İran'ın nükleer enerji çalışmalarını denetlemek yönündeki baskı ve bundan doğan ABD-İran çatışması etrafındaki kriz, çözülmek bir yana giderek derinleşiyor. Asker gönderme tartışmasının ardından hızla unutulan Lübnan'daki siyasi kriz de derinleşiyor. Geçen cuma, Hizbullah'ın lideri Nasrallah, ölüm tehdidine rağmen ortaya çıktı ve İsrail'e karşı direnişi kutlamak üzere düzenlenen ve yüzbinlerin katıldığı mitinge katıldı. Mitingde yaptığı konuşmada, Batı destekli Sinyora hükümetini eleştirdi. Bizimkilerin, 'Lübnan hükümeti bizim askeri istiyor' dediği hükümet giderek daha fazla bir cephenin temsilcisi durumuna düşüyor. 'Tüm tarafların rızası' gibi lafların edildiği ülkede, tüm tarafların üzerinde anlaştığı fazla konu olmadığı giderek daha belirginleşiyor. Nitekim, Nasrallah'ın konuşmasından çok önce eylül başında, hükümet çevresi olan 14 Mart cephesi, dolaylı yoldan (ama fazla kapalı olmayan şekilde) Hizbullah'ı eleştirdikleri bir bildiri yayımlamışlardı. Ardından, Hizbullah çevreleri çeşitli yollardan cevap vermeye başladılar. Aslında, Lübnan'da, son yıllarda iki cephe halinde beliren siyasi gerilim, İsrail ile savaştan önce şekillenmiş ve Hariri suikastından sonra netleşmişti. Gerilimin tek nedeni değil, ancak sonuçta odaklandığı konu Hizbullah'ın silahsızlandırılması. Cuma günkü mitingde Nasrallah, hiçbir gücün Hizbullah'ı silahsızlandıramayacağını bir kez daha tekrarladı. Tüm bunlar, Lübnan'da, ateşkesle işin bitmediğinin ve kısa zamanda maraza çıkacağının göstergeleri. Zaten aksini beklemek mümkün değildi. Yok, bunları sadece, Türkiye'nin asker gönderme kararına ilişkin olarak söylemiyorum. Ortadoğu'nun giderek daha karmaşık bir kaos ortamına doğru yol aldığını hatırlatmak istiyorum. Türkiye, bir şekilde bu kaos tablosunun içinde ve giderek daha fazla içine çekilecek. Lübnan'a asker gönderme tartışması, diyelim İran'a ambargo kararına Türkiye'nin katılması talebinin yanında çok hafif kalacak. Bir yandan, giderek daha fazla önem kazanan ve sonuçları itibarıyla, hepimizi fazlasıyla ilgilendiren dış politika konularının, Türkiye'de demokratik kamuoyu çerçevesinde, enine boyuna tartışılması gerekiyor. Diğer taraftan, Ortadoğu konusunda mevcut reflekslerimiz ve bilgisizliğimizle bu tartışma ortamının oluşması hemen hemen imkânsız. Örneğin, İran söz konusu olduğunda, bir kesim için konu rahatlıkla çağdaşlık/irtica odaklı sığ bir tavır alma meselesi haline gelebiliyor. Veya, muhafazakâr kesim için, konu, mezhep veya ezeli Fars/Türk rekabeti etrafında başka mecraya çekilebiliyor. Bakın, Lübnan tartışmasında, dünyaya ABD dış politikası merceğinden bakanların, konuyu İran'ın bölgede nüfuz kazanması çerçevesinde açıklamaları, doğrudan Türkiye'ye karşı cephede yer gösterme çabasıyla alakalıydı. İran'da, Lübnan'da, daha önce Irak'ta, Afganistan'da kimin kim olduğu, neyi temsil ettiği, diğer taraftan, bu ülkeler üzerindeki pazarlıkların neler olduğunu anlayıp kurcalamadan, dünyada ve bölgede neler olduğunu anlamak giderek zorlaşacak. Türkiye'nin her geçen gün daha fazla bulaşmak durumunda kalacağı olaylarda, sağlıklı tavır alması ise, öncelikle etrafında neler olduğunu kavramaktan geçiyor. Demokratikleşmenin, sadece AB üyelik sürecinden ibaret olunduğunun sanıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Oysa, giderek daha fazla iç politikanın parçası haline gelen dış politika konularının, anlaşılıp kavranmadığı, kamuoyu önünde enine boyuna tartışılmadığı bir ülkede içe kapalı bir demokratikleşmeden söz etmek giderek daha fazla abes hale geliyor.Nuray Mert/ Radikal
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.