Türkçe Kur’an-ı Kerim yazdırması, hutbeleri Türkçeleştirmesi -2-
1920 senesinde Hakimiyet-i Milliye gazetesinde kaleme aldığı makalede, İslam’ın anlaşılmasını yorumlamıştır
30.09.2025 00:10:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi





1920 senesinde Hakimiyet-i Milliye gazetesinde kaleme aldığı makalede, İslam'ın anlaşılmasını yorumlamıştır:
"Hint doğunun en zengin, efsanevî ve mamur bir parçasıdır. Bu kıtaya sahip ve hakim olan her devlet yenilmez bir kudret ve servet kaynağına sahip oluyordu.
Bunu İngilizler çok iyi anladılar. Evvela Hindistan'da birkaç yüzyıllık bir Türk imparatorluğunun enkazını tarumar ettikten sonra, hakim millet sıfatıyla en cesur, maddiyatı en kuvvetli olan Müslümanları elde etmek istediler.
Müslümanlara ve dolayısıyla Hindistan'a sahip olabilmek için, Müslümanların ellerinde silah bulundurmamak, ahaliyi iktisaden dilenci bir vaziyete sokmak ve bu ahaliyi en derin bir cehalet içerisinde bulundurmak lazımdı.
Esasen Müslümanlar nerede Fransız, Moskof, Hollandalı hangi devlet ve milletin esareti altına girdilerse, bu cahil oldukları zamanlarda ve cahil oldukları için vaki olmuştur.
Ve hangi Müslüman millet yabancı ve Hıristiyan tahakkümüne isyan ettiyse, İslam'ın azamet ve vakarını anlayabilecek ilmi elde ettikten sonra isyan etmiştir."
İşte Atatürk'ün, Türkçeleştirme çalışmalarının gayesi İslam'ın azamet ve vakarını anlayabilecek bir seviyeye Müslüman Türkleri getirme çabasıdır.
Bizlerin bakış açısından O, aldığı nefesten verdiği nefese Allah'a hesap verme şuuru ile yaşamıştır.
İslam dininin muhafazası için verdiği mücadele de bu hesap şuuru içindedir elbette… Notlarında, işgalin bir inanç savaşı olduğunun altını çizer:
"… İstanbul'u Müslümanların müşterek ve hür bir beldesi, hilafetin ve İslam bağımsızlığının bir bayrağı diye elde etmek istediler.
Türkleri, İslam'ın bağımsızlığı için son döğüşen yeni düşünceli ve İngilizlerin melanetini öğrenmiş bir millet diye imha etmek istiyorlar.
Fakat bunun Müslüman dünyasına fena tesiri olacağını bildiklerinden, bunu güya İslamiyet'i müdafaa eder gibi görünerek yapmak istiyorlar.
Bunun için bir defa halifeyi ellerine almak, onu milletinden almak vasıtalarını bulmak lazımdı.
İstanbul'u Anadolu'dan ayırdıktan sonra Anadolu'yu da birbirine katmak için kendi fikirlerini kabul etmiş bir kabine getirdiler.
Hilafeti esaretten kurtarmak ve bağımsız bir millet olarak yaşamak isteyen millet fertlerini yine kendi cahil vatandaşlarına kırdırmak için Anzavur gibi mahlukatlar satın aldılar. Şimdi artık Türkiye Müslümanlarına karşı siyasetleri de bütün açıklığıyla meydana çıktı.
Mümkün olduğu yerde Müslümanların silahlarını alıp Hıristiyanlara kırdırmak; Adana ve İzmir'de olduğu gibi…
Mümkün olmadığı yerde Çerkez, Kürt, Türk diye Müslüman kardeşleri birbiri üzerine saldırtıp bu sûretle de yine Müslümanları mümkün olduğu kadar kırdırmak ve zayıf bir dakikalarında Yunan ordusu üzerine götürüp son vazifelerini yapmak, Türkiye Müslümanlarını yok etmek…
(…) 'Mektep, ilim, medeniyet esasen sizin dininize yakışmaz. Hadi bakalım artık haçın iradesine geçtiniz.'
(…) Arş, milletin ve İslam'ın namus ve haysiyeti ile hayat hakkı için haykıran Türk Müslümanlarını böylece yok edebilirse, İslam için bağımsızlık bitmiştir ve İslam İngiltere'nin boyunduruğu altına girmiştir." (Aynı gazete yazısından).
Atatürk'ün verdiği büyük kurtuluş mücadelesine bakışı işte budur.
Müslümanı ve devleti savunmak ile İslam'ın müdafaasını yapmak…
Yalnız bu ulvi hayat telakkisinde, Atatürk'ün ibadet anlayışını Bektaşî bir mantıkla ele almak gerekmektedir. Kendi beyanı ile O, cihad Müslümanıdır. İbadet konusunda eksiklikleri vardır ancak hayatının hiçbir döneminde bir haramı helal ya da bir helali haram yapmaya kalkışmamıştır.
Bektaşî değerleriyle hareketin ne mânâya geldiğini anlamak için önce 1826 senesine gidelim.
Osmanlı döneminde Vaka-i Hayriye (hayırlı vaka) olarak tarihe geçen kara lekeyi değerlendirelim.
1826 senesinde binlere yeniçeri katledilmiş, binlercesi sürgüne gönderilmiş ve tüm Bektaşî tekkeleri için yıkılma kararı alınmıştır.
"Çeşitli kaynaklarda, İstanbul'da 3 bin yeniçeri çatışmalarda, 8 bin yeniçeri ise idam edilerek katledildiler. Onbinlerce yeniçeri ise sürgün edilerek cezalandırıldı.
II. Mahmud özellikle dinî unsurları kullanmış; sancak-i şerif Sultan Ahmed Camii minberine konulmuş olup, tüm İstanbul'da münadiler tarafından sancağın altında yeniçerilere karşı toplanılması noktasında çağrılar yapılmıştır.
Ayrıca yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla ilgili şeyhülislam ve diğer tarikatları da işin içine dahil eden II. Mahmud, ocağın kapatılmasını her yönüyle dinî argümanlar üzerine oturtmuştur.
Yeniçeri ocağı imha edilirken yaşanan vahşete tanıklık eden dönemin İngiliz Büyükelçisi Lord Stanford Canning yeniçeri katliamını şöyle anlatıyor:
"Kurbanların yalvarıp yakarması hep boşunaydı. Kimi Sultan'ın top ateşi altında biçilmiş, kimi kılıçtan geçirilmiş bu insanlar çoluk çocuk sahibi kimselerdi.
Nasılsa o arbededen kurtulanların çilesi daha hafif olmadı.
Acele bir mahkeme kuruldu, yakalanan her yeniçeri kadı'nın önünden geçip kendini celladın önünde buldu. Halk bu içler acısı olayları görmemek için sokağa çıkmaz olmuştu. Marmara denizi ölülerle beneklendi."
Dergâhlar kapatıldığında, babalar ve müridleri tutuklanarak darphane mahzenine hapsedilirler. Kıncı Baba, İstanbul ağası Ahmed Baba ve Salih Baba idam edilir. Diğerleri sürgün edilir.
"II. Mahmud, Rumeli'deki Bektaşî tekkelerinin yıkımının ve Bektaşîlerin durumlarının kontrolünü sağlamak için Hacı Ali Bey ve ulemadan Pirlepeli Ali Ağa'yı, Anadolu tekkelerini yıktırmak için de Cebecibaşı Ali Ağa ve müderrislerden Çerkeşi Mehmed Efendi'yi 1 Ağustos 1826'da tayin etti."
İşte bu baskı ortamında Aleviler ve Bektaşiler, imanlarını korumakla beraber dinlerini öğrenememiş, kaynakları yakıldığı için bilgisiz kalmış, babalar idam ve sürgün edildiği için gizli bir şekilde dilden dile dolaşanlarla inançlarını muhafaza etmişlerdir. Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eserinden)
"Hint doğunun en zengin, efsanevî ve mamur bir parçasıdır. Bu kıtaya sahip ve hakim olan her devlet yenilmez bir kudret ve servet kaynağına sahip oluyordu.
Bunu İngilizler çok iyi anladılar. Evvela Hindistan'da birkaç yüzyıllık bir Türk imparatorluğunun enkazını tarumar ettikten sonra, hakim millet sıfatıyla en cesur, maddiyatı en kuvvetli olan Müslümanları elde etmek istediler.
Müslümanlara ve dolayısıyla Hindistan'a sahip olabilmek için, Müslümanların ellerinde silah bulundurmamak, ahaliyi iktisaden dilenci bir vaziyete sokmak ve bu ahaliyi en derin bir cehalet içerisinde bulundurmak lazımdı.
Esasen Müslümanlar nerede Fransız, Moskof, Hollandalı hangi devlet ve milletin esareti altına girdilerse, bu cahil oldukları zamanlarda ve cahil oldukları için vaki olmuştur.
Ve hangi Müslüman millet yabancı ve Hıristiyan tahakkümüne isyan ettiyse, İslam'ın azamet ve vakarını anlayabilecek ilmi elde ettikten sonra isyan etmiştir."
İşte Atatürk'ün, Türkçeleştirme çalışmalarının gayesi İslam'ın azamet ve vakarını anlayabilecek bir seviyeye Müslüman Türkleri getirme çabasıdır.
Bizlerin bakış açısından O, aldığı nefesten verdiği nefese Allah'a hesap verme şuuru ile yaşamıştır.
İslam dininin muhafazası için verdiği mücadele de bu hesap şuuru içindedir elbette… Notlarında, işgalin bir inanç savaşı olduğunun altını çizer:
"… İstanbul'u Müslümanların müşterek ve hür bir beldesi, hilafetin ve İslam bağımsızlığının bir bayrağı diye elde etmek istediler.
Türkleri, İslam'ın bağımsızlığı için son döğüşen yeni düşünceli ve İngilizlerin melanetini öğrenmiş bir millet diye imha etmek istiyorlar.
Fakat bunun Müslüman dünyasına fena tesiri olacağını bildiklerinden, bunu güya İslamiyet'i müdafaa eder gibi görünerek yapmak istiyorlar.
Bunun için bir defa halifeyi ellerine almak, onu milletinden almak vasıtalarını bulmak lazımdı.
İstanbul'u Anadolu'dan ayırdıktan sonra Anadolu'yu da birbirine katmak için kendi fikirlerini kabul etmiş bir kabine getirdiler.
Hilafeti esaretten kurtarmak ve bağımsız bir millet olarak yaşamak isteyen millet fertlerini yine kendi cahil vatandaşlarına kırdırmak için Anzavur gibi mahlukatlar satın aldılar. Şimdi artık Türkiye Müslümanlarına karşı siyasetleri de bütün açıklığıyla meydana çıktı.
Mümkün olduğu yerde Müslümanların silahlarını alıp Hıristiyanlara kırdırmak; Adana ve İzmir'de olduğu gibi…
Mümkün olmadığı yerde Çerkez, Kürt, Türk diye Müslüman kardeşleri birbiri üzerine saldırtıp bu sûretle de yine Müslümanları mümkün olduğu kadar kırdırmak ve zayıf bir dakikalarında Yunan ordusu üzerine götürüp son vazifelerini yapmak, Türkiye Müslümanlarını yok etmek…
(…) 'Mektep, ilim, medeniyet esasen sizin dininize yakışmaz. Hadi bakalım artık haçın iradesine geçtiniz.'
(…) Arş, milletin ve İslam'ın namus ve haysiyeti ile hayat hakkı için haykıran Türk Müslümanlarını böylece yok edebilirse, İslam için bağımsızlık bitmiştir ve İslam İngiltere'nin boyunduruğu altına girmiştir." (Aynı gazete yazısından).
Atatürk'ün verdiği büyük kurtuluş mücadelesine bakışı işte budur.
Müslümanı ve devleti savunmak ile İslam'ın müdafaasını yapmak…
Yalnız bu ulvi hayat telakkisinde, Atatürk'ün ibadet anlayışını Bektaşî bir mantıkla ele almak gerekmektedir. Kendi beyanı ile O, cihad Müslümanıdır. İbadet konusunda eksiklikleri vardır ancak hayatının hiçbir döneminde bir haramı helal ya da bir helali haram yapmaya kalkışmamıştır.
Bektaşî değerleriyle hareketin ne mânâya geldiğini anlamak için önce 1826 senesine gidelim.
Osmanlı döneminde Vaka-i Hayriye (hayırlı vaka) olarak tarihe geçen kara lekeyi değerlendirelim.
1826 senesinde binlere yeniçeri katledilmiş, binlercesi sürgüne gönderilmiş ve tüm Bektaşî tekkeleri için yıkılma kararı alınmıştır.
"Çeşitli kaynaklarda, İstanbul'da 3 bin yeniçeri çatışmalarda, 8 bin yeniçeri ise idam edilerek katledildiler. Onbinlerce yeniçeri ise sürgün edilerek cezalandırıldı.
II. Mahmud özellikle dinî unsurları kullanmış; sancak-i şerif Sultan Ahmed Camii minberine konulmuş olup, tüm İstanbul'da münadiler tarafından sancağın altında yeniçerilere karşı toplanılması noktasında çağrılar yapılmıştır.
Ayrıca yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla ilgili şeyhülislam ve diğer tarikatları da işin içine dahil eden II. Mahmud, ocağın kapatılmasını her yönüyle dinî argümanlar üzerine oturtmuştur.
Yeniçeri ocağı imha edilirken yaşanan vahşete tanıklık eden dönemin İngiliz Büyükelçisi Lord Stanford Canning yeniçeri katliamını şöyle anlatıyor:
"Kurbanların yalvarıp yakarması hep boşunaydı. Kimi Sultan'ın top ateşi altında biçilmiş, kimi kılıçtan geçirilmiş bu insanlar çoluk çocuk sahibi kimselerdi.
Nasılsa o arbededen kurtulanların çilesi daha hafif olmadı.
Acele bir mahkeme kuruldu, yakalanan her yeniçeri kadı'nın önünden geçip kendini celladın önünde buldu. Halk bu içler acısı olayları görmemek için sokağa çıkmaz olmuştu. Marmara denizi ölülerle beneklendi."
Dergâhlar kapatıldığında, babalar ve müridleri tutuklanarak darphane mahzenine hapsedilirler. Kıncı Baba, İstanbul ağası Ahmed Baba ve Salih Baba idam edilir. Diğerleri sürgün edilir.
"II. Mahmud, Rumeli'deki Bektaşî tekkelerinin yıkımının ve Bektaşîlerin durumlarının kontrolünü sağlamak için Hacı Ali Bey ve ulemadan Pirlepeli Ali Ağa'yı, Anadolu tekkelerini yıktırmak için de Cebecibaşı Ali Ağa ve müderrislerden Çerkeşi Mehmed Efendi'yi 1 Ağustos 1826'da tayin etti."
İşte bu baskı ortamında Aleviler ve Bektaşiler, imanlarını korumakla beraber dinlerini öğrenememiş, kaynakları yakıldığı için bilgisiz kalmış, babalar idam ve sürgün edildiği için gizli bir şekilde dilden dile dolaşanlarla inançlarını muhafaza etmişlerdir. Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.