Özgül AYDIN
Rabıta, "Yere göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım" hükmü gereği, Cenab-ı Hakk'ın tecelli ettiği ve bu sebeple feyz ve muhabbetle dolmuş insan-ı kamilin gönlüne teveccüh etmek; bu sayede "Ey inananlar! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın" (Maide: 35) emrini yerine getirmek suretiyle ibadette bulunmak demektir.
Esasen kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar Allah'ın yaratığıdır, nimetidir. Ve nasıl ki maddi nimetleri elde etmek için, onları, bedeli karşılığında sahiplerinden istemek gerekiyorsa, bu manevî nimetleri de Allah'ın kendisine bahşettiği insan-ı kamillerden talep etmek adetullah gereğidir; Allah böyle olmasını murad etmektedir.
Rabıtanın mantığını ve hikmetini ilk insanın yaratılışında bulmak mümkündür. Nitekim Allah meleklerine "Ben ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın" (Hicr: 29, Secde: 9, Sad: 72) buyurmuştur. Aslında Allah'ın kendisine secde edilmesini emrettiği, Adem'in çamur kalıbı değil, o kalıba üflenen ve Allah'tan bir parça olan ruhtur. Diğer melekler bu nükteyi kavrarlarken İblis çamur kalıbına takılmış ve "Beni ateşten yarattın ...." (Âraf: 12) diyerek kibretmiş, inkârcıların ilki olmuştur. Bunun gibi rabıta da insan-ı kamilin etine kemiğine değil, ona üflenen ruhadır. Namaz kılarken nasıl Kâbe'nin taşına toprağına değil, oraya tecelli eden Allah'a secde ediliyorsa, rabıtada teveccüh Allah'ın nazar ettiği kalbedir. Taşa toprağa tecelli eden Allah, elbette ki kâmil kullarının kalbine de tecelli etmektedir. O kalpteki feyz ve muhabbete talip olmak bir insanın yapabileceği en akıllıca iş olsa gerektir.
* * *
Buraya kadar anlattıklarımız, rabıtanın hak olduğuna dair naklî delillerdi. Şimdi biraz aklımızı ve vicdanımızı kullanarak, bir hakkı teslim etmenin itminanını duymaya çalışalım:
İnsan bilmektedir ki, her an yaratıcısının murakabesi altındadır; yani Rabb'i onun gizli-aşikâr her yaptığından haberdardır. Ne var ki bir şeyi bilmek, onu idrak etmek anlamına gelmez. Mesela insan öleceğini bilmekle birlikte, ölümün hakikatini idrak etmekten acizdir. Bunun gibi, Allah'ın her an kendisini izlemekte olduğunu bilmesine rağmen, bunun mahiyetini idrak edemediğinden, bu bilginin icab ettirdiği bir kulluğu sergilemekte kusur gösterir. Bu zafiyet dolayısıyladır ki, insanları çoğu zaman kötü bir iş yapmaktan alıkoyan, Allah'ın yapacağını göreceği bilgisi değil, insanlar tarafından ayıplanmaktan çekinmesidir. Dikkat çekilirse halk arasında sık sık kullanılan "Allah'tan korkmuyorsan kuldan utan" sözüyle de bu gerçeğe işaret edilmektedir. Hâl böyleyken halis bir niyet ile Allah'a kulluk etmek isteyen ve fakat idrak zafiyetinden ötürü bu azmine vefa gösteremeyen her insan için, rabıta bir çıkar yoldur. Çünkü "Allah beni görüyor" fikrinin gereğini yerine getiremeyen talebe, "insan-ı kamil beni görüyor" düşüncesiyle murakabe edildiği hakikatini kendi idrak seviyesine indirerek, nefsini kötülüklerden alıkoymaya çalışacaktır.
Bugün insanlar üç kuruşluk dünyevî menfaatler uğruna şeytanın bile akıl edemeyeceği türlü türlü taktiklere başvuruyorlarken ebedî saadetini temin için uğraşan bir tasavvuf ehlinin "nefsine hakim olmak" niyetiyle böyle bir yolu takip etmesi çok da şaşılacak bir davranış olmasa gerektir. Zira nefisle yapılan mücadele "cihad-ı ekber" yani en büyük savaştır. Ve sevgili Peygamberlerimizin ifadesiyle "Savaş hiledir". Demek ki insanın iki koltuğu arasındaki en büyük düşmanını mağlup etmek üzere başvurduğu her taktik caizdir. Hele hele bu taktik bir insan-ı kamilin rızasını amaçlıyorsa caiz olmanın da ötesinde bir ibadettir. Çünkü dostunun razı olduğundan Allah da razı olacaktır.
Bugün bazı insanların dini vecibeleri yerine getirmenin zorluğundan bahsettiklerini ve ayetle sabit hükümlerde bile adına kolaylık dedikleri tavizler talep ettiklerini görüyoruz. Halbuki Allah (cc) Tâhâ suresinin 2. ayetinde "Biz bu Kur'an'ı Sana güçlük çekesin diye göndermedik" ve Bakara suresinin 185. ayetinde "Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez" buyurarak, dinin zor olmadığını haber veriyor. Halis bir niyet ile kolaylaşan dine tâbi olmak niyetinde olanlara dini değil ama kendi ittibalarını kolaylaştırmak üzere rabıtayı tavsiye ediyoruz.
***
Rabıtada bir başka önemli hususiyet de işin aşk ve muhabbet boyutudur. Nitekim insan kimi severse onu düşünür; onun hayaliyle yaşar; onun ahlakıyla ahlâklanır; onu kırmaktan üzmekten çekinir; rızasını kazanmaya çalışır. Esasen rabıta sevginin tabiatında var olan ve kendiliğinden zuhur eden bir haldir. Bunda tuhaf birşey yoktur.
Ve asıl şaşılacak olanlar "kişi sevdiği ile beraberdir" hükmüne gönülden teslimiyet göstererek, Allah'ın sevdiği, seçtiği veli kullarına sevgi ve hürmet gösteren samimi müminler değil; adına yazık ki "aşk" dedikleri ihtiras ve şehevî arzularıyla şeytana esir düşüp, şahsen benim asla sanat olarak kabul etmediğim gürültü yığını şarkılarında "aşklarına taptıklarını" haykıran, (hayranı olduğu demiyorum) tahrikine kapıldığı her şarkıcıyı ilah ilan eden bir nesli içinde çırpındıkları bu bataklıkta boğulmaya terkederek, "şirktir" mantığıyla karşı çıkan akıl ve his yoksunlarıdır.
Rabıta, "Yere göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım" hükmü gereği, Cenab-ı Hakk'ın tecelli ettiği ve bu sebeple feyz ve muhabbetle dolmuş insan-ı kamilin gönlüne teveccüh etmek; bu sayede "Ey inananlar! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın" (Maide: 35) emrini yerine getirmek suretiyle ibadette bulunmak demektir.
Esasen kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar Allah'ın yaratığıdır, nimetidir. Ve nasıl ki maddi nimetleri elde etmek için, onları, bedeli karşılığında sahiplerinden istemek gerekiyorsa, bu manevî nimetleri de Allah'ın kendisine bahşettiği insan-ı kamillerden talep etmek adetullah gereğidir; Allah böyle olmasını murad etmektedir.
Rabıtanın mantığını ve hikmetini ilk insanın yaratılışında bulmak mümkündür. Nitekim Allah meleklerine "Ben ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın" (Hicr: 29, Secde: 9, Sad: 72) buyurmuştur. Aslında Allah'ın kendisine secde edilmesini emrettiği, Adem'in çamur kalıbı değil, o kalıba üflenen ve Allah'tan bir parça olan ruhtur. Diğer melekler bu nükteyi kavrarlarken İblis çamur kalıbına takılmış ve "Beni ateşten yarattın ...." (Âraf: 12) diyerek kibretmiş, inkârcıların ilki olmuştur. Bunun gibi rabıta da insan-ı kamilin etine kemiğine değil, ona üflenen ruhadır. Namaz kılarken nasıl Kâbe'nin taşına toprağına değil, oraya tecelli eden Allah'a secde ediliyorsa, rabıtada teveccüh Allah'ın nazar ettiği kalbedir. Taşa toprağa tecelli eden Allah, elbette ki kâmil kullarının kalbine de tecelli etmektedir. O kalpteki feyz ve muhabbete talip olmak bir insanın yapabileceği en akıllıca iş olsa gerektir.
* * *
Buraya kadar anlattıklarımız, rabıtanın hak olduğuna dair naklî delillerdi. Şimdi biraz aklımızı ve vicdanımızı kullanarak, bir hakkı teslim etmenin itminanını duymaya çalışalım:
İnsan bilmektedir ki, her an yaratıcısının murakabesi altındadır; yani Rabb'i onun gizli-aşikâr her yaptığından haberdardır. Ne var ki bir şeyi bilmek, onu idrak etmek anlamına gelmez. Mesela insan öleceğini bilmekle birlikte, ölümün hakikatini idrak etmekten acizdir. Bunun gibi, Allah'ın her an kendisini izlemekte olduğunu bilmesine rağmen, bunun mahiyetini idrak edemediğinden, bu bilginin icab ettirdiği bir kulluğu sergilemekte kusur gösterir. Bu zafiyet dolayısıyladır ki, insanları çoğu zaman kötü bir iş yapmaktan alıkoyan, Allah'ın yapacağını göreceği bilgisi değil, insanlar tarafından ayıplanmaktan çekinmesidir. Dikkat çekilirse halk arasında sık sık kullanılan "Allah'tan korkmuyorsan kuldan utan" sözüyle de bu gerçeğe işaret edilmektedir. Hâl böyleyken halis bir niyet ile Allah'a kulluk etmek isteyen ve fakat idrak zafiyetinden ötürü bu azmine vefa gösteremeyen her insan için, rabıta bir çıkar yoldur. Çünkü "Allah beni görüyor" fikrinin gereğini yerine getiremeyen talebe, "insan-ı kamil beni görüyor" düşüncesiyle murakabe edildiği hakikatini kendi idrak seviyesine indirerek, nefsini kötülüklerden alıkoymaya çalışacaktır.
Bugün insanlar üç kuruşluk dünyevî menfaatler uğruna şeytanın bile akıl edemeyeceği türlü türlü taktiklere başvuruyorlarken ebedî saadetini temin için uğraşan bir tasavvuf ehlinin "nefsine hakim olmak" niyetiyle böyle bir yolu takip etmesi çok da şaşılacak bir davranış olmasa gerektir. Zira nefisle yapılan mücadele "cihad-ı ekber" yani en büyük savaştır. Ve sevgili Peygamberlerimizin ifadesiyle "Savaş hiledir". Demek ki insanın iki koltuğu arasındaki en büyük düşmanını mağlup etmek üzere başvurduğu her taktik caizdir. Hele hele bu taktik bir insan-ı kamilin rızasını amaçlıyorsa caiz olmanın da ötesinde bir ibadettir. Çünkü dostunun razı olduğundan Allah da razı olacaktır.
Bugün bazı insanların dini vecibeleri yerine getirmenin zorluğundan bahsettiklerini ve ayetle sabit hükümlerde bile adına kolaylık dedikleri tavizler talep ettiklerini görüyoruz. Halbuki Allah (cc) Tâhâ suresinin 2. ayetinde "Biz bu Kur'an'ı Sana güçlük çekesin diye göndermedik" ve Bakara suresinin 185. ayetinde "Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez" buyurarak, dinin zor olmadığını haber veriyor. Halis bir niyet ile kolaylaşan dine tâbi olmak niyetinde olanlara dini değil ama kendi ittibalarını kolaylaştırmak üzere rabıtayı tavsiye ediyoruz.
***
Rabıtada bir başka önemli hususiyet de işin aşk ve muhabbet boyutudur. Nitekim insan kimi severse onu düşünür; onun hayaliyle yaşar; onun ahlakıyla ahlâklanır; onu kırmaktan üzmekten çekinir; rızasını kazanmaya çalışır. Esasen rabıta sevginin tabiatında var olan ve kendiliğinden zuhur eden bir haldir. Bunda tuhaf birşey yoktur.
Ve asıl şaşılacak olanlar "kişi sevdiği ile beraberdir" hükmüne gönülden teslimiyet göstererek, Allah'ın sevdiği, seçtiği veli kullarına sevgi ve hürmet gösteren samimi müminler değil; adına yazık ki "aşk" dedikleri ihtiras ve şehevî arzularıyla şeytana esir düşüp, şahsen benim asla sanat olarak kabul etmediğim gürültü yığını şarkılarında "aşklarına taptıklarını" haykıran, (hayranı olduğu demiyorum) tahrikine kapıldığı her şarkıcıyı ilah ilan eden bir nesli içinde çırpındıkları bu bataklıkta boğulmaya terkederek, "şirktir" mantığıyla karşı çıkan akıl ve his yoksunlarıdır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.