Tahkim edilen duvar
Kamil BAYRAKTAR
1992 yılı idi. Öğüt dergisinin yayın hayatında bulunduğu dönemdi. Şu anda Meltem TV'de görev yapan Selim Kotil ve Türkiye gazetesinden Ferat Gülver ile birlikte Malezya, Singapur ve Tayland'ı kapsayan bir inceleme-araştırma gezisine gitmiştik. Seyahat ettiğimiz Malezya Havayollarına ait uçak gidişte olduğu gibi dönüşte de Umman'a uğramıştı. Umman, takriben 11 saat süren uçak yolculuğunda tabir-i caizse mola verilen, yakıt ikmali yapılan, ihtiyaç giderilen bir Müslüman Arap ülkesiydi. İşte bu molanın dönüşe rastlayanında ben bir şeyler atıştırmaya giderken Selim Kotil ve Ferat Gülver freeshop'a gitmeyi tercih etmişlerdi. Aperatif bazı şeyler yeme işini bitirip uçağa gidiş kapısına doğru yöneldiğimde Selim Kotil, gümrükten geçmiş bizi bekliyordu. Fakat Ferat Gülver yoktu. Ben de gümrükten geçtim. Selim Kotil bana, "Kamil abi Ferat freeshopta kaldı. Bir zahmet git bak" dedi. Gidip bakmak da gerekiyordu. Çünkü uçağın kalkış anına çok az zaman kalmıştı. Hemen, orada bulunan görevli birine İngilizce olarak, bir arkadaşımın freeshopa gittiğini, geciktiğini söyledim. Gidip bakmak için müsaade istedim. Görevli memur Madrit'e mi, İstanbul'a mı gittiğimizi sordu. "İstanbul'a" dedim. Demekle birlikte de nasıl bir zorluk kapısını çaldığımı anladım. Çünkü görevli izin vermedi. "Gidemezsin" dedi. Kendisine arkadaşımızın İngilizce, Arapça bilmediğini, biraz daha gecikirse burada kalmak gibi bir sonuçla karşılaşacağını, onun için yardımcı olmaları gerektiğini söyledim. Görevli, "Nuh" diyor "Peygamber" demiyordu. Bütün yolcular neredeyse uçağa gitmişler, bir tek biz kalmıştık. Çıkış kapısının kapanmasına an vardı. Her an kapanabilirdi. Görevliye defalarca müracaat etmemize, adeta mekik dokumamıza rağmen bildiğini okumaya devam ediyordu. Bu; biraz ileride bulunan ve amir konumundaki bayanın dikkatini çekmiş olacak ki vaziyeti sordu. Aynı şeyleri ona da anlattık. Kadın ve anne olmanın getirdiği bir rikkatten olsa gerek izin verdi de Ferat Gülver'i bulduk ve uçağa zor yetiştik.
Oradaki memur yapacağını yapmış, bizi epeyce yormuş, belki de üçümüzün de uçağı kaçırması gibi bir sonla karşılaşmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Böyle bir tavır takınması "İstanbul'a mı, Madrit'e mi?" sorusuna verdiğimiz "İstanbul'a" cevabındandı. "Madrit'e" deseydik, İspanyol muamelesi görecek böyle bir problemle karşılaşmayacaktık. Yani bir Müslüman Arapın, Müslüman Türk'e olan tipik düşmanlığı, Osmanlı torunu düşmanlığı ile karşı karşıya kalmıştık. Bu Müslüman Arap görevli, sadece Müslüman Türk olduğumuz için işimizi zorlaştırmış, işi yokuşa sürmüştü.
Suud'un anlaşılmaz tavrı
Bizim Umman'da yüz yüze geldiğimiz bu tür bir davranışın, hac mevsiminde hacı adaylarına da reva görüldüğüne dair haberleri hep duymuş olmamız bir yana bu davranışın daha başka sahalardaki yansımalarından da geçilmiyor. Kâbe çevresindeki Osmanlı eseri revakların birer birer yok edilişi, 2. Abdülhamit'in, eşsiz projesi Hicaz demiryoluna ait eserlerin bir bir ortadan kaldırılışını duymayan kalmadı. Bugün Saddam bahanesiyle dünyanın gündeminden hiç düşmeyen Irak'ta bile Osmanlıya ait nice eserlerin yerinde yeller esiyor. Hatta bu tavır Arabistan coğrafyası ile de sınırlı değil. Mesela son Bosna soykırımında yıkılmaya yüz tutmuş ve küçük meblağlarla tamiri mümkün Osmanlı eseri camileri, Suudi Arabistan kökten yıktırıp, çok farklı mimarilerle yeniden inşa ettiği biliniyor. Son olarak da 2002 yılı içinde bu türden bir eyleme daha imza attı Suudi Arabistan ve ünlü Ecyad kalesini yerle bir etti. Geçen yıl hacca gidenler bu Osmanlı eserini görme şerefine nail olan son hacılar olurken, bu yıl gidenler maalesef bundan mahrum kalacaklar. Bütün bunlar, bugünkü Müslüman Arapların Müslüman kardeşleri Türklere olan bakışlarının madde üzerindeki tezahürünü gösteriyor. Peki neden böyle bir tavır sergiliyor Müslüman Araplar? Müslüman Arapların, tarihî Osmanlı eserlerinden bile intikam alacak kadar anlaşılmaz işlere imza atmalarının sebebi nedir? Varsa bu sebep ne kadar geçerli bir sebeptir?
İngilizlerin oynadığı başrol
İslâm'ın insanlığa indiği, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'in (sav) ebedî istirahatgâhı Ravza-i Mutahhara ile Müslümanların kıblegâhı Kâbe-i Muazzama'yı bünyesinde barındırdığı için çok büyük önem taşıyan Hicaz bölgesi takriben 4 asır Osmanlı İmparatorluğunun idare ve himayesinde kaldı. Tarihte eşine rastlanmadık tarzda bir insanlık medeniyeti örneği sergileyen bu imparatorluğun "Hadimü'l Haremeyn"liği, kaderin bir tecellisi olarak miadını doldurmaya yüz tuttuğu 19. Yüzyılın sonlarına kadar sürdü. Müslümanların Kıblegâhının, iki cihan serveri Peygamberinin Ravza-i Mutahharasının bulunduğu ve İslam'ın ayak izlerinin, nefesinin, tarihinin, kökünün her karış toprağına nakış nakış işlenmiş olduğu bu coğrafya bizden, 20. Yüzyılın ilk dünya savaşı ile birlikte koparıldı. "Petrol"ün varlığının tespitinin birinci sebep sayılabileceği bu koparma işleminde bugünün ABD'sinin yerindeki İngilizler büyük, hatta başrol oynadı. Öyle ki Müslüman Arap kardeşlerimizin tabir-i caizse kanına girilerek Osmanlı arkadan hançerletildi. Bugün bile göz yaşlarıyla ancak söylenebilen "Burası Yemendir / Gülü çimendir / Giden gelmiyor / Acep nedendir?" misali türküler, dünyaya 600 yıl nizamat vermiş bir imparatorluğun bakiyesi topraklarda yeri, göğü inletir oldu.
Osmanlı "Hakim"liği değil "Hadim"liği seçti
İngilizler, bu arkadan hançerlemeyi, Hampher, Lawrence gibi binlerce misyoner ajanın çalışmasıyla ilmi değil tamamen siyasi mahiyet taşıyan bir mezhep kurmak ve hilafetin Müslüman Arapların hakkı olduğu havucunu uzatmak suretiyle gerçekleştirdi. Diğerleri bir tarafa Osmanlıların bir sömürge imparatorluğu hüviyetiyle Müslüman Arap topraklarını sömürdüğü argümanını da kullandı. Yani iddiaya göre Osmanlı, Hicaz bölgesini de fethettikten sonra kaynaklarını merkeze, İstanbul'a, Anadolu'ya aktarmıştı. Halbuki gerçek tam tersi idi. Bir kere bu bölgelerin o dönemde merkeze aktarılacak bir kaynağı yoktu. İkincisi, asıl Osmanlı, inancının gereği olarak bu bölgelere kaynak aktarmış, dünyanın yatırımını yapmıştı. Bu yatırımın neticesinde ortaya çıkan eserler, petrol nimetini sömürmek için bu bölgeyi Osmanlıdan kopararak kendi inisiyatiflerine alan İngilizler başta olmak üzere Batılıların bir dediğini iki etmeyen zihniyet tarafından yıka yıka bitirilemiyordu. Kaldı ki Osmanlı, bir an bile "hâkim"lik sıfatına rıza göstermeyecek derecede kendini "hâdim" bildiği bu kutsal toprakları nakış nakış eserlerle işlemekle de kalmadı. İki cihan serverinin ırkından, soyundan ve de dininden olma özelliği taşıyan insanların, Müslüman Arap kardeşlerinin de hem midesini, hem gönlünü ihya eden bir icraatı da gerçekleştirdi. Kardeş bildiği Müslüman Araplara yığın yığın akçe gönderdi. Bunu sıradan bir posta işlemi çerçevesinde değil, Kâinatın Efendisinin soyundan gelen insanların gönlüne girme bilinciyle eşine ender rastlanan bir estetikle yaptı. Yukarıdaki iddiayı da ters yüz edecek şekilde, Osmanlının, "Hadimü'l Harameyn" sıfatını taşıdığı dönemde, kardeş bildiği Müslüman Araplar için Mekke ve Medine'ye gönderdiği ve bu "dosya"mıza konu teşkil eden para ve hediyeler, tarihe "surre" olarak geçti.
Dağları delen Ferhatlar ülkesinin hali
Geçmişte, dünyaya nizamat veren bir ecdâdın torunları tarafından kurulan Türkiye, garip bir ülke haline geldi. Esen her rüzgârda savrulan, "Batı ne der? AB ne der? ABD ne der?" dürtüsü ile hareket etmeyi devlet politikası bilen bir ülke haline geldi Türkiye. Türkiye sanki müthiş bir mazisi, tarihi birikimi olan bir ülke gibi değil de köksüz, hafızası yok olmuş bir ülke gibi hareket ediyor. Tarihinin, coğrafyasının, yer altı-yer üstü zenginliklerinin, jeo-stratejik öneminin, insan potansiyelinin, gücünün hemen herkes farkında; farkında olmayan bir tek Türkiye'nin kendisi. Paçalarından korkaklık, ürkeklik, nemelazımcılık, aşağılık kompleksi ile doluluk, günü kurtarmayı esas alan bir anlayışın zebunu olmuşluk akıyor. Tarihte her alanda lokomotiflik yapmış bir ecdadın torunlarının ülkesi, başkalarının lokomotifine vagon olmayı adeta kendine görev biçmiş durumda. Kıbrıs ve Ege başta olmak üzere zerrelerinde dahi haklılık fışkıran davalarında başı dik hareket etmeyi adeta zül addeder konumda. "Dosya"mıza konu olan Surre'nin çağrıştırdığı coğrafya ile aramıza örülen İngiliz duvarını sürüp gidecek bir kader olarak algılıyor.
Müslüman Araplarla arasındaki kardeşlik bağlarını kimlerin kopardığı ortaya çıkmış. Niçin ve hangi araçları kullanarak yaptığı tek tek ortaya serilmiş. Buna rağmen Türkiye hâlâ araya çekilen duvara göre hareket ediyor. Duvarı çekenler de malı götürüyor, sömürüyor, sömürüyor. İşin garip tarafı Türkiye, kardeşleri ile arasına duvar çekenlerin kılıcını çalıyor. Irak'a ne için saldırmak istediği belli olan ABD ve İngiltere'nin savaş borusunu çalma gibi bir yanlışın altına imza atmaktan kaçınmıyor. Adam nehrin doğal akış yönünü değiştiriyor, Türkiye, bu nehrin yönünü doğal yatağına çevirme gücünü kendinde bulamıyor. Şirin'i için dağları delen Ferhat'ın ülkesi yapıyor bunu. Adeta sinirleri alınmış insanlar ülkesi haline gelmiş Türkiye.
İngiliz duvarına "Surre" güllesi
İşte Türkiye'nin, İngiliz oyunu ile gündeme gelen ve günümüzde de devam eden Müslüman Arap kardeşleri ile olan limoni vaziyetin sebebinin Türkiye olmadığını gösterecek gerçeklerden birisidir Surre olayı. Ama, bu olaydan haberdar bile değiliz. Bu gerçek daha nice gerçekler gibi tozlu raflarda tozlanmaya terk edilmiş. Bereket, nice gerçekleri bünyesinde barındıranlar gibi bir pula Bulgaristan'a satılmamış, ama, "işte gerçek bu!" diyecek şekilde de gündeme sokulmamış. Hep gerçeklerin üstünün örtülmesi yeğlenmiş. Ve bu bir alışkanlık, hastalık haline dönüşmüş. Aynı şey "dosya"mıza konu teşkil eden Surre için de geçerli olmakla birlikte, bir isim, İbrahim Ateş, bu gerçeği, tozlu raflardan indirme cesaretini göstermiş. Bugün kayıtdışı ekonomi diye feryad ü figan edilen Türkiye'nin bir öncesi Osmanlı Devleti'nin nasıl bir kayıtlılık örneği sergileyen özellik taşıdığını ortaya koyan yanıyla da istifademize sunmuş. Ama bu fedakar çalışma da bu kez Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün Vakıflar Dergisi'nin sahifeleri arasında tozlanma gibi bir kaderle başbaşa bırakılmış. Bize düşen bu sahifelerdeki tozları silmek ve Müslüman Arap ile Müslüman Türk arasına İngiliz tarafından örülen duvarı yıkacak şeylerden sayılabilecek bu gerçeği tekrar dikkatlere sunmak oldu.
Yarın: Emsalsiz Hicaz vizyonu
Kamil BAYRAKTAR
1992 yılı idi. Öğüt dergisinin yayın hayatında bulunduğu dönemdi. Şu anda Meltem TV'de görev yapan Selim Kotil ve Türkiye gazetesinden Ferat Gülver ile birlikte Malezya, Singapur ve Tayland'ı kapsayan bir inceleme-araştırma gezisine gitmiştik. Seyahat ettiğimiz Malezya Havayollarına ait uçak gidişte olduğu gibi dönüşte de Umman'a uğramıştı. Umman, takriben 11 saat süren uçak yolculuğunda tabir-i caizse mola verilen, yakıt ikmali yapılan, ihtiyaç giderilen bir Müslüman Arap ülkesiydi. İşte bu molanın dönüşe rastlayanında ben bir şeyler atıştırmaya giderken Selim Kotil ve Ferat Gülver freeshop'a gitmeyi tercih etmişlerdi. Aperatif bazı şeyler yeme işini bitirip uçağa gidiş kapısına doğru yöneldiğimde Selim Kotil, gümrükten geçmiş bizi bekliyordu. Fakat Ferat Gülver yoktu. Ben de gümrükten geçtim. Selim Kotil bana, "Kamil abi Ferat freeshopta kaldı. Bir zahmet git bak" dedi. Gidip bakmak da gerekiyordu. Çünkü uçağın kalkış anına çok az zaman kalmıştı. Hemen, orada bulunan görevli birine İngilizce olarak, bir arkadaşımın freeshopa gittiğini, geciktiğini söyledim. Gidip bakmak için müsaade istedim. Görevli memur Madrit'e mi, İstanbul'a mı gittiğimizi sordu. "İstanbul'a" dedim. Demekle birlikte de nasıl bir zorluk kapısını çaldığımı anladım. Çünkü görevli izin vermedi. "Gidemezsin" dedi. Kendisine arkadaşımızın İngilizce, Arapça bilmediğini, biraz daha gecikirse burada kalmak gibi bir sonuçla karşılaşacağını, onun için yardımcı olmaları gerektiğini söyledim. Görevli, "Nuh" diyor "Peygamber" demiyordu. Bütün yolcular neredeyse uçağa gitmişler, bir tek biz kalmıştık. Çıkış kapısının kapanmasına an vardı. Her an kapanabilirdi. Görevliye defalarca müracaat etmemize, adeta mekik dokumamıza rağmen bildiğini okumaya devam ediyordu. Bu; biraz ileride bulunan ve amir konumundaki bayanın dikkatini çekmiş olacak ki vaziyeti sordu. Aynı şeyleri ona da anlattık. Kadın ve anne olmanın getirdiği bir rikkatten olsa gerek izin verdi de Ferat Gülver'i bulduk ve uçağa zor yetiştik.
Oradaki memur yapacağını yapmış, bizi epeyce yormuş, belki de üçümüzün de uçağı kaçırması gibi bir sonla karşılaşmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Böyle bir tavır takınması "İstanbul'a mı, Madrit'e mi?" sorusuna verdiğimiz "İstanbul'a" cevabındandı. "Madrit'e" deseydik, İspanyol muamelesi görecek böyle bir problemle karşılaşmayacaktık. Yani bir Müslüman Arapın, Müslüman Türk'e olan tipik düşmanlığı, Osmanlı torunu düşmanlığı ile karşı karşıya kalmıştık. Bu Müslüman Arap görevli, sadece Müslüman Türk olduğumuz için işimizi zorlaştırmış, işi yokuşa sürmüştü.
Suud'un anlaşılmaz tavrı
Bizim Umman'da yüz yüze geldiğimiz bu tür bir davranışın, hac mevsiminde hacı adaylarına da reva görüldüğüne dair haberleri hep duymuş olmamız bir yana bu davranışın daha başka sahalardaki yansımalarından da geçilmiyor. Kâbe çevresindeki Osmanlı eseri revakların birer birer yok edilişi, 2. Abdülhamit'in, eşsiz projesi Hicaz demiryoluna ait eserlerin bir bir ortadan kaldırılışını duymayan kalmadı. Bugün Saddam bahanesiyle dünyanın gündeminden hiç düşmeyen Irak'ta bile Osmanlıya ait nice eserlerin yerinde yeller esiyor. Hatta bu tavır Arabistan coğrafyası ile de sınırlı değil. Mesela son Bosna soykırımında yıkılmaya yüz tutmuş ve küçük meblağlarla tamiri mümkün Osmanlı eseri camileri, Suudi Arabistan kökten yıktırıp, çok farklı mimarilerle yeniden inşa ettiği biliniyor. Son olarak da 2002 yılı içinde bu türden bir eyleme daha imza attı Suudi Arabistan ve ünlü Ecyad kalesini yerle bir etti. Geçen yıl hacca gidenler bu Osmanlı eserini görme şerefine nail olan son hacılar olurken, bu yıl gidenler maalesef bundan mahrum kalacaklar. Bütün bunlar, bugünkü Müslüman Arapların Müslüman kardeşleri Türklere olan bakışlarının madde üzerindeki tezahürünü gösteriyor. Peki neden böyle bir tavır sergiliyor Müslüman Araplar? Müslüman Arapların, tarihî Osmanlı eserlerinden bile intikam alacak kadar anlaşılmaz işlere imza atmalarının sebebi nedir? Varsa bu sebep ne kadar geçerli bir sebeptir?
İngilizlerin oynadığı başrol
İslâm'ın insanlığa indiği, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'in (sav) ebedî istirahatgâhı Ravza-i Mutahhara ile Müslümanların kıblegâhı Kâbe-i Muazzama'yı bünyesinde barındırdığı için çok büyük önem taşıyan Hicaz bölgesi takriben 4 asır Osmanlı İmparatorluğunun idare ve himayesinde kaldı. Tarihte eşine rastlanmadık tarzda bir insanlık medeniyeti örneği sergileyen bu imparatorluğun "Hadimü'l Haremeyn"liği, kaderin bir tecellisi olarak miadını doldurmaya yüz tuttuğu 19. Yüzyılın sonlarına kadar sürdü. Müslümanların Kıblegâhının, iki cihan serveri Peygamberinin Ravza-i Mutahharasının bulunduğu ve İslam'ın ayak izlerinin, nefesinin, tarihinin, kökünün her karış toprağına nakış nakış işlenmiş olduğu bu coğrafya bizden, 20. Yüzyılın ilk dünya savaşı ile birlikte koparıldı. "Petrol"ün varlığının tespitinin birinci sebep sayılabileceği bu koparma işleminde bugünün ABD'sinin yerindeki İngilizler büyük, hatta başrol oynadı. Öyle ki Müslüman Arap kardeşlerimizin tabir-i caizse kanına girilerek Osmanlı arkadan hançerletildi. Bugün bile göz yaşlarıyla ancak söylenebilen "Burası Yemendir / Gülü çimendir / Giden gelmiyor / Acep nedendir?" misali türküler, dünyaya 600 yıl nizamat vermiş bir imparatorluğun bakiyesi topraklarda yeri, göğü inletir oldu.
Osmanlı "Hakim"liği değil "Hadim"liği seçti
İngilizler, bu arkadan hançerlemeyi, Hampher, Lawrence gibi binlerce misyoner ajanın çalışmasıyla ilmi değil tamamen siyasi mahiyet taşıyan bir mezhep kurmak ve hilafetin Müslüman Arapların hakkı olduğu havucunu uzatmak suretiyle gerçekleştirdi. Diğerleri bir tarafa Osmanlıların bir sömürge imparatorluğu hüviyetiyle Müslüman Arap topraklarını sömürdüğü argümanını da kullandı. Yani iddiaya göre Osmanlı, Hicaz bölgesini de fethettikten sonra kaynaklarını merkeze, İstanbul'a, Anadolu'ya aktarmıştı. Halbuki gerçek tam tersi idi. Bir kere bu bölgelerin o dönemde merkeze aktarılacak bir kaynağı yoktu. İkincisi, asıl Osmanlı, inancının gereği olarak bu bölgelere kaynak aktarmış, dünyanın yatırımını yapmıştı. Bu yatırımın neticesinde ortaya çıkan eserler, petrol nimetini sömürmek için bu bölgeyi Osmanlıdan kopararak kendi inisiyatiflerine alan İngilizler başta olmak üzere Batılıların bir dediğini iki etmeyen zihniyet tarafından yıka yıka bitirilemiyordu. Kaldı ki Osmanlı, bir an bile "hâkim"lik sıfatına rıza göstermeyecek derecede kendini "hâdim" bildiği bu kutsal toprakları nakış nakış eserlerle işlemekle de kalmadı. İki cihan serverinin ırkından, soyundan ve de dininden olma özelliği taşıyan insanların, Müslüman Arap kardeşlerinin de hem midesini, hem gönlünü ihya eden bir icraatı da gerçekleştirdi. Kardeş bildiği Müslüman Araplara yığın yığın akçe gönderdi. Bunu sıradan bir posta işlemi çerçevesinde değil, Kâinatın Efendisinin soyundan gelen insanların gönlüne girme bilinciyle eşine ender rastlanan bir estetikle yaptı. Yukarıdaki iddiayı da ters yüz edecek şekilde, Osmanlının, "Hadimü'l Harameyn" sıfatını taşıdığı dönemde, kardeş bildiği Müslüman Araplar için Mekke ve Medine'ye gönderdiği ve bu "dosya"mıza konu teşkil eden para ve hediyeler, tarihe "surre" olarak geçti.
Dağları delen Ferhatlar ülkesinin hali
Geçmişte, dünyaya nizamat veren bir ecdâdın torunları tarafından kurulan Türkiye, garip bir ülke haline geldi. Esen her rüzgârda savrulan, "Batı ne der? AB ne der? ABD ne der?" dürtüsü ile hareket etmeyi devlet politikası bilen bir ülke haline geldi Türkiye. Türkiye sanki müthiş bir mazisi, tarihi birikimi olan bir ülke gibi değil de köksüz, hafızası yok olmuş bir ülke gibi hareket ediyor. Tarihinin, coğrafyasının, yer altı-yer üstü zenginliklerinin, jeo-stratejik öneminin, insan potansiyelinin, gücünün hemen herkes farkında; farkında olmayan bir tek Türkiye'nin kendisi. Paçalarından korkaklık, ürkeklik, nemelazımcılık, aşağılık kompleksi ile doluluk, günü kurtarmayı esas alan bir anlayışın zebunu olmuşluk akıyor. Tarihte her alanda lokomotiflik yapmış bir ecdadın torunlarının ülkesi, başkalarının lokomotifine vagon olmayı adeta kendine görev biçmiş durumda. Kıbrıs ve Ege başta olmak üzere zerrelerinde dahi haklılık fışkıran davalarında başı dik hareket etmeyi adeta zül addeder konumda. "Dosya"mıza konu olan Surre'nin çağrıştırdığı coğrafya ile aramıza örülen İngiliz duvarını sürüp gidecek bir kader olarak algılıyor.
Müslüman Araplarla arasındaki kardeşlik bağlarını kimlerin kopardığı ortaya çıkmış. Niçin ve hangi araçları kullanarak yaptığı tek tek ortaya serilmiş. Buna rağmen Türkiye hâlâ araya çekilen duvara göre hareket ediyor. Duvarı çekenler de malı götürüyor, sömürüyor, sömürüyor. İşin garip tarafı Türkiye, kardeşleri ile arasına duvar çekenlerin kılıcını çalıyor. Irak'a ne için saldırmak istediği belli olan ABD ve İngiltere'nin savaş borusunu çalma gibi bir yanlışın altına imza atmaktan kaçınmıyor. Adam nehrin doğal akış yönünü değiştiriyor, Türkiye, bu nehrin yönünü doğal yatağına çevirme gücünü kendinde bulamıyor. Şirin'i için dağları delen Ferhat'ın ülkesi yapıyor bunu. Adeta sinirleri alınmış insanlar ülkesi haline gelmiş Türkiye.
İngiliz duvarına "Surre" güllesi
İşte Türkiye'nin, İngiliz oyunu ile gündeme gelen ve günümüzde de devam eden Müslüman Arap kardeşleri ile olan limoni vaziyetin sebebinin Türkiye olmadığını gösterecek gerçeklerden birisidir Surre olayı. Ama, bu olaydan haberdar bile değiliz. Bu gerçek daha nice gerçekler gibi tozlu raflarda tozlanmaya terk edilmiş. Bereket, nice gerçekleri bünyesinde barındıranlar gibi bir pula Bulgaristan'a satılmamış, ama, "işte gerçek bu!" diyecek şekilde de gündeme sokulmamış. Hep gerçeklerin üstünün örtülmesi yeğlenmiş. Ve bu bir alışkanlık, hastalık haline dönüşmüş. Aynı şey "dosya"mıza konu teşkil eden Surre için de geçerli olmakla birlikte, bir isim, İbrahim Ateş, bu gerçeği, tozlu raflardan indirme cesaretini göstermiş. Bugün kayıtdışı ekonomi diye feryad ü figan edilen Türkiye'nin bir öncesi Osmanlı Devleti'nin nasıl bir kayıtlılık örneği sergileyen özellik taşıdığını ortaya koyan yanıyla da istifademize sunmuş. Ama bu fedakar çalışma da bu kez Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün Vakıflar Dergisi'nin sahifeleri arasında tozlanma gibi bir kaderle başbaşa bırakılmış. Bize düşen bu sahifelerdeki tozları silmek ve Müslüman Arap ile Müslüman Türk arasına İngiliz tarafından örülen duvarı yıkacak şeylerden sayılabilecek bu gerçeği tekrar dikkatlere sunmak oldu.
Yarın: Emsalsiz Hicaz vizyonu