Hafta sonu bacanaklar bizdeydi. Pazar sabahı kahvaltı sofrasında kızım da vardı. Kendisi doktor adayı bir tıp öğrencisi olunca konu bir şekilde şiddet gören doktorların mağduriyetine geldi. Kahvaltı sofrasında her kafadan bir ses çıkıyordu. Herkes konuyu bir ucundan tutuyordu.
Bacanağım özellikle devlet hastanelerinde kendi küçük derebeylikleri içinde doktorların vatandaşa zulüm ettiğine dair değişik örnekler veriyor. Şakayla karışık doktorların bu şiddeti hak ettiğini savunuyor. Ona göre vatandaş da doktorlar tarafından aşağılanarak şiddet görüyor. Ama vatandaş sesini çıkaramıyor. Ama gün geliyor o doktor delinin birine denk geliyor ve hak ettiğini buluyor!
Kızım ise, bir gruba ait olmanın biraz da azınlık psikolojisiyle tıp doktorlarına uygulanan şiddeti kınıyor ve kabul edilemez olduğunu söylüyor. Bugüne kadar doktorların uğradığı saldırılardan çeşit çeşit örnekler veriyor. Şiddetin asla çözüm olmadığını, her mağdur olanın hakkını şiddete başvurarak çözerse ülkenin savaş alanına döneceğini iddia ediyor.
Kimisi çözümün insanların eğitilmesinde buluyor. Kimisi doktorların çalışma şartlarının zorluğundan dem vuruyor. Kimisi ise hak ettikleri değeri görmediğini ve hak ettikleri maaşı alamadıklarını söylüyor. Kimisi bu yüzden yurt dışına kaçtıklarını ülkede doktor kıtlığı yüzünden ithal doktor getirme trajedisinden bahsediyor. Tarım bitiriliyor, buğday ve saman ithal ediliyor. Hayvancılık bitiriliyor angus ithal ediliyor. Tıp bitirilince de dayağa dayanıklı veya uzak dövüş bilen doktorlar ithal edilecek deniyor.
Açık oturum programı kıvamında devam eden bu konuşmaları ben can kulağı ile dinleyip kendimce bir takım sonuçlara ve çıkarımlara varmaya başlıyorum. Öncelikli sosyolojik ve psikolojik tespitim şu oldu. İnsanlar sosyal statü olarak üst seviyelere çıktığında kibir gibi bir nefsi hastalığın pençesine düşüyor. Bu her meslek grubunda üst makamlarda ve yönetici pozisyonuna gelen insanların yakalanabileceği temel bir hastalık. Doktorluk da meslek olarak bu sosyal statülerden biri sayılır. Bu nedenle doktorların da bir kısmının benzer bir duruma düşmesi olası. Doktorların diğer meslek gruplarına göre şanssızlığı muhataplarının canı burnunda olması münasebetiyle tahammül sınırlarının kolay aşılabilmesi. Örneğin vergi dairesinde bir müdürün vergi mükellefini aşağılaması sonucunda oluşan travma ile hastanede hasta yakının yaşadığı travma aynı değil.
Merhum Prof. Dr. Haydar Baş hocanın "önce insan" teziyle ortaya koyduğu tutarlı ve gerçekçi çözümlere bu konuda da ne kadar ihtiyaç olduğunu çok daha iyi anlıyoruz. İnsanı merkeze koyan çözümler insan problemlerine tek yönden yaklaşmıyor. Problemlerin kaynağında oturan insanı eğitmeyi birinci sıraya koyarken bununla yetinmeyip insanı yaradılışından gelen özellikleri ve ihtiyaçları da dikkate alarak sistemi ona göre dizayn ediyor.
Örneğin Milli Ekonomi Modelinde ekonomiyi tarif ederken "ihtiyaçlar sınırlı ihtiraslar sınırsızdır" derken aynı zamanda insanın ihtiraslarının terbiye edilmesi gerektiğine işaret ediyor. Ama bununla yetinmeyip paranın insanı çalışmaya sevk edecek bir tahrik unsuru olduğunu söylüyor. Niye çünkü "insanın bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister" gerçeğini biliyor. Bu şekilde vatandaşlık maaşı aldığında çalışmayacağını iddia edenlerin komik iddialarını çürütüyor.
Bu meseleye de bu açıdan bakıldığında sağlık çalışanlarının insanları hor görmeyecek tarzda hikmet yüklü hekimler olmasını sağlayacak ve aynı zamanda mağdur olan insanların da haklarını hemen şiddete başvurmak yerine hukuk sınırları içinde kalmaları gerektiğini öğretecek bir eğitim sistemini düzenlemeyi birinci adım olarak görmeliyiz. Ama bununla yetinmemeli. Aksi takdirde ekonomik sorunlara şimdi yapıldığı gibi bir lokma bir hırka edebiyatıyla çözüm bulmak gibi bir şey olur. Bunun yanında sağlık çalışanlarının bir kamu hizmeti verdiği gerçeğinden hareketle sağlık çalışanına yapılan bir şiddetin kamu hizmetini aksatıp daha büyük mağduriyete kapı açması sebebiyle daha ağır cezalandırılması gerektiğini düşünüyorum. Ama bütün bunların ötesinde sağlık çalışanlarının insanlık dışı diyeceğimiz şartlardaki çalışma koşullarının düzeltilmesi gerekiyor. Örneğin 36 saat nöbetin hiçbir izah edilir mantıklı yanı yok. Günde 100 hastaya bakmak zorunda olmak ekonomik acizliğin tam bir itirafıdır. Bu koşullarda çalışan sağlık personelinin sağlıklı düşünmesi ve davranması da beklenemez.
Bu yükün hafiflemesinin tek yolu ise sağlık çalışanlarının sayısını artırmaktır. Aynı 40-50 kişilik sınıflarda eğitim vermeye çalışan öğretmenlerin sayısının artırılması gerektiği gibi. Bütün bunların yapılabilmesinin yolu da güçlü bir ekonomiden geçiyor. Bütün yollar ise yine insanı merkeze koyan Milli Ekonomi Modeline çıkıyor.
- Gadir-i Hum Bayramı neden önemli? / 02.08.2025
- Kaçınılmaz arz fazlası / 14.04.2025
- Vasiyet ve sözleşme / 13.04.2025
- Chat Gpt ile MEM üzerine / 04.04.2025
- Gençlerin yurt dışı hayalleri / 03.02.2025
- Uzayda yaşam / 28.01.2025
- Terörist muhalifler! / 12.12.2024
- Mustafa / 09.11.2024
- Üçüncü boyut / 29.10.2024