Molla Câmî
Molla Câmî'nin, Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüzyıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi (Ahrâriyye) ismi verilen yoluna aldı" buyurdu. Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insanı zâhirî ilimlerden başka hiçbir şey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım" dedi.
Abdurrahman Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî Hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terk edip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allah-ü Teala'yı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerim okumakla geçirdi. Adetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devam eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler alemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu alemin tecellileri onun gözünün önünde belirdi ve herşeyden sıyrılmış olarak kendini Allah-ü Teala'ya verdi. O zaman anlayamadığı bir arzu ile Kabe'ye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızasız bir iş yapılır mı? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhal dönmeliyim" diyerek, hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzuruna döndü. Bu hadise üzerine Molla Câmî buyurdu ki; "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı. Hocamın emri üzerine bunlara iltifat etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalışmaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanın tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işaret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."
Mevlâna Abdurrahmân Câmî Hazretleri, Sâdüddin-i Kaşgâri'nin yıllarca sohbetinde bulunarak, onun teveccühleri altında yetişti. Onun halifesi, vekili oldu. Hocası, 1456 (H.860) senesinde Herat'ta vefât etti.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, zamânındaki âlim ve evliyâ ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Bunlardan biri Muhammed Esed, biri Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleridir. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın büyüklüğünü kabul edip, ona bağlandı.
Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ayrı oldukları zamanlarda, mektup ile haberleşirlerdi. Birbirlerini ziyâret ettiklerinde, sohbetlerinin ekserisi sükut içinde geçerdi. Fakat kalblerinden çok şeyler konuşurlar, dışarıdan seyredenler hiç konuşmuyor sanırlardı. Bir defâsında Molla Câmi, Taşkend'e Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerini ziyârete gitti. Orada on beş gün kaldı. Umûmi olarak sohbetleri konuşmasız geçiyordu. Arada sırada Ubeydullah-ı Ahrâr bâzı şeyler anlatıyordu. Fakat bu konuşulanları orada bulunanlar, anlamıyorlardı.
Molla Câmî'nin, Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüzyıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi (Ahrâriyye) ismi verilen yoluna aldı" buyurdu. Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insanı zâhirî ilimlerden başka hiçbir şey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım" dedi.
Abdurrahman Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî Hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terk edip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allah-ü Teala'yı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerim okumakla geçirdi. Adetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devam eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler alemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu alemin tecellileri onun gözünün önünde belirdi ve herşeyden sıyrılmış olarak kendini Allah-ü Teala'ya verdi. O zaman anlayamadığı bir arzu ile Kabe'ye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızasız bir iş yapılır mı? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhal dönmeliyim" diyerek, hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzuruna döndü. Bu hadise üzerine Molla Câmî buyurdu ki; "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı. Hocamın emri üzerine bunlara iltifat etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalışmaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanın tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işaret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."
Mevlâna Abdurrahmân Câmî Hazretleri, Sâdüddin-i Kaşgâri'nin yıllarca sohbetinde bulunarak, onun teveccühleri altında yetişti. Onun halifesi, vekili oldu. Hocası, 1456 (H.860) senesinde Herat'ta vefât etti.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, zamânındaki âlim ve evliyâ ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Bunlardan biri Muhammed Esed, biri Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleridir. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın büyüklüğünü kabul edip, ona bağlandı.
Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ayrı oldukları zamanlarda, mektup ile haberleşirlerdi. Birbirlerini ziyâret ettiklerinde, sohbetlerinin ekserisi sükut içinde geçerdi. Fakat kalblerinden çok şeyler konuşurlar, dışarıdan seyredenler hiç konuşmuyor sanırlardı. Bir defâsında Molla Câmi, Taşkend'e Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerini ziyârete gitti. Orada on beş gün kaldı. Umûmi olarak sohbetleri konuşmasız geçiyordu. Arada sırada Ubeydullah-ı Ahrâr bâzı şeyler anlatıyordu. Fakat bu konuşulanları orada bulunanlar, anlamıyorlardı.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.