Millet olarak asık suratlı da değiliz ama yüzümüz bir türlü gülmüyor. Bırakınız gülmeyi, gülümsemeyi dahi neredeyse unuttuk. Yıllardır bizleri millet olarak sevindirecek, yüzümüzü güldürecek, dudaklarımızda tatlı bir gülümseme esintisi getirecek olaylar değil, felaket, anarşi, terör, afet, yokluk, fakirlik, yakınma... yakamızı bırakmıyor. Bunlara bir de yolsuzluk, talan, hortumlama belaları eklendi. Birisi çıkıyor, her nasılsa sahip olduğu bir bankanın bütün paralarını çalıyor. Hırsızlığının faturası pahalılık altında zaten ezilmiş millete çıkıyor. Yapanlar, yapılmasına göz yumanlar aramızda elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor. Kimse yahu yazıktır bu garip millete, suçu işleyen cezasını çeksin demiyor. Dese bile çeşitli oyunlarla olay hafifletilmeye çalışılıyor.
Böyle karamsar bir ortamda gülmeye mecal mi olur? İşte bunu düşünerek bugün bir iki tarihi olay anlatıp kıssadan hisse çıkarmaya çalışalım isterseniz. Kimbilir, belki dudaklarınızda acı da olsa bir tebessüm anı belirir.
Hicretin dördüncü asrı alimlerinden Muhammed İbnu't-Tayyib el-Bakıllânî devrinin en büyük edibi, şairi ve de kelamcısıdır. Son derece zeki, gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemeyen hazırcevap bir alimdir. Hazırcevaplığına delalet eden bir olay meşhurdur. Rivayete göre bir gün Melik Fennâhusrev'in meclisine gelir. Meliğin huzurunda Mu'tezile alimleri toplanmışlar, kendisinden bahsediyorlar. İçlerinden bazılarının "Şeytanın ta kendisidir" gibi lakırdılar ettiğini duyar. Yanlarına varır ve yüksek sesle "Görmedin mi, Biz, kafirler üzerine kendilerini azgınlığa teşvik eden Şeytanları gönderdik" anlamına gelen ayeti (Meryem/83) okumuş.
Bizans İmparatorunun İslam Dini hakkında bilgi verecek bir alim göndermesi üzerine Abbasi Halifesi Adududdevle'nin elçisi olarak Kostantaniyye'ye giden Bakıllânî orada Hıristiyan rahiplerle görüşmüş, münazaralar, münakaşalar yapmıştır. Bunların herbiri onun parlak zekasına, tartışmalardaki sağlam mantık dokusuna ve geniş bilgisine delalet eder. Kralın huzuruna çıkacakken teşrifatcılar başındaki kavukla kralın huzuruna çıkmasının mümkün olmadığını söylerler ve çıkarıp ince bir bez parçasıyla başını örtmesini söylerler. Bunun üzerine Bakıllânî'nin verdiği cevap İslam alimi vakarını, dolayısıyla İslam Dini'nin şeref ve haysiyetini korumadaki titizliğini yansıtır: Böyle bir şey yapamam. İçeri ancak üzerimde ne varsa onunla girerim. Razı olursanız ne ala. Yoksa halifeden getirdiğim mektubu alın kralınıza okuyun. Cevabını hazırlayın halifeye götüreyim.
Durumu krala bildirirler. Sebebini öğrenin, der. Sorduklarında Bakıllânî şu cevabı verir: "Ben müslümanların alimlerinden biriyim. Benden istedikleriniz sadece aşağılamadır, küçük düşürmektir. Halbuki Allah bizi İslam'la yüceltmiştir. Dahası, krallar bir başkasına gönderdikleri elçilerini onurlandırmış olurlar. Özellikle elçiler ilim ehlinden iseler..." Bu cevap krala ulaştırılır. Şöyle der kral; "Bırakın o ve maiyetindekiler nasıl isterlerse öyle girsinler." Kralın yanına vardıklarında ilk soru niçin böyle davrandığı olur. Cevabı çok ilginçtir: "Bunun niçin yadırgıyorsunuz? Ben müslüman alimlerinden biriyim. Eğer huzurunuza olduğum gibi değil de, sizin isteğinize uyarak girersem ilme saygısızlık etmiş olurum. Kendimle de ters düşerim."
Bir kaç gün sonra Bakıllânî kraldan yemek daveti alır. Gelene verilen cevap da dikkate değer: "Korkarım majestelerinin sofrasında Allah'ın, Peygamberine ve Müslümanlara haram kılmış olduğu şeyler bulunur." Haberci gider, bir süre sonra geri gelir. Kral buyuruyorlar ki "Sofrada onun istemediği hiç bir şey olmayacak. O bizim nazarımızda başka elçiler gibi değil."
Olayın devamı var. Ancak burada bu kadarı gerek. Kıssadan hisseye gelince, insan olan öncelikle insanlık onurunu korumalı. Müslüman ise insanlık şerefiyle birlikte iman ve İslam yüceliğini de gözetmelidir. Özellikle alimler, vakar ve ciddiyetlerini muhafaza etmeli, kimliklerinden fedakarlığa yanaşmamalıdır. Gelip geçici çıkarlar uğruna eğilmek, haksızlıklara alet olmak hiçbir müslümana yakışmaz.
Böyle karamsar bir ortamda gülmeye mecal mi olur? İşte bunu düşünerek bugün bir iki tarihi olay anlatıp kıssadan hisse çıkarmaya çalışalım isterseniz. Kimbilir, belki dudaklarınızda acı da olsa bir tebessüm anı belirir.
Hicretin dördüncü asrı alimlerinden Muhammed İbnu't-Tayyib el-Bakıllânî devrinin en büyük edibi, şairi ve de kelamcısıdır. Son derece zeki, gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemeyen hazırcevap bir alimdir. Hazırcevaplığına delalet eden bir olay meşhurdur. Rivayete göre bir gün Melik Fennâhusrev'in meclisine gelir. Meliğin huzurunda Mu'tezile alimleri toplanmışlar, kendisinden bahsediyorlar. İçlerinden bazılarının "Şeytanın ta kendisidir" gibi lakırdılar ettiğini duyar. Yanlarına varır ve yüksek sesle "Görmedin mi, Biz, kafirler üzerine kendilerini azgınlığa teşvik eden Şeytanları gönderdik" anlamına gelen ayeti (Meryem/83) okumuş.
Bizans İmparatorunun İslam Dini hakkında bilgi verecek bir alim göndermesi üzerine Abbasi Halifesi Adududdevle'nin elçisi olarak Kostantaniyye'ye giden Bakıllânî orada Hıristiyan rahiplerle görüşmüş, münazaralar, münakaşalar yapmıştır. Bunların herbiri onun parlak zekasına, tartışmalardaki sağlam mantık dokusuna ve geniş bilgisine delalet eder. Kralın huzuruna çıkacakken teşrifatcılar başındaki kavukla kralın huzuruna çıkmasının mümkün olmadığını söylerler ve çıkarıp ince bir bez parçasıyla başını örtmesini söylerler. Bunun üzerine Bakıllânî'nin verdiği cevap İslam alimi vakarını, dolayısıyla İslam Dini'nin şeref ve haysiyetini korumadaki titizliğini yansıtır: Böyle bir şey yapamam. İçeri ancak üzerimde ne varsa onunla girerim. Razı olursanız ne ala. Yoksa halifeden getirdiğim mektubu alın kralınıza okuyun. Cevabını hazırlayın halifeye götüreyim.
Durumu krala bildirirler. Sebebini öğrenin, der. Sorduklarında Bakıllânî şu cevabı verir: "Ben müslümanların alimlerinden biriyim. Benden istedikleriniz sadece aşağılamadır, küçük düşürmektir. Halbuki Allah bizi İslam'la yüceltmiştir. Dahası, krallar bir başkasına gönderdikleri elçilerini onurlandırmış olurlar. Özellikle elçiler ilim ehlinden iseler..." Bu cevap krala ulaştırılır. Şöyle der kral; "Bırakın o ve maiyetindekiler nasıl isterlerse öyle girsinler." Kralın yanına vardıklarında ilk soru niçin böyle davrandığı olur. Cevabı çok ilginçtir: "Bunun niçin yadırgıyorsunuz? Ben müslüman alimlerinden biriyim. Eğer huzurunuza olduğum gibi değil de, sizin isteğinize uyarak girersem ilme saygısızlık etmiş olurum. Kendimle de ters düşerim."
Bir kaç gün sonra Bakıllânî kraldan yemek daveti alır. Gelene verilen cevap da dikkate değer: "Korkarım majestelerinin sofrasında Allah'ın, Peygamberine ve Müslümanlara haram kılmış olduğu şeyler bulunur." Haberci gider, bir süre sonra geri gelir. Kral buyuruyorlar ki "Sofrada onun istemediği hiç bir şey olmayacak. O bizim nazarımızda başka elçiler gibi değil."
Olayın devamı var. Ancak burada bu kadarı gerek. Kıssadan hisseye gelince, insan olan öncelikle insanlık onurunu korumalı. Müslüman ise insanlık şerefiyle birlikte iman ve İslam yüceliğini de gözetmelidir. Özellikle alimler, vakar ve ciddiyetlerini muhafaza etmeli, kimliklerinden fedakarlığa yanaşmamalıdır. Gelip geçici çıkarlar uğruna eğilmek, haksızlıklara alet olmak hiçbir müslümana yakışmaz.
Mücteba Uğur / diğer yazıları
- Savaşa alkış tutmak mı / 26.09.2001
- Konulu Kur'an-ı Kerim tefsiri / 23.09.2001
- Bir öğrenim yılı daha başladı / 16.09.2001
- Hava üzerine / 12.09.2001
- Dolar hutbesinin düşündürdükleri / 08.09.2001
- Bitmeyen hikâye yolsuzluk / 31.08.2001
- Suç işleme oranı artıyor / 07.08.2001
- Sivil hayata sıçrayan başörtüsü haksızlığı / 03.08.2001
- Tarafsızlık mı, ihanet mi? / 27.07.2001
- Cuma namazı kadınlara da farz mı? / 25.07.2001
- Konulu Kur'an-ı Kerim tefsiri / 23.09.2001
- Bir öğrenim yılı daha başladı / 16.09.2001
- Hava üzerine / 12.09.2001
- Dolar hutbesinin düşündürdükleri / 08.09.2001
- Bitmeyen hikâye yolsuzluk / 31.08.2001
- Suç işleme oranı artıyor / 07.08.2001
- Sivil hayata sıçrayan başörtüsü haksızlığı / 03.08.2001
- Tarafsızlık mı, ihanet mi? / 27.07.2001
- Cuma namazı kadınlara da farz mı? / 25.07.2001