Bir vücutta kan ne ise, ekonomide de para odur. Başka bir deyişle para politikaları ekonomik politikaların temellerinden biridir. Son yıllarda, ülkemizde ekonomi, denilince akla, para politikları gelmektedir. Çünkü ekonomi adına yapılanlar, para politikalarından başka birşey değildir. Bari uygulanan para politikaları doğru olsa. Maalesef onların da çoğu yanlış. Öyle ki, Türkiye dünyada yanlış para politikaları uygulayan ülkeler arasında ilk sıralarda yer almaktadır.
Para politikalarında yapılan yanlışlardan en büyüğü, milli gelir oranında tedavülde para bulundurmamaktır. Prof. Dr. Haydar Baş, bu yanlışlığa parmak basar ve şöyle der: "Türkiye'de tedavülde olan para miktarı milli gelirin yüzde 2'si kadardır. Halbuki bu rakam, dünyada yüzde 30 ila 35 arasında değişmektedir". Peki, Türkiye'de piyasa, aradaki bu farkı nasıl kapatmaktadır? Herkes biliyor ki, bu fark dövizle kapatılmaktadır. Yani Türk piyasasında, Türk Lirası yerine döviz kullanılmaktadır. Ondan sonra kalkıp Türk Lirası'nın değersiz, dövizin değerli olduğundan şikayet ediyoruz. Döviz değerini, bizim onu tedavülde bulundurmamızdan aldığını hiç düşünmüyoruz. Aksi durumda bir peçete bile dövizden daha değerli olur. Başka bir anlatımla, dövizin değeri Türk insanının güvenine bağlıdır.
Bu söylediklerimizin daha iyi anlaşılması için yaşanmış bir olayı örnek göstermek istiyorum. Kuveytli turistler, Kuveyt Dinarı harcayarak Yalova'da zevk'ü sefa içinde yaşarken, Irak ordusu aniden Kuveyt'i işgal etti. İşgalden önce Kuveyt Dinarı ile her istediğini alan Kuveytli turistler, işgalden sonra ellerindeki Kuveyt Dinarı ile Yalova'da bir peçete bile alamadılar. Paranın arkasında güven ve egemenlik olmayınca para işte bu hale düşer. Parası bu hale düşen bir ülkenin de bağımsızlığı söz konusu olmaz.
Yöneticilerimiz, piyasada olması gereken Türk Lirası'nı tedavüle sokmaktan korkadursunlar başka ülkeler güvene dayanarak karşılıksız para basıyorlar. Türkiye'yi yönetenler, neden bundan korkarlar, anlamak mümkün değildir. Güya enflasyondan korktukları için bu yola başvurmuyorlar. Başvurmuyorlar da ne oluyor ? Enflasyon mu düşüyor, üretim mi artıyor, refah seviyesi mi yükseliyor? Hayır, hayır, hiçbiri gerçekleşmiyor. Para basma yerine, borçlanmayı tercih eden hükümetler, 11 yılda, sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen rantiyecilere tam 153 milyar dolar faiz ödemişlerdir.
Şimdi gelin, karşılığı üretim olmayan boçlanma ile emisyonu karşılaştıralım. Borçlanmanın maliyeti faiz ve enflazyonist baskıdır. Emisyonun maliyeti ise para basma maliyetidir, yani kağıt ve mürepkep masrafıdır. O halde karşılığı üretim olmayan borçlanmanın maliyeti, emisyonun maliyetinden çok daha ağırdır. Borçlanmanın bir diğer maliyeti de borçların geri ödeme zamanı geldiğinde ortaya çıkmaktadır. Halbuki emisyonda ne faiz, ne de geri ödeme vardır. Hal böyle iken Türkiye, 1986 yılından beri hızlı bir şekilde iç borçlanmaya başladı. Gerçi ondan önce de iç borçlanma vardı. Ama bu oranda yüksek değildi. Bugün devlet, kime borçlandığını dahi bilmiyor. Çünkü iç borçlanma kağıtlarının tümü hamiline yazılıdır. Kimden ne kadar borç aldığını, kime ne kadar faiz ödediğini bilmeyen bir devletin para politikasına doğru demek mümkün mü?
İşin daha vahim kısmı, devletin çıkardığı kağıtları yabancı yatırımcılar da satın alıyor. Yani devletin iç borçlarının bir kısmı kendi vatandaşlarına değil, yabancılardadır. Tam bir sömürge politikası ile karşı karşıyayız. Bu kötü gidişe, daha doğrusu batışa, dur demenin zamanı çoktan geldi ve geçmektedir. Bunun yolunu anlamak istiyorsanız, Prof. Dr. Haydar Baş'ın söylediklerine kulak vermemiz şarttır. Başka yollar ise çıkmaz sokaktır.
Para politikalarında yapılan yanlışlardan en büyüğü, milli gelir oranında tedavülde para bulundurmamaktır. Prof. Dr. Haydar Baş, bu yanlışlığa parmak basar ve şöyle der: "Türkiye'de tedavülde olan para miktarı milli gelirin yüzde 2'si kadardır. Halbuki bu rakam, dünyada yüzde 30 ila 35 arasında değişmektedir". Peki, Türkiye'de piyasa, aradaki bu farkı nasıl kapatmaktadır? Herkes biliyor ki, bu fark dövizle kapatılmaktadır. Yani Türk piyasasında, Türk Lirası yerine döviz kullanılmaktadır. Ondan sonra kalkıp Türk Lirası'nın değersiz, dövizin değerli olduğundan şikayet ediyoruz. Döviz değerini, bizim onu tedavülde bulundurmamızdan aldığını hiç düşünmüyoruz. Aksi durumda bir peçete bile dövizden daha değerli olur. Başka bir anlatımla, dövizin değeri Türk insanının güvenine bağlıdır.
Bu söylediklerimizin daha iyi anlaşılması için yaşanmış bir olayı örnek göstermek istiyorum. Kuveytli turistler, Kuveyt Dinarı harcayarak Yalova'da zevk'ü sefa içinde yaşarken, Irak ordusu aniden Kuveyt'i işgal etti. İşgalden önce Kuveyt Dinarı ile her istediğini alan Kuveytli turistler, işgalden sonra ellerindeki Kuveyt Dinarı ile Yalova'da bir peçete bile alamadılar. Paranın arkasında güven ve egemenlik olmayınca para işte bu hale düşer. Parası bu hale düşen bir ülkenin de bağımsızlığı söz konusu olmaz.
Yöneticilerimiz, piyasada olması gereken Türk Lirası'nı tedavüle sokmaktan korkadursunlar başka ülkeler güvene dayanarak karşılıksız para basıyorlar. Türkiye'yi yönetenler, neden bundan korkarlar, anlamak mümkün değildir. Güya enflasyondan korktukları için bu yola başvurmuyorlar. Başvurmuyorlar da ne oluyor ? Enflasyon mu düşüyor, üretim mi artıyor, refah seviyesi mi yükseliyor? Hayır, hayır, hiçbiri gerçekleşmiyor. Para basma yerine, borçlanmayı tercih eden hükümetler, 11 yılda, sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen rantiyecilere tam 153 milyar dolar faiz ödemişlerdir.
Şimdi gelin, karşılığı üretim olmayan boçlanma ile emisyonu karşılaştıralım. Borçlanmanın maliyeti faiz ve enflazyonist baskıdır. Emisyonun maliyeti ise para basma maliyetidir, yani kağıt ve mürepkep masrafıdır. O halde karşılığı üretim olmayan borçlanmanın maliyeti, emisyonun maliyetinden çok daha ağırdır. Borçlanmanın bir diğer maliyeti de borçların geri ödeme zamanı geldiğinde ortaya çıkmaktadır. Halbuki emisyonda ne faiz, ne de geri ödeme vardır. Hal böyle iken Türkiye, 1986 yılından beri hızlı bir şekilde iç borçlanmaya başladı. Gerçi ondan önce de iç borçlanma vardı. Ama bu oranda yüksek değildi. Bugün devlet, kime borçlandığını dahi bilmiyor. Çünkü iç borçlanma kağıtlarının tümü hamiline yazılıdır. Kimden ne kadar borç aldığını, kime ne kadar faiz ödediğini bilmeyen bir devletin para politikasına doğru demek mümkün mü?
İşin daha vahim kısmı, devletin çıkardığı kağıtları yabancı yatırımcılar da satın alıyor. Yani devletin iç borçlarının bir kısmı kendi vatandaşlarına değil, yabancılardadır. Tam bir sömürge politikası ile karşı karşıyayız. Bu kötü gidişe, daha doğrusu batışa, dur demenin zamanı çoktan geldi ve geçmektedir. Bunun yolunu anlamak istiyorsanız, Prof. Dr. Haydar Baş'ın söylediklerine kulak vermemiz şarttır. Başka yollar ise çıkmaz sokaktır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018