“Yavaş yavaş… Siz sadece kulağımıza fısıldayın, oyunu sahneye koymak ve oynamak bizden.”
-Dışişleri Bakanı Fuat Paşa Paşa’dan, Batılı dostlarına-
Bir ülkeye ne zaman misyoner gelir?
Ne zaman bir ülkede yabancıya toprak satmak zarureti doğar?
Ya da memleket madenlerini, arazisini, ormanını, limanını neden başkaları işletir?
Meselelere çözüm ararken doğru soruları sormak, doğru cevaplar aramak kadar önemlidir. Anlamsız sorulara gereksiz cevapları bulmaya çalışmak, aslında cevap aramamaktır. Yukarıdaki soruların yanıtını genel anlamda dünya tarihi, özel anlamda Osmanlı tarihi açısından araştırmak, bize günümüzü anlamlandırmada gereken projeksiyonu sağlamaktadır.
Lafı dolandırmadan konuya girecek olursak; Osmanlı İmparatorluğu’nda misyonerlerin gelişi, yabancıya toprak satış izni, maden işletme izni, limanların, toprağın, ormanın kullanım ve satışı hep aynı dönemde birbirini takip ederek gerçekleşmiştir. Ve bu dönem –ancak- bütün bu icraatları yapacak kadroların yetişmesi ya da yetiştirilmesiyle mümkün olmuştur. Devletlerin hayatı açısından oldukça kısa sayılabilecek bu zaman diliminde Osmanlı Devleti önce borçlandırılmış ardından gereken imtiyazlar gönüllü olarak koparılmıştır. İmtiyazların gönüllü olarak verilmesi, batılılaşma sürecinde Avrupalı gibi olmak amacıyla “batıcı kadrolarca” sağlanmıştır. Yani zorunlu bir batılılaşma sürecinden bahsetmek pek mümkün değildir. Çünkü içeride batıya muhabbet duyan bürokrat bir zümre olmadan Balta Limanı Antlaşması, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, dış borçlanmalar ve imtiyazların hayata geçirilmesi mümkün değildir. Yani buradaki “gönüllülük” esası asla göz ardı edilemez.
Osmanlı tarihiyle ilgilenen pek çok aydın 1820’li yıllara kadar aslında bir gerileme ya da çöküşten bahsedemez. 18. yüzyıldan beri devlet yönetiminde birtakım sıkıntıların baş gösterdiği doğrudur. Fakat siyasi anlamda batılılaşma akımının kurumsallaşarak devlet politikası halini alması 19. yüzyıldan itibaren başlar. Konu edilen zaman diliminde Avrupa her şeyiyle idealize edilerek devletin devamı için benzemesi gereken yegâne örnek olmuştur. Osmanlı; dışa (kapitalizmin merkezine) bağımlı bir ekonomiye dönüşmüş, 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa kapitalizmin bir yarı sömürgesi haline gelmiştir. Hükümetin adeta Avrupalıların iktisadi çıkarını kollar vaziyette bulunması konusunda Tezel’in (1994) verdiği örnek ilginçtir: “18. yüzyılda İstanbul esnafı Fransız kumaş ihracatçıları karşısında pazarlık güçlerini arttırmak için bir ortaklık kurunca, Fransızlar şikâyet etmiştir. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti ortaklığı dağıtmış ve esnafı cezalandırmıştır.” (Tezel, Yahya Sezai, 1994, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (1925-1950), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları).
1830’larda kendi valisi karşısında acze düşen Osmanlı Hükümeti, Mısır sorununu çözebilmek için Rusya ve İngiltere’den yardım almak zorunda kalmıştır. İngilizlerin yardım karşılığında elde ettikleri en büyük ödün, 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Sözleşmesi’nin imzalanmasıdır. İngilizler sözleşme öncesi 24 yıllık dönemde Osmanlı’ya olan ihracatlarını zaten 12 misli arttırmışlardı. Sözleşme, yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Birkaç yıl içinde diğer Avrupa ülkeleriyle de benzer sözleşmelerin yapılmasıyla, Osmanlı, Avrupa’daki sanayi birikiminin açık bir pazarı haline geldi. Bu anlaşmalarla Osmanlı kendi gümrükleri üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçiyordu. (19 yy. Osmanlı Maliyesi, TC Balıkesir Üniversitesi, p://ebnet.sitemynet.com/b1.htm).
Osmanlı İmparatorluğu’nu sanayi kapitalizmine ve ardından finans kapitalin egemenliği altına sokacak olan Balta Limanı Anlaşması (1838), Avrupa kapitalizminin pazarı haline gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya-sistemine eklemlenme süreci’nin en önemli halkasını oluşturmaktadır. Benzer anlaşmanın daha önce Çin’de üç yıl süren afyon savaşlarıyla zorla gerçekleştirilmiş olmasına karşın Osmanlı İmparatorluğu bu anlaşmayı sessiz bir biçimde imzalamıştır. (Kazgan, Gülten, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay. 3. baskı, s. 19). Balta Limanı Antlaşması’nın getirdiği ithalat fazlası bütçe açıklarını büyütmüş iç borçlanma imkânlarını sonuna kadar Galata bankerleriyle kullanan devlet sonunda dış borçlanma yoluna girmiştir. İslam ulemasının “Hıristiyan devletlerden borç almak zafiyet doğurur ve izzete dokunur” anlayışıyla bir süre ertelenmesine rağmen “Ben gâvura borçlanmam” diyen Sultan Abdülmecit zamanında Devlet-i Aliye, 1854 yılında ünlü Rotschilt ailesi aracılığıyla İngiltere’den borçlanmıştır.
Osmanlı’nın bütçe açığının ve Kırım Savaşı’nın finansmanı için 1854 ve 1855’de alınan borçlardan hemen sonra 1856’da Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Bu ferman Osmanlı İmparatorluğu üzerinde kurulacak olan finans egemenliğinin temelini teşkil etmektedir. Islahat Fermanı’nda yapılan girişimlerle ve sonrasında Paris Antlaşması’yla (1862) Osmanlı Devleti’ne karşı alınan (Hicaz hariç), yabancılara her istedikleri yerde taşınmaz mal edinme hakkı, hükümetin yayınladığı nizamnameyle de kabul görmüştür. Bu hakkın verilmesinin kısa bir süre sonrasında da yabancılar gayr-ı menkul elde etmeye başlamışlardır. (Çiloğlu Mehmet, Osmanlı Devleti’nde Madencilik ve Balya Madenleri, T.C. Balıkesir Üniversitesi F.E.F. Karesi tarih kulübü bülteni, 2007/1). Önceki yıllarda sadece ortaklıkla varlık gösteren yabancı sermaye artık şahsen veya şirket olarak madenlerde faaliyet gösterebilmiştir. Bu şekliyle, Ferman, Osmanlı’nın mali anlamda bir yarı sömürge oluşunun ilanıdır. (Biber, A. E. (2009). Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sistemine eklemlenme süreci ve azgelişmişliğinin evrimi. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi [Bağlantıda]. 6:1. Erişim: http://www.insanbilimleri.com).
Verilen teminatlarla ilgili olarak 12 Şubat 1856’da Times gazetesinin nüshası şunları yazmaktadır. “Yabancıların toprak almasında her türlü engelin ortadan kalkması, sağlıklı bir mali sistemin kurulması ve yol ve ya köprülere yatırılan sermayenin güven altına alınabilmesi için verilen teminatlar, ardından büyük sonuçlar getirecek olan diplomatik başarılardır. Önümüzde işlenmemiş ve zengin topraklar bulunmaktadır. Batı sanayii bu topraklara nüfuz etmeli ve ona sahip olmalıdır.” (Yarasimos, 1977b: 703, Biber, A. E. (2009). Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sistemine eklemlenme süreci ve azgelişmişliğinin evrimi. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi [Bağlantıda]. 6:1. Erişim: http://www.insanbilimleri.com).
-Dışişleri Bakanı Fuat Paşa Paşa’dan, Batılı dostlarına-
Bir ülkeye ne zaman misyoner gelir?
Ne zaman bir ülkede yabancıya toprak satmak zarureti doğar?
Ya da memleket madenlerini, arazisini, ormanını, limanını neden başkaları işletir?
Meselelere çözüm ararken doğru soruları sormak, doğru cevaplar aramak kadar önemlidir. Anlamsız sorulara gereksiz cevapları bulmaya çalışmak, aslında cevap aramamaktır. Yukarıdaki soruların yanıtını genel anlamda dünya tarihi, özel anlamda Osmanlı tarihi açısından araştırmak, bize günümüzü anlamlandırmada gereken projeksiyonu sağlamaktadır.
Lafı dolandırmadan konuya girecek olursak; Osmanlı İmparatorluğu’nda misyonerlerin gelişi, yabancıya toprak satış izni, maden işletme izni, limanların, toprağın, ormanın kullanım ve satışı hep aynı dönemde birbirini takip ederek gerçekleşmiştir. Ve bu dönem –ancak- bütün bu icraatları yapacak kadroların yetişmesi ya da yetiştirilmesiyle mümkün olmuştur. Devletlerin hayatı açısından oldukça kısa sayılabilecek bu zaman diliminde Osmanlı Devleti önce borçlandırılmış ardından gereken imtiyazlar gönüllü olarak koparılmıştır. İmtiyazların gönüllü olarak verilmesi, batılılaşma sürecinde Avrupalı gibi olmak amacıyla “batıcı kadrolarca” sağlanmıştır. Yani zorunlu bir batılılaşma sürecinden bahsetmek pek mümkün değildir. Çünkü içeride batıya muhabbet duyan bürokrat bir zümre olmadan Balta Limanı Antlaşması, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, dış borçlanmalar ve imtiyazların hayata geçirilmesi mümkün değildir. Yani buradaki “gönüllülük” esası asla göz ardı edilemez.
Osmanlı tarihiyle ilgilenen pek çok aydın 1820’li yıllara kadar aslında bir gerileme ya da çöküşten bahsedemez. 18. yüzyıldan beri devlet yönetiminde birtakım sıkıntıların baş gösterdiği doğrudur. Fakat siyasi anlamda batılılaşma akımının kurumsallaşarak devlet politikası halini alması 19. yüzyıldan itibaren başlar. Konu edilen zaman diliminde Avrupa her şeyiyle idealize edilerek devletin devamı için benzemesi gereken yegâne örnek olmuştur. Osmanlı; dışa (kapitalizmin merkezine) bağımlı bir ekonomiye dönüşmüş, 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa kapitalizmin bir yarı sömürgesi haline gelmiştir. Hükümetin adeta Avrupalıların iktisadi çıkarını kollar vaziyette bulunması konusunda Tezel’in (1994) verdiği örnek ilginçtir: “18. yüzyılda İstanbul esnafı Fransız kumaş ihracatçıları karşısında pazarlık güçlerini arttırmak için bir ortaklık kurunca, Fransızlar şikâyet etmiştir. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti ortaklığı dağıtmış ve esnafı cezalandırmıştır.” (Tezel, Yahya Sezai, 1994, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (1925-1950), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları).
1830’larda kendi valisi karşısında acze düşen Osmanlı Hükümeti, Mısır sorununu çözebilmek için Rusya ve İngiltere’den yardım almak zorunda kalmıştır. İngilizlerin yardım karşılığında elde ettikleri en büyük ödün, 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Sözleşmesi’nin imzalanmasıdır. İngilizler sözleşme öncesi 24 yıllık dönemde Osmanlı’ya olan ihracatlarını zaten 12 misli arttırmışlardı. Sözleşme, yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Birkaç yıl içinde diğer Avrupa ülkeleriyle de benzer sözleşmelerin yapılmasıyla, Osmanlı, Avrupa’daki sanayi birikiminin açık bir pazarı haline geldi. Bu anlaşmalarla Osmanlı kendi gümrükleri üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçiyordu. (19 yy. Osmanlı Maliyesi, TC Balıkesir Üniversitesi, p://ebnet.sitemynet.com/b1.htm).
Osmanlı İmparatorluğu’nu sanayi kapitalizmine ve ardından finans kapitalin egemenliği altına sokacak olan Balta Limanı Anlaşması (1838), Avrupa kapitalizminin pazarı haline gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya-sistemine eklemlenme süreci’nin en önemli halkasını oluşturmaktadır. Benzer anlaşmanın daha önce Çin’de üç yıl süren afyon savaşlarıyla zorla gerçekleştirilmiş olmasına karşın Osmanlı İmparatorluğu bu anlaşmayı sessiz bir biçimde imzalamıştır. (Kazgan, Gülten, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay. 3. baskı, s. 19). Balta Limanı Antlaşması’nın getirdiği ithalat fazlası bütçe açıklarını büyütmüş iç borçlanma imkânlarını sonuna kadar Galata bankerleriyle kullanan devlet sonunda dış borçlanma yoluna girmiştir. İslam ulemasının “Hıristiyan devletlerden borç almak zafiyet doğurur ve izzete dokunur” anlayışıyla bir süre ertelenmesine rağmen “Ben gâvura borçlanmam” diyen Sultan Abdülmecit zamanında Devlet-i Aliye, 1854 yılında ünlü Rotschilt ailesi aracılığıyla İngiltere’den borçlanmıştır.
Osmanlı’nın bütçe açığının ve Kırım Savaşı’nın finansmanı için 1854 ve 1855’de alınan borçlardan hemen sonra 1856’da Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Bu ferman Osmanlı İmparatorluğu üzerinde kurulacak olan finans egemenliğinin temelini teşkil etmektedir. Islahat Fermanı’nda yapılan girişimlerle ve sonrasında Paris Antlaşması’yla (1862) Osmanlı Devleti’ne karşı alınan (Hicaz hariç), yabancılara her istedikleri yerde taşınmaz mal edinme hakkı, hükümetin yayınladığı nizamnameyle de kabul görmüştür. Bu hakkın verilmesinin kısa bir süre sonrasında da yabancılar gayr-ı menkul elde etmeye başlamışlardır. (Çiloğlu Mehmet, Osmanlı Devleti’nde Madencilik ve Balya Madenleri, T.C. Balıkesir Üniversitesi F.E.F. Karesi tarih kulübü bülteni, 2007/1). Önceki yıllarda sadece ortaklıkla varlık gösteren yabancı sermaye artık şahsen veya şirket olarak madenlerde faaliyet gösterebilmiştir. Bu şekliyle, Ferman, Osmanlı’nın mali anlamda bir yarı sömürge oluşunun ilanıdır. (Biber, A. E. (2009). Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sistemine eklemlenme süreci ve azgelişmişliğinin evrimi. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi [Bağlantıda]. 6:1. Erişim: http://www.insanbilimleri.com).
Verilen teminatlarla ilgili olarak 12 Şubat 1856’da Times gazetesinin nüshası şunları yazmaktadır. “Yabancıların toprak almasında her türlü engelin ortadan kalkması, sağlıklı bir mali sistemin kurulması ve yol ve ya köprülere yatırılan sermayenin güven altına alınabilmesi için verilen teminatlar, ardından büyük sonuçlar getirecek olan diplomatik başarılardır. Önümüzde işlenmemiş ve zengin topraklar bulunmaktadır. Batı sanayii bu topraklara nüfuz etmeli ve ona sahip olmalıdır.” (Yarasimos, 1977b: 703, Biber, A. E. (2009). Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sistemine eklemlenme süreci ve azgelişmişliğinin evrimi. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi [Bağlantıda]. 6:1. Erişim: http://www.insanbilimleri.com).
Mehmet Maruf / diğer yazıları
- Akrep kıskacı / 05.12.2019
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013