Artan şiddet olayları; vahşice işlenen cinayetler, sudan sebeplere dayalı kavga ve dövüşler… Ve de intihar olayları…
Sosyolojik boyutları bir yana, yaşadığımız toplumsal krizin temelinde yatan asıl sebep ekonomik sorunlardır.
Ekonomik krizden toplumsal krize dönüşen sürecini, genel olarak, yokladığımızda;
Her sermaye birikimi, ekonomi yönetimi modeli, yalnızca uygun hukuki, siyasi kurumları değil, aynı zamanda kendini sürdürebilir kılacak kültürel biçimleri ve özellikleri de üretiyor.
Bu yüzden 2007 yılında şiddetlenmeye başlayan ekonomik kriz, giderek bir kültürel krize dönüşüyor. Bireysel ölçekte, bu kültür içinde yaşayan insanların psikolojik yapıları bozuluyor, kimliklerini bir arada tutan değerler zayıflıyor, trajik sonuçlara yol açan kimlik krizleri yaşanıyor. Toplumsal düzeyde, sınıflar arası uzlaşmalar, mutabakatlar bozuluyor, "kitle" denen "canavar" başını kaldırıyor, "yönetilenler" eskisi gibi yönetilmek istemediklerini, şiddetli patlamalara kadar açılan çeşitli yollarla ifade etmeye başlıyorlar.
Tarih bize, bu koşullarda, toplumsal seçkinlerin, egemen sınıfların yeni ve daha uyumlu bir modele yönelmek yerine, ellerindekini kaybetme korkusuyla, öncelikle var olanı korumaya yönelik çeşitli, ama son tahlilde işle
Bu hemen her krizde tekrarlanan bir gelişme. Ancak vahim olan şu ki, bireyler bu krize, zaten son derecede istikrarsız ve kırılgan öznelliklerle; sınıflar, kitle bağları son derecede zayıflamış siyasi, sendikal örgütlenmelerle; devletler ise, güvenlik organlarını alabildiğince güçlendirmiş olarak giriyorlar.
Tarih bize, bu koşularda, toplumsal seçkinlerin, egemen sınıfların yeni ve daha uyumlu bir modele yönelmek yerine, ellerindekini kaybetme korkusuyla, öncelikle var olanı korumaya yönelik çeşitli, ama son tahlilde işlevsiz kalmaya mahkum siyasi kültürel stratejiler denediklerini, devletlerin ilk refleksinin hemen her zaman insan haklarını bireysel özgürlükleri feda ederek, daha baskıcı, denetimci yasal modellere, rejim biçimlerine yönelmek olduğunu gösteriyor..
Yeri gelmişken "yağmacı" diyebileceğimiz bir devlet türüne de dokunalım!
Bu tür devletlerin kalkınma gibi temel bir hedefi yoktur. Yağmacı bir devlette, esas olan, yöneticilerin kendi ya da yakınlarının "ceplerini" doldurmaktır. Dolayısıyla, yağmacı devleti, yatırımlarda kullanabilecek ve böylece kamunun ortak kullanımına sunularak iktisadi ve toplumsal dönüşüme yol açabilecek çok büyük miktarlardaki kaynağa bir şekilde el koyan ve bu oluşumu engelleyen devlet olarak tanımlamak mümkündür. Yağmacı devlet, kalkınmacı devletin aksine, kamusal çıkarları önde tutan bürokratlar tarafından değil, kendi çıkarları için çalışan kadrolar tarafından yönetilmektedir.
Yağmacı devletlerde, olası yatırımlar, genelde, "adam kayırmacılığa" göre yapılmaktadır. Yapılan görkemli planlara rağmen, politika hedefleri olarak ifade edilenler, genellikle, kişisel çıkarların ve rejimin seçim desteği için önemli olan güçlü grupların peşinde koşma ya da onlarla işbirliği halinde gerçekleştirilecek eylemlerden ibarettir. Bu şekilde hükûmetlerin elindeki olanaklar, hem yağmacı yöneticiler hem de onları destekleyen kişi ya da gruplar için beslenme havuzlarına dönüştürülmüştür.
Yağmacı yönetimler, yolsuzluğun yukarıdan aşağıya doğru aktığı ve böylece alttakilerin üsttekileri takip ettiği rejimlerdir. Takiptekilerin toplumdaki izdüşümleri ekonomik krizin ipuçlarıdır.
- Yerel yönetim / 25.01.2024
- Muhalefet / milli irade / 22.01.2024
- Anayasa Mahkemesi yoksa… / 18.01.2024
- Soykırım davası / 15.01.2024
- Sosyal devlet için / 11.01.2024
- Hukuk devletine başkaldırı / 25.12.2023
- Güç dengesi / 21.12.2023
- Yerel seçime giderken / 14.12.2023
- İnsanlığın anayasası / 11.12.2023