Pazar günü Ankara'da Bağımsız Türkiye Partisi'nin II. Olağan Kongresi vardı.
Mondros Mütarekesi'nden daha ağır şartları içeren Brüksel Mütarekesi'nin ertesi gününe denk düşmesi bir tevafuk-ı ilahî miydi, yoksa safların netleşmesinin bir alamet-i farikası mıydı? Onu varın siz kıyaslayın. Ama bir tesadüf olmadığına benim inancım tamdır.
Biz karşı tarafız.
Ya da biz bu ülkenin asıl sahibiyiz.
"Oh be! Türkiye'yi Türklerden kurtarıyoruz" diye sevinenlerin karşı tarafında yer alanız. Kader-i ilahiye bakın ki, Kurtuluş Savaşı öncesi de bu ülke aynı hali yaşadı.
İşgale karşı duranlar da kongreler yapmıştı o tarihlerde.
İşgal güçlerine karşı gelmenin dinen caiz olmadığını savunan "ulema" o gün de vardı.
"Ne olur sanki, ülke İngiliz, Fransız, İtalyan... işgali altında olsa?" diyenler o gün de vardı.
Mistik, fıstık, rastık ve kostik hezeyan içinde olduğumu sanmayın.
Geçen ay bir zatla konuşuyorum.
Sıradan biri değil ha! Uzaktan gördüğünüzde; "Yürüyen şeyhu'l İslam" diyeceğiniz ful dinsel(!) aksesuar içinde.
İğneden ipliğe şeriatçı bir profil hali.
- "İstanbul sur içinde bir din devleti kurulma aşamasında" dedim.
Cevaba bakın.
- "Eeee olabiluuur, ne var bunda?"
- "Karadeniz'de de Pontus faaliyetleri son sürat" diye devam ettim.
- "Ulaaa! Ya kit işineee! Ha bu kadar da vesvese yapman."
Yaklaşık bir saat süren bu son derece bilimsel sohbetimiz sonrası kendi kendime düşündüm.
Eğer savaştan bir hafta önce Iraklı'ya; "Yakında ABD ülkenizi işgal edip, ırzınıza geçecek, sizi öldürecek, mabetlerinizi yıkacak" deseydim...
Ne derdi bana o Iraklı?
"Ruh ruh yallah!/Yürü hadi yallah!"
Sonra da şunu düşündüm.
Allah göstermesin, yarın bu ülke, Irak'ın halini yaşarsa, kime, niye, nasıl üzülelim?
Tekrar tarihi kongreye döneyim.
Bizim on beş dakika ayakta durmaya mecalimizin olmadığı bir günde, yaklaşık üç saat dimdik ayakta konuşan Genel Başkan Prof. Dr. Haydar Baş'ın o bitmez tükenmez enerjiyi nereden ve nasıl temin ettiğini düşünmek lazım.
Bir var olma-yok olma ayrışmasının yaşandığı bir döneme denk düşen o muhteşem konuşma tam bir manifesto mahiyetindeydi.
Ülkemiz bir haçlı işgaliyle karşı karşıyadır.
Mondros Mütarekesi sonrası bayram yapan "ekalliyyün" taifesi, Brüksel sonrası da bayram yapıyordu, bu kadar da tesadüf olmaz ki!
Tarihin hiç bir döneminde, "eskseriyyün zevatın, ekalliyyünün" dümen suyuna bu denli girdiği görülmemiştir.
Bir avuç mutlu azınlık, kırk batman mutsuz çoğunluğu sevk-ü idare ediyor.
Nasıl? Güya o mutsuz çoğunluğun parçası olana bir kişiyle.
İlginç bir denklem.
Brüksel sonrası M. Ali Birand'ın bayram yapmasını anladım da, elinde, Hıristiyanlık sembolleri ile süslü AB bayrağını aşkla(!) sallayan, sallarken de sakallarının telleri kıpraşan hacı efendinin o zillet halini bir türlü hazmedemedim.
Ülke Irak'tan beter haldedir!
Evangelist ABD/Buhs'un, binlerce ölü, yüz milyarlarca dolar masraf, on binlerce asker ile Irak'tan elde edemediğini, Katolik ve Ortodoks AB, hem de hiçbir masraf yapmadan çok daha fazlasını Türkiye'den almıştır.
Ülkenin yedi de biri satılmıştır!
Bir ülkeyi bağımsız yapan bütün dokunulmaz değerler hâk ile yeksân/yerle bir edilmiştir.
Savaş ile alınan topraklar "seviş" ile iade edilmeye çalışılıyor.
Buna rağmen AB hala, doyumsuz canavar misali; "daha da, daha da..." diye sayıklıyor.
Bütün bunlar bir zafer havası içinde anlatılıyor.
Ankara'da bir emekli Başkomiser dostum yanıma yaklaşıp şunları söyledi:
"Duraklarda ne kadar taksi var idiyse hepsini kiraladılar.
İçleri bomboş olduğu halde konvoy yapıldı.
Kızılay Meydanı da boştu aslında.
Ankara Büyükşehir çalışanları doldurmuştu alanı. Erkeksen doldurma, kış ortasında kış kış olmayı kim ister?"
Peki milletimiz ne haldedir?
Şu haldedir:
Demirci dükkanına bir kedi girer.
Önüne çıkan bir eğeyi yalamaya başlar. Yaladıkça diline hoş bir tat gelir. Bilmez ki, kanayan dilinden akan kandandır o lezzet.
Yaladıkça kanar, kanadıkça yalar...
Ve bir müddet sonra kan biter ve kedi ölür.
AB sürecinde bundan başka bir şeye benzetilemez Türkiye ve Türk halkı.
Sayın Başbakan'ın havaalanına ineceği saatlerde Almanya'dan gelen iki dostumu almaya gitmiştim.
Bu iki dostum, yol kenarında AB bayrağını sallayan insanları görünce gösterdikleri tepkiyi görmeliydiniz.
"Çöplüğünü gülistan,
mezbeleliğini postan,
donunu fistan etmemize rağmen hala bizi üçüncü sınıf vatandaş muamelesine reva gören Avrupalı sana ne verecek haciefendi" diye bağırdı bir tanesi.
Daha başka şeyler de dedi, ama yazarsam Brüksel zaferi zarar görür.
Bütün bu tehlikeli sürecin altını çizdi muhterem Prof. Dr. Haydar Baş üç saatlik konuşmasında.
Anlayana selam olsun. Halkımız anladı ya, yeter.
Her küp içinde olanı sızdırır.
Biz imanımızın ve milli duyarlılığımızın tepkisini gösteriyoruz, göstermek zorundayız da!..
Mondros Mütarekesi'nden daha ağır şartları içeren Brüksel Mütarekesi'nin ertesi gününe denk düşmesi bir tevafuk-ı ilahî miydi, yoksa safların netleşmesinin bir alamet-i farikası mıydı? Onu varın siz kıyaslayın. Ama bir tesadüf olmadığına benim inancım tamdır.
Biz karşı tarafız.
Ya da biz bu ülkenin asıl sahibiyiz.
"Oh be! Türkiye'yi Türklerden kurtarıyoruz" diye sevinenlerin karşı tarafında yer alanız. Kader-i ilahiye bakın ki, Kurtuluş Savaşı öncesi de bu ülke aynı hali yaşadı.
İşgale karşı duranlar da kongreler yapmıştı o tarihlerde.
İşgal güçlerine karşı gelmenin dinen caiz olmadığını savunan "ulema" o gün de vardı.
"Ne olur sanki, ülke İngiliz, Fransız, İtalyan... işgali altında olsa?" diyenler o gün de vardı.
Mistik, fıstık, rastık ve kostik hezeyan içinde olduğumu sanmayın.
Geçen ay bir zatla konuşuyorum.
Sıradan biri değil ha! Uzaktan gördüğünüzde; "Yürüyen şeyhu'l İslam" diyeceğiniz ful dinsel(!) aksesuar içinde.
İğneden ipliğe şeriatçı bir profil hali.
- "İstanbul sur içinde bir din devleti kurulma aşamasında" dedim.
Cevaba bakın.
- "Eeee olabiluuur, ne var bunda?"
- "Karadeniz'de de Pontus faaliyetleri son sürat" diye devam ettim.
- "Ulaaa! Ya kit işineee! Ha bu kadar da vesvese yapman."
Yaklaşık bir saat süren bu son derece bilimsel sohbetimiz sonrası kendi kendime düşündüm.
Eğer savaştan bir hafta önce Iraklı'ya; "Yakında ABD ülkenizi işgal edip, ırzınıza geçecek, sizi öldürecek, mabetlerinizi yıkacak" deseydim...
Ne derdi bana o Iraklı?
"Ruh ruh yallah!/Yürü hadi yallah!"
Sonra da şunu düşündüm.
Allah göstermesin, yarın bu ülke, Irak'ın halini yaşarsa, kime, niye, nasıl üzülelim?
Tekrar tarihi kongreye döneyim.
Bizim on beş dakika ayakta durmaya mecalimizin olmadığı bir günde, yaklaşık üç saat dimdik ayakta konuşan Genel Başkan Prof. Dr. Haydar Baş'ın o bitmez tükenmez enerjiyi nereden ve nasıl temin ettiğini düşünmek lazım.
Bir var olma-yok olma ayrışmasının yaşandığı bir döneme denk düşen o muhteşem konuşma tam bir manifesto mahiyetindeydi.
Ülkemiz bir haçlı işgaliyle karşı karşıyadır.
Mondros Mütarekesi sonrası bayram yapan "ekalliyyün" taifesi, Brüksel sonrası da bayram yapıyordu, bu kadar da tesadüf olmaz ki!
Tarihin hiç bir döneminde, "eskseriyyün zevatın, ekalliyyünün" dümen suyuna bu denli girdiği görülmemiştir.
Bir avuç mutlu azınlık, kırk batman mutsuz çoğunluğu sevk-ü idare ediyor.
Nasıl? Güya o mutsuz çoğunluğun parçası olana bir kişiyle.
İlginç bir denklem.
Brüksel sonrası M. Ali Birand'ın bayram yapmasını anladım da, elinde, Hıristiyanlık sembolleri ile süslü AB bayrağını aşkla(!) sallayan, sallarken de sakallarının telleri kıpraşan hacı efendinin o zillet halini bir türlü hazmedemedim.
Ülke Irak'tan beter haldedir!
Evangelist ABD/Buhs'un, binlerce ölü, yüz milyarlarca dolar masraf, on binlerce asker ile Irak'tan elde edemediğini, Katolik ve Ortodoks AB, hem de hiçbir masraf yapmadan çok daha fazlasını Türkiye'den almıştır.
Ülkenin yedi de biri satılmıştır!
Bir ülkeyi bağımsız yapan bütün dokunulmaz değerler hâk ile yeksân/yerle bir edilmiştir.
Savaş ile alınan topraklar "seviş" ile iade edilmeye çalışılıyor.
Buna rağmen AB hala, doyumsuz canavar misali; "daha da, daha da..." diye sayıklıyor.
Bütün bunlar bir zafer havası içinde anlatılıyor.
Ankara'da bir emekli Başkomiser dostum yanıma yaklaşıp şunları söyledi:
"Duraklarda ne kadar taksi var idiyse hepsini kiraladılar.
İçleri bomboş olduğu halde konvoy yapıldı.
Kızılay Meydanı da boştu aslında.
Ankara Büyükşehir çalışanları doldurmuştu alanı. Erkeksen doldurma, kış ortasında kış kış olmayı kim ister?"
Peki milletimiz ne haldedir?
Şu haldedir:
Demirci dükkanına bir kedi girer.
Önüne çıkan bir eğeyi yalamaya başlar. Yaladıkça diline hoş bir tat gelir. Bilmez ki, kanayan dilinden akan kandandır o lezzet.
Yaladıkça kanar, kanadıkça yalar...
Ve bir müddet sonra kan biter ve kedi ölür.
AB sürecinde bundan başka bir şeye benzetilemez Türkiye ve Türk halkı.
Sayın Başbakan'ın havaalanına ineceği saatlerde Almanya'dan gelen iki dostumu almaya gitmiştim.
Bu iki dostum, yol kenarında AB bayrağını sallayan insanları görünce gösterdikleri tepkiyi görmeliydiniz.
"Çöplüğünü gülistan,
mezbeleliğini postan,
donunu fistan etmemize rağmen hala bizi üçüncü sınıf vatandaş muamelesine reva gören Avrupalı sana ne verecek haciefendi" diye bağırdı bir tanesi.
Daha başka şeyler de dedi, ama yazarsam Brüksel zaferi zarar görür.
Bütün bu tehlikeli sürecin altını çizdi muhterem Prof. Dr. Haydar Baş üç saatlik konuşmasında.
Anlayana selam olsun. Halkımız anladı ya, yeter.
Her küp içinde olanı sızdırır.
Biz imanımızın ve milli duyarlılığımızın tepkisini gösteriyoruz, göstermek zorundayız da!..
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Müslim Karabacak / diğer yazıları
- Ana-baba hakları-2 / 30.04.2024
- Ana-baba hakları -1 / 25.04.2024
- Müşriklerle hicv / 21.04.2024
- Kıyas önemlidir.... / 14.04.2024
- Kur'anı doğru anlamak / 13.04.2024
- Şimdi sırada "Dinsel Dönüşüm" var / 07.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -5 / 03.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -4 / 27.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -3 / 26.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -2 / 21.03.2024
- Ana-baba hakları -1 / 25.04.2024
- Müşriklerle hicv / 21.04.2024
- Kıyas önemlidir.... / 14.04.2024
- Kur'anı doğru anlamak / 13.04.2024
- Şimdi sırada "Dinsel Dönüşüm" var / 07.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -5 / 03.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -4 / 27.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -3 / 26.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -2 / 21.03.2024