Hümeyra EZERGÜL
Geçenlerde lise yıllarımı düşündüm. O yıllardaki edebiyat derslerimizi ve hocalarımızı hatırladım. Her birinin kendine has üslub ve karakterleri mevcuttu. Fakat büyük bir tevafuk olduğuna inandığım ortak özellikleri, bize bu dersi sevdirmek ve hakkıyla öğretebilmekti. Lise ikinci ve üçüncü sınıfta edebiyat bölümünde olmamamız nedeniyle ders sayısı daha azdı. Bilhassa lise birinci sınıftayken, yaşlıca olan (vefat ettiyse Allah rahmet eylesin) bayan öğretmenimi ve bizlere verdiği emekleri hiç unutamam.
Divan Edebiyatının malum şiir ölçüsü kalıpları bize zor gelirdi. Ama genç dimağlar olarak ezbercilik de olsa, hafızalarımızda neleri tutmuyorduk ki... Kuvvetli hafızalarımız sonucu yazılıdan iyi not alırdık ama bence bu dersin en güzel tarafı anlamakla başlıyordu. Bilemediğimiz kelimeleri çıkarıp, sözlükten bulduktan sonra önce mısranın sonra beyitin sonra kıtanın anlamını öğrenip, nihayet şiirin bütünün kavramanın hazzını tadardık. İnanın çoğu kez "bu insanlar içlerindeki duyguları, vermek istedikleri mesajları çok güzel iletmişler, herhalde bundan daha güzel ifade ediş biçimi olamaz" derdim. Fakat ardından gelen eser için de aynı şeyleri düşünürdüm.
Niçin bunları anlattım biliyor musunuz? Bir hengame içinde geçen o yıllarda değil ama şimdilerde bu dersten çok şeyler çıkarabiliyorum. Bunlardan biri de şu: Bu sanatkârlar bizim insanımız ve atalarımız olmalarına rağmen onları biraz olsun anlayabilmek için belli bir kültür seviyesine ve bir lügata ihtiyacımız var. Yoksa onların anlatmak istediklerini anlamaz, sonra da onlar zaten anlaşılmıyorlar, günümüz insanından ve sorunlarından bahsetmiyorlar diyebiliriz. Ve hatta onları anlamada yeterli olmayan kültür seviyemizle değerlerini bilemez, bu günün insanına gereken ve yıllar öncesinden verilen measjları alamaz, kitaplarda boşuna yer işgal ediyorlar bile diyebiliriz.
Dilimizi yabancılıktan arıtacağız diye atalarımızla olan bağlarımız koptu. Sonra da bir sözlük yardımı olmadan onları anlayamaz olduk. Bizler onların torunlarıysak peki ama neden onlardan bağlarımızı koparalım? Öztürkçe konuşacağız diye bir yandan Arapça ve Farsça kökten gelen kelimeleri dışlarken bir yandan da dilimizi bilhassa İngilizce olmak üzere yabancı terimler girmedi mi?
Bir müddettir globalleşen dünyada Türkiye yerini bulsun diye, o kültürün eğitiminin alınması için maddi-manevi birçok alanda çalışmalar yapılmaktadır. Fakat ne o kalıplara tam uyabiliyoruz ne de atalarımızınkine. Araya sıkışmış insan tipinden ve onun sıkışmış kültüründen başka ortaya ne çıkabiliyor ki... Global kültür denen bu olguya bizim gibi toplumların ne dilleri, ne dinleri, ne de tarihleri uyar. Zeminde hiçbir ortaklık yokken büyüklerimizin medeniyetini, kültürünü bırakıp neden o kültürle ortak olalım?.. Hazır bir medeniyete ortak olmak tabii ki yeni bir medeniyet kurmaktan kolaydır. Fakat biz atalarımızın kurdukları medeniyete sahip çıkacaktık, yenisini kurmayacaktık ki!..
Halen gözümüzde büyüttüğmüz bu yabancı medeniyetin tarihte ahım şahım bir endamı, bir cüssesi de yoktur. Dedelerimizin camiye gidip gelirken kullandıkları o heybetli bastonun ucuyla hafiften itilecek olsalardı, göreceksiniz yüzüstü yere kapanacaklardı.
Bizler bir zamanlar memleketindeki kuşları dahi düşünen, en güzide mekânlarda onlara yuva kazandıran bir milletin evlatlarıyız. Bu ataların torunları olarak taşıdığımız yürekten "imdat" sesleri yükselirken global kültürün yani adına medeniyet dediğimiz medeniyetsizliğin sefasını nasıl sürdürebiliriz ki?..
Geçmişimin dilindeki o ahenk, o zariflik maalesef şu an bizlerde kalmadı, bırakalım da bari ders kitaplarımızda dursun. Belki bir gün medeniyetimizin gerçek seviyesini anlayacak birileri çıkar da, tekrar ona sahip olmaya kalkar.
"Acaba atalarımın kanıyla sulanmış bu topraklar, bu tohumları kabullenir mi" diyor, çok sevdiğim Ahmet Haşim'in bir beyitiyle yazımı bitiriyorum:
Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta!..
Geçenlerde lise yıllarımı düşündüm. O yıllardaki edebiyat derslerimizi ve hocalarımızı hatırladım. Her birinin kendine has üslub ve karakterleri mevcuttu. Fakat büyük bir tevafuk olduğuna inandığım ortak özellikleri, bize bu dersi sevdirmek ve hakkıyla öğretebilmekti. Lise ikinci ve üçüncü sınıfta edebiyat bölümünde olmamamız nedeniyle ders sayısı daha azdı. Bilhassa lise birinci sınıftayken, yaşlıca olan (vefat ettiyse Allah rahmet eylesin) bayan öğretmenimi ve bizlere verdiği emekleri hiç unutamam.
Divan Edebiyatının malum şiir ölçüsü kalıpları bize zor gelirdi. Ama genç dimağlar olarak ezbercilik de olsa, hafızalarımızda neleri tutmuyorduk ki... Kuvvetli hafızalarımız sonucu yazılıdan iyi not alırdık ama bence bu dersin en güzel tarafı anlamakla başlıyordu. Bilemediğimiz kelimeleri çıkarıp, sözlükten bulduktan sonra önce mısranın sonra beyitin sonra kıtanın anlamını öğrenip, nihayet şiirin bütünün kavramanın hazzını tadardık. İnanın çoğu kez "bu insanlar içlerindeki duyguları, vermek istedikleri mesajları çok güzel iletmişler, herhalde bundan daha güzel ifade ediş biçimi olamaz" derdim. Fakat ardından gelen eser için de aynı şeyleri düşünürdüm.
Niçin bunları anlattım biliyor musunuz? Bir hengame içinde geçen o yıllarda değil ama şimdilerde bu dersten çok şeyler çıkarabiliyorum. Bunlardan biri de şu: Bu sanatkârlar bizim insanımız ve atalarımız olmalarına rağmen onları biraz olsun anlayabilmek için belli bir kültür seviyesine ve bir lügata ihtiyacımız var. Yoksa onların anlatmak istediklerini anlamaz, sonra da onlar zaten anlaşılmıyorlar, günümüz insanından ve sorunlarından bahsetmiyorlar diyebiliriz. Ve hatta onları anlamada yeterli olmayan kültür seviyemizle değerlerini bilemez, bu günün insanına gereken ve yıllar öncesinden verilen measjları alamaz, kitaplarda boşuna yer işgal ediyorlar bile diyebiliriz.
Dilimizi yabancılıktan arıtacağız diye atalarımızla olan bağlarımız koptu. Sonra da bir sözlük yardımı olmadan onları anlayamaz olduk. Bizler onların torunlarıysak peki ama neden onlardan bağlarımızı koparalım? Öztürkçe konuşacağız diye bir yandan Arapça ve Farsça kökten gelen kelimeleri dışlarken bir yandan da dilimizi bilhassa İngilizce olmak üzere yabancı terimler girmedi mi?
Bir müddettir globalleşen dünyada Türkiye yerini bulsun diye, o kültürün eğitiminin alınması için maddi-manevi birçok alanda çalışmalar yapılmaktadır. Fakat ne o kalıplara tam uyabiliyoruz ne de atalarımızınkine. Araya sıkışmış insan tipinden ve onun sıkışmış kültüründen başka ortaya ne çıkabiliyor ki... Global kültür denen bu olguya bizim gibi toplumların ne dilleri, ne dinleri, ne de tarihleri uyar. Zeminde hiçbir ortaklık yokken büyüklerimizin medeniyetini, kültürünü bırakıp neden o kültürle ortak olalım?.. Hazır bir medeniyete ortak olmak tabii ki yeni bir medeniyet kurmaktan kolaydır. Fakat biz atalarımızın kurdukları medeniyete sahip çıkacaktık, yenisini kurmayacaktık ki!..
Halen gözümüzde büyüttüğmüz bu yabancı medeniyetin tarihte ahım şahım bir endamı, bir cüssesi de yoktur. Dedelerimizin camiye gidip gelirken kullandıkları o heybetli bastonun ucuyla hafiften itilecek olsalardı, göreceksiniz yüzüstü yere kapanacaklardı.
Bizler bir zamanlar memleketindeki kuşları dahi düşünen, en güzide mekânlarda onlara yuva kazandıran bir milletin evlatlarıyız. Bu ataların torunları olarak taşıdığımız yürekten "imdat" sesleri yükselirken global kültürün yani adına medeniyet dediğimiz medeniyetsizliğin sefasını nasıl sürdürebiliriz ki?..
Geçmişimin dilindeki o ahenk, o zariflik maalesef şu an bizlerde kalmadı, bırakalım da bari ders kitaplarımızda dursun. Belki bir gün medeniyetimizin gerçek seviyesini anlayacak birileri çıkar da, tekrar ona sahip olmaya kalkar.
"Acaba atalarımın kanıyla sulanmış bu topraklar, bu tohumları kabullenir mi" diyor, çok sevdiğim Ahmet Haşim'in bir beyitiyle yazımı bitiriyorum:
Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta!..
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.