FASL-I MUHABBET / Ümit KAYAÇELEBİ
Girit'teki Osmanlı ordusunun serdarı (Deli) namıyla maruf, cesur gayretli bir vezirdi Hüseyin Paşa. Bursa Yenişehirli olan paşa genç yaşında İstanbul'a gelmiş, zülüflü baltacı olarak saraya girmişti. Çok kuvvetli ve aynı zamanda bir erkek güzeli olan Baltacı Hüseyin, bu ocakta acemi olarak hizmet gördüğü sıralarda, arkadaşları arasında temayüz etmişti.
Günlerden bir gün İran elçisi saraya gelmişti. Elçi padişahın huzuruna çıktığı zaman bir çok hediyeler takdim etmişti, bunların arasında bir de kurulmuş yay vardı. Devrin padişahı, yayı dikkatle tetkik ettikten sonra sefire sormuştu:
-Bu ne işe yarar?
-Ok atmak için efendimiz.
Padişah gülmüş:
-Bizde bunun çok kıymetlileri vardır.
Elçi:
-Öyledir padişahım, dedi, fakat bunun hüneri başka. Acaba bu yayın kirişini çıkarıp yerine kurmaya muktedir, pazusu kuvvetli Osmanlı pehlivanı var mıdır?
Başta Padişah 4. Murat olmak üzere saraydaki hiç kimse yayın kirişini çıkarıp da yerine takamadı. Bir gün Deli Hüseyin kızlar ağasının odasında duvarda bir keman, yani yay gördü eline aldı evirip çevirirken tam bu sırada:
-Ağa geliyor, sesini işitince, yayı çözük bırakarak kaçtı. Kızlararası yayı bozulmuş görünce, kimin karıştırdığını sordu:
-Deli Hüseyin odaya odun getirmişti. Herhalde o yapmıştır dedi. Duvardaki yay İran elçisinin hediye ettiği yaydı.
-Tiz Hüseyin'i bulup getirin bana dedi padişah. Ertesi gün İran Elçisi de saraya çağrıldı. Hüseyin padişahın emiri üzerine ortaya konan yayı aldı. Bir kaç defa çekti, fakat o kadar kuvvetle asılmıştı ki, yay parça parça olmuştu. Hüseyin parçaları elçinin önüne koyuverdi. Elçi mahcubiyetinden kıpkırmızı olmuştu. Sultan Murad'ın ise gözleri dolu idi.
-Yaşa yiğidim! diyordu.
Deli Hüseyin bu tarihten sonra Padişah'a intisab etti. Bulunduğu her vazifede yüz aklığı gösterdi. Sefere giderken veyahut payitahttan taşraya giderken kadınlar yollara dökülür, kır atı üzerinde heykel gibi duran veziri selamlardı o da:
-Selamûnaleykûm kadınlar, cennet reyhanları, yer melekleri, ulema, süleha, koçyiğitler sizden doğar. Cenab-ı Hak sürünüze bereket versin, bizi unutmayın, derdi.
1648 yılı Temmuz ayındayız. Serdarın çadırında paşalar ve beyler toplanmış, durumu müzâkere ediyorlar, frenk askeri topluca hücûma kalkarsa nasıl karşı koyacağız? Beylerden biri:
-Paşa hazretleri, dedi, kâfir kesretlidir, topu da mühimmatı da var. Bizim ise topumuzu ateşleyecek barutumuz dahi kalmadı. Asitane'den (İstanbul'dan) neden yardım eylemezler?
Hüseyin Paşa yaralı çenesini tuttu. Bey doğru söylüyordu. Ama bu sözleri tasdik edemezdi. Ettiği takdirde kumandanlara bir bezginlik, bir ümitsizlik gelirdi. Bu askere de sirayet ederse durum tehlikeli bir hal alabilirdi.
-Asitane'deki paşa babalarımız, bizi asla unutmuş değillerdir. Sefineler yola çıkmıştır. Bir haftaya kalmaz burada olurlar, istediğimizden çok top ve tüfek mermisi getiriler.
Paşalar ve beyler müjdeden memnun olmuşlardı. Hüseyin Paşa ilk defa yalan söylüyordu. Böyle bir yardımdan eser yoktu. Hüseyin Paşa:
-Asitane'den yardım gelinceye kadar elimiz kolumuz bağlı durmak olmaz. Küffar ümide düşer. Yarından tezi yok savlet eyleyelim.
Paşalardan biri sormuştu:
-Ne ile?
Serdar kaşlarını çatmıştı:
-Bu nasıl sual? Kalbinde iman taşıyan her müslüman küffarın topuna karşı kılıcı ile yürür.
Hüseyin Paşa'nın maksadı şu idi: Bu hücum ile düşmandan top ve barut ele geçirecekti.
6 Temmuz'u 7 Temmuz'a bağlıyan Salı gecesi lağımların patlaması ile tabyalara karşı hücum başladı. Top ve tüfek ateşine karşı yürüyorlardı. Hüseyin Paşa yine askerin başında idi. Kılıcını düşman askerleri üzerinde şimşek gibi dolaştırıyor ve yine kalelerden kalelere duvarlardan duvarlara akisler yapan sesiyle haykırıyordu:
-Hey! Koca yiğitlerim, hey!
Harp sabaha kadar kan ve ateş içinde devam etti. Kandiye'nin üç tabyası zaptedilmiş, beş top, beşyüz tüfek, yüzü mütecaviz bomba ve mabzul miktarda mühimmat ele geçirilmişti.
Serdar Gazi Hüseyin Paşa, İstanbul'dan yardım gelinceye kadar bunlarla idare edebilirdi.
-Hey, Koca Hüseyin Paşa, hey!
Girit'teki Osmanlı ordusunun serdarı (Deli) namıyla maruf, cesur gayretli bir vezirdi Hüseyin Paşa. Bursa Yenişehirli olan paşa genç yaşında İstanbul'a gelmiş, zülüflü baltacı olarak saraya girmişti. Çok kuvvetli ve aynı zamanda bir erkek güzeli olan Baltacı Hüseyin, bu ocakta acemi olarak hizmet gördüğü sıralarda, arkadaşları arasında temayüz etmişti.
Günlerden bir gün İran elçisi saraya gelmişti. Elçi padişahın huzuruna çıktığı zaman bir çok hediyeler takdim etmişti, bunların arasında bir de kurulmuş yay vardı. Devrin padişahı, yayı dikkatle tetkik ettikten sonra sefire sormuştu:
-Bu ne işe yarar?
-Ok atmak için efendimiz.
Padişah gülmüş:
-Bizde bunun çok kıymetlileri vardır.
Elçi:
-Öyledir padişahım, dedi, fakat bunun hüneri başka. Acaba bu yayın kirişini çıkarıp yerine kurmaya muktedir, pazusu kuvvetli Osmanlı pehlivanı var mıdır?
Başta Padişah 4. Murat olmak üzere saraydaki hiç kimse yayın kirişini çıkarıp da yerine takamadı. Bir gün Deli Hüseyin kızlar ağasının odasında duvarda bir keman, yani yay gördü eline aldı evirip çevirirken tam bu sırada:
-Ağa geliyor, sesini işitince, yayı çözük bırakarak kaçtı. Kızlararası yayı bozulmuş görünce, kimin karıştırdığını sordu:
-Deli Hüseyin odaya odun getirmişti. Herhalde o yapmıştır dedi. Duvardaki yay İran elçisinin hediye ettiği yaydı.
-Tiz Hüseyin'i bulup getirin bana dedi padişah. Ertesi gün İran Elçisi de saraya çağrıldı. Hüseyin padişahın emiri üzerine ortaya konan yayı aldı. Bir kaç defa çekti, fakat o kadar kuvvetle asılmıştı ki, yay parça parça olmuştu. Hüseyin parçaları elçinin önüne koyuverdi. Elçi mahcubiyetinden kıpkırmızı olmuştu. Sultan Murad'ın ise gözleri dolu idi.
-Yaşa yiğidim! diyordu.
Deli Hüseyin bu tarihten sonra Padişah'a intisab etti. Bulunduğu her vazifede yüz aklığı gösterdi. Sefere giderken veyahut payitahttan taşraya giderken kadınlar yollara dökülür, kır atı üzerinde heykel gibi duran veziri selamlardı o da:
-Selamûnaleykûm kadınlar, cennet reyhanları, yer melekleri, ulema, süleha, koçyiğitler sizden doğar. Cenab-ı Hak sürünüze bereket versin, bizi unutmayın, derdi.
1648 yılı Temmuz ayındayız. Serdarın çadırında paşalar ve beyler toplanmış, durumu müzâkere ediyorlar, frenk askeri topluca hücûma kalkarsa nasıl karşı koyacağız? Beylerden biri:
-Paşa hazretleri, dedi, kâfir kesretlidir, topu da mühimmatı da var. Bizim ise topumuzu ateşleyecek barutumuz dahi kalmadı. Asitane'den (İstanbul'dan) neden yardım eylemezler?
Hüseyin Paşa yaralı çenesini tuttu. Bey doğru söylüyordu. Ama bu sözleri tasdik edemezdi. Ettiği takdirde kumandanlara bir bezginlik, bir ümitsizlik gelirdi. Bu askere de sirayet ederse durum tehlikeli bir hal alabilirdi.
-Asitane'deki paşa babalarımız, bizi asla unutmuş değillerdir. Sefineler yola çıkmıştır. Bir haftaya kalmaz burada olurlar, istediğimizden çok top ve tüfek mermisi getiriler.
Paşalar ve beyler müjdeden memnun olmuşlardı. Hüseyin Paşa ilk defa yalan söylüyordu. Böyle bir yardımdan eser yoktu. Hüseyin Paşa:
-Asitane'den yardım gelinceye kadar elimiz kolumuz bağlı durmak olmaz. Küffar ümide düşer. Yarından tezi yok savlet eyleyelim.
Paşalardan biri sormuştu:
-Ne ile?
Serdar kaşlarını çatmıştı:
-Bu nasıl sual? Kalbinde iman taşıyan her müslüman küffarın topuna karşı kılıcı ile yürür.
Hüseyin Paşa'nın maksadı şu idi: Bu hücum ile düşmandan top ve barut ele geçirecekti.
6 Temmuz'u 7 Temmuz'a bağlıyan Salı gecesi lağımların patlaması ile tabyalara karşı hücum başladı. Top ve tüfek ateşine karşı yürüyorlardı. Hüseyin Paşa yine askerin başında idi. Kılıcını düşman askerleri üzerinde şimşek gibi dolaştırıyor ve yine kalelerden kalelere duvarlardan duvarlara akisler yapan sesiyle haykırıyordu:
-Hey! Koca yiğitlerim, hey!
Harp sabaha kadar kan ve ateş içinde devam etti. Kandiye'nin üç tabyası zaptedilmiş, beş top, beşyüz tüfek, yüzü mütecaviz bomba ve mabzul miktarda mühimmat ele geçirilmişti.
Serdar Gazi Hüseyin Paşa, İstanbul'dan yardım gelinceye kadar bunlarla idare edebilirdi.
-Hey, Koca Hüseyin Paşa, hey!