15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından yazılıp-çizilenlere, televizyonlarda saatler süren konuşma ve tartışmalara bakıyoruz da meğer yıllardan beri "Türk milleti söylemez söylenir" vaziyeti hakim imiş de haberdar değilmişiz.
Meğer herkes yapılan yanlışları, gidişattaki terslikleri görüyormuş ama söylemiyormuş, sadece söyleniyormuş.
Açıktır ki kendi kendine "söylenmek" ne bir yanlışı düzeltir, ne bir tehlikeyi haber verip tedbir alınmasını sağlar ne de cürüm işleyenlere engel olabilir.
Bunca konuşmacının, akademisyenin arasından ilim namusuna sahip, ilim adamı haysiyetini taşıyan biri de çıkıp demedi ki; bir hakkı teslim edelim, adamın hakkını yemeyelim Prof. Dr. Haydar Baş, ta başından beri üzerine düşeni yaptı, yaklaşan tehlikeyi yüksek sesle haber verdi, hem yazdı, hem konuştu hem de toplumu yönlendiren şahıs ve kurumlara heyetler gönderdi, onları bilgilendirdi ve söylediklerini belgelendirdi.
Haftalardır süren televizyon programlarında; "ben demiştim, ben yazmıştım ama sesimi duyuramadım" diye hava atanların bir çoğu da o günlerde sayın Haydar Baş'ın gönderdiği heyetlerle ve belgelerle uyarılan ama kulağının üstüne yatmaya devam eden adamlar.
1997 yılının sonlarıydı, Sayın Baş'ın İstanbul'a gelişlerinden birinde hoş geldin faslından sonra bana söylediği ilk sözü dün gibi hatırlıyorum; "Aziz hoca, senin bu hemşerin ateşle oynuyor, farkında mısın?"
O günlerde, Fethullah Gülen'in papayı ziyaret edeceği konuşuluyor, basında haberler çıkıyor, bu haberlerden hareketle Sayın Baş; "nasıl olur da bir Müslüman hem de Müslümanları temsilen papanın ayağına gider ve ne demek Dinler arası Diyalog?"
Papasına gidip geldikten sonra, papaya sunduğu mektup ortaya çıktı, o günkü Zaman'da yayınlandı ki yazdığı mektubun her paragrafı ayrı bir felaket ve rezalet.
Yayınlanan o mektubun ardından ben bu köşede birkaç ağır eleştiri yazısı yazdım, İstanbul/ Şirinevler civarındaki hemşehrilerim nerdeyse beni aforoz ediyordu; "ne de olsa hemşehrimizdir, hocaefendiyi niye bu kadar sert eleştirdin?" diyerek.
Tek cümle ile ağızlarını kapattığımı hatırlıyorum; "yarın Allah bize hemşehrilerimize değil, Allah'ın dinine sahip çıkıp çıkmadığımızdan soracak."
Hakkın ve hakikatin hatırını her şeyin üstünde tutanlar Sayın Haydar Baş gibi, tehlikeyi sezdiği andan itibaren en tepedekilerden başlayarak halkın bütün kesimlerini uyarmaya başladı ama Hakkın ve hakikatin hatırını geri plana itip masasını ve kasasını birinci plana alanlar hem sustu hem de doğru konuşanları susturmaya çalıştılar.
Aslında biz bugün toplumsal çürümüşlüğün bir sonucunu yaşıyoruz.
Hırsızlık ve kul hakkına tecavüzden beslenen bir hareketin kullara hizmet edemeyeceğini, hele hele Yüce İslam'a hizmetin söz konusu bile olamayacağını anlamayan, anlayıp da bu cinayete sessiz kalan toplumun, göz göre göre davet ettiği bir musibeti yaşıyoruz.
Haramları arkadan dolanmayı meslek edinmiş, helalleri ıskalamayı huy haline getirmiş, kendine getiri sağlayan söylem ve eylemlerde "kul hakkını" lügatinden silmiş bir Müslüman toplumun kendi elleriyle işledikleri yüzünden ortaya çıkan bir fesadın sonuçlarını yaşıyoruz.
Bir simit çaldığı zaman çocuğunu sorguya çekmesi gerektiği halde ve çektiği halde, içine kattığı sürü ile beraber soruları çalmasına, çaldığı sorularla en gözde okullara girmesine, çaldığı sorularla sınav kazanıp maaşa bağlanmasına ses çıkarmayan, üstüne üstlük bir de bunu "hizmet" diye algılayan bir toplumun kokuşmuşluğunun sonuçlarını yaşıyoruz.
Bizden önce bu dünya yuvarlağını mekan tutmuş, bir süre yaşayıp toplu helaklerle göçüp gitmiş olan nice kavimlerin ortak suçları; "birbirlerini kötülüklere karşı uyarmamaları" olarak işaret ediliyor, biz de bugün işte bu suçun sonuçlarını yaşıyoruz.
Meğer herkes yapılan yanlışları, gidişattaki terslikleri görüyormuş ama söylemiyormuş, sadece söyleniyormuş.
Açıktır ki kendi kendine "söylenmek" ne bir yanlışı düzeltir, ne bir tehlikeyi haber verip tedbir alınmasını sağlar ne de cürüm işleyenlere engel olabilir.
Bunca konuşmacının, akademisyenin arasından ilim namusuna sahip, ilim adamı haysiyetini taşıyan biri de çıkıp demedi ki; bir hakkı teslim edelim, adamın hakkını yemeyelim Prof. Dr. Haydar Baş, ta başından beri üzerine düşeni yaptı, yaklaşan tehlikeyi yüksek sesle haber verdi, hem yazdı, hem konuştu hem de toplumu yönlendiren şahıs ve kurumlara heyetler gönderdi, onları bilgilendirdi ve söylediklerini belgelendirdi.
Haftalardır süren televizyon programlarında; "ben demiştim, ben yazmıştım ama sesimi duyuramadım" diye hava atanların bir çoğu da o günlerde sayın Haydar Baş'ın gönderdiği heyetlerle ve belgelerle uyarılan ama kulağının üstüne yatmaya devam eden adamlar.
1997 yılının sonlarıydı, Sayın Baş'ın İstanbul'a gelişlerinden birinde hoş geldin faslından sonra bana söylediği ilk sözü dün gibi hatırlıyorum; "Aziz hoca, senin bu hemşerin ateşle oynuyor, farkında mısın?"
O günlerde, Fethullah Gülen'in papayı ziyaret edeceği konuşuluyor, basında haberler çıkıyor, bu haberlerden hareketle Sayın Baş; "nasıl olur da bir Müslüman hem de Müslümanları temsilen papanın ayağına gider ve ne demek Dinler arası Diyalog?"
Papasına gidip geldikten sonra, papaya sunduğu mektup ortaya çıktı, o günkü Zaman'da yayınlandı ki yazdığı mektubun her paragrafı ayrı bir felaket ve rezalet.
Yayınlanan o mektubun ardından ben bu köşede birkaç ağır eleştiri yazısı yazdım, İstanbul/ Şirinevler civarındaki hemşehrilerim nerdeyse beni aforoz ediyordu; "ne de olsa hemşehrimizdir, hocaefendiyi niye bu kadar sert eleştirdin?" diyerek.
Tek cümle ile ağızlarını kapattığımı hatırlıyorum; "yarın Allah bize hemşehrilerimize değil, Allah'ın dinine sahip çıkıp çıkmadığımızdan soracak."
Hakkın ve hakikatin hatırını her şeyin üstünde tutanlar Sayın Haydar Baş gibi, tehlikeyi sezdiği andan itibaren en tepedekilerden başlayarak halkın bütün kesimlerini uyarmaya başladı ama Hakkın ve hakikatin hatırını geri plana itip masasını ve kasasını birinci plana alanlar hem sustu hem de doğru konuşanları susturmaya çalıştılar.
Aslında biz bugün toplumsal çürümüşlüğün bir sonucunu yaşıyoruz.
Hırsızlık ve kul hakkına tecavüzden beslenen bir hareketin kullara hizmet edemeyeceğini, hele hele Yüce İslam'a hizmetin söz konusu bile olamayacağını anlamayan, anlayıp da bu cinayete sessiz kalan toplumun, göz göre göre davet ettiği bir musibeti yaşıyoruz.
Haramları arkadan dolanmayı meslek edinmiş, helalleri ıskalamayı huy haline getirmiş, kendine getiri sağlayan söylem ve eylemlerde "kul hakkını" lügatinden silmiş bir Müslüman toplumun kendi elleriyle işledikleri yüzünden ortaya çıkan bir fesadın sonuçlarını yaşıyoruz.
Bir simit çaldığı zaman çocuğunu sorguya çekmesi gerektiği halde ve çektiği halde, içine kattığı sürü ile beraber soruları çalmasına, çaldığı sorularla en gözde okullara girmesine, çaldığı sorularla sınav kazanıp maaşa bağlanmasına ses çıkarmayan, üstüne üstlük bir de bunu "hizmet" diye algılayan bir toplumun kokuşmuşluğunun sonuçlarını yaşıyoruz.
Bizden önce bu dünya yuvarlağını mekan tutmuş, bir süre yaşayıp toplu helaklerle göçüp gitmiş olan nice kavimlerin ortak suçları; "birbirlerini kötülüklere karşı uyarmamaları" olarak işaret ediliyor, biz de bugün işte bu suçun sonuçlarını yaşıyoruz.
Aziz Karaca / diğer yazıları
- İftarda sahurda bombalar… Gazze’ye gelmeseydi mi Ramazan? / 19.03.2024
- Soykırımı sonlandıramadı Ramazan / 18.03.2024
- Nice ayıplara şahit oldu Ramazan / 17.03.2024
- Tüm insanlığa açık bir beyandır Ramazan / 16.03.2024
- Dert çok hemdert yok ise işte Ramazan / 15.03.2024
- Her anımıza dolsa Ramazan / 14.03.2024
- Hak’tan bize fermandır Ramazan / 13.03.2024
- Bütün düğümleri çözer Ramazan / 12.03.2024
- Müjdelerle kapımızı çalsa Ramazan / 11.03.2024
- İz bırakanlar ve is bırakanlar / 10.03.2024
- Soykırımı sonlandıramadı Ramazan / 18.03.2024
- Nice ayıplara şahit oldu Ramazan / 17.03.2024
- Tüm insanlığa açık bir beyandır Ramazan / 16.03.2024
- Dert çok hemdert yok ise işte Ramazan / 15.03.2024
- Her anımıza dolsa Ramazan / 14.03.2024
- Hak’tan bize fermandır Ramazan / 13.03.2024
- Bütün düğümleri çözer Ramazan / 12.03.2024
- Müjdelerle kapımızı çalsa Ramazan / 11.03.2024
- İz bırakanlar ve is bırakanlar / 10.03.2024