Muhammed Hâşim-i Keşmî
Bu fakîr bir gün, Kur'ân-ı Kerim okurken; "Ey Habibim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd'a kavuşturur" (İsrâ sûresi: 79) mealindeki Ayet-i Kerime'sine gelince, aklıma; "Teheccüd namazını kılmakla şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmûd'un bereketlerinden nasip alınıyor mu?" diye geldi. Hazret-i İmâm'a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzurlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut" buyurdular. "Çoğu zaman kılıyorum" dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'dan nasîb ve pay almak isteyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı Âyet-i Kerime'yi okudular. Bu fakir, mübarek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzurunuza gelmiştim. Elhamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyan ettiniz" dedim.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakirin de, bu devlet ve saadete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Alluh-u Teala'nın inâyeti ile, güzel kokulu mektuplarından bir tane de bu fakire yazsalar ve bu mektup Mektûbât'ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım" diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla, şerîat sahibi peygamberlerin adedine ve ashâb-ı Bedr'e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim" buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler."
Beyt:
Vücudumun her kılı gelse de dile
Şükrünün binde birini edemez bile.
Onların civarında ve duvarlarıın gölgesinde geçen aylar ve günler esnasında, zamânın gavsi ve esrar sahibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ı Rabbanî'nin hususi ve umumi meclislerinde, inci saçılan mübarek dilinden, vakte, zamana, hâle ve istidâda göre çıkan ve marifetler hazinesi olan Mektûbat'ta bulunmayan, yeni ve taze faydaları, yüksek marifetleri, onların hallerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerametlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî'nin hocası kutb-ı zaman, çok yüksek makamlar sahibi, kalblerin nurlandırıcısı, ariflerin ışığı, din ve milletin kendisinden razı olduğu, efendimiz Hâce Muhammed Bâkî Üveysî Nakşibendi Hazretleri'nin yüksek hallerini bir kitap halinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hallerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çarem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr'a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzusu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir miktar yazınca, Hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefatından sonra, teselliyi, hallerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.
Nazım:
Bir balık ki mahrûm kalır Fırat'dan
Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.
Hazret-i İmâm'ın vefat haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişan oldu. Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubaîyi söylüyordum:
Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim
Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.
Bu fakîr bir gün, Kur'ân-ı Kerim okurken; "Ey Habibim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd'a kavuşturur" (İsrâ sûresi: 79) mealindeki Ayet-i Kerime'sine gelince, aklıma; "Teheccüd namazını kılmakla şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmûd'un bereketlerinden nasip alınıyor mu?" diye geldi. Hazret-i İmâm'a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzurlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut" buyurdular. "Çoğu zaman kılıyorum" dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'dan nasîb ve pay almak isteyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı Âyet-i Kerime'yi okudular. Bu fakir, mübarek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzurunuza gelmiştim. Elhamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyan ettiniz" dedim.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakirin de, bu devlet ve saadete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Alluh-u Teala'nın inâyeti ile, güzel kokulu mektuplarından bir tane de bu fakire yazsalar ve bu mektup Mektûbât'ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım" diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla, şerîat sahibi peygamberlerin adedine ve ashâb-ı Bedr'e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim" buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler."
Beyt:
Vücudumun her kılı gelse de dile
Şükrünün binde birini edemez bile.
Onların civarında ve duvarlarıın gölgesinde geçen aylar ve günler esnasında, zamânın gavsi ve esrar sahibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ı Rabbanî'nin hususi ve umumi meclislerinde, inci saçılan mübarek dilinden, vakte, zamana, hâle ve istidâda göre çıkan ve marifetler hazinesi olan Mektûbat'ta bulunmayan, yeni ve taze faydaları, yüksek marifetleri, onların hallerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerametlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî'nin hocası kutb-ı zaman, çok yüksek makamlar sahibi, kalblerin nurlandırıcısı, ariflerin ışığı, din ve milletin kendisinden razı olduğu, efendimiz Hâce Muhammed Bâkî Üveysî Nakşibendi Hazretleri'nin yüksek hallerini bir kitap halinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hallerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çarem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr'a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzusu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir miktar yazınca, Hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefatından sonra, teselliyi, hallerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.
Nazım:
Bir balık ki mahrûm kalır Fırat'dan
Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.
Hazret-i İmâm'ın vefat haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişan oldu. Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubaîyi söylüyordum:
Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim
Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.