehl-i Beyt / 12.04.2021
- Bizi deryaya salan / 08.04.2021
- Kulluğun gerçek tarifi / 06.05.2021
- Asli ihtiyaçlar / 30.04.2021
- Mecnun’un Leylası / 29.04.2021
- Rahman Suresi-II / 21.04.2021
- Rahman Suresi / 19.04.2021
- 14 Nisan / 15.04.2021
- İmam Muhammed Et-Takî’nin (a.s) Öğütleri / 14.04.2021
- Sağlam kale Ehl-i Beyt / 12.04.2021
- Bizi deryaya salan / 08.04.2021