Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra Müslümanlar parçalandı. Yıkılışı gerçekleştirenler, sömürülerini kolaylaştırmak için bizzat kendi elleriyle Müslümanlara küçük küçük devletçikler kurdular. Bu devletçiklerin kuruluşlarını hiçbir esasa dayandırmadılar. Şöyle ki, dini, dili, ırkı, tarihi ve coğrafyası aynı olan bir milleti, yani Arapları, cetvelle sınırlar çizerek, ayrı devletçiklere böldüler. Yetmedi, birbirlerine düşman etmek için de aralarına fitne unsurları soktular. Bu devletçikler, Osmanlı’nın boşluğunu dolduramadılar, suni ve uydu olmaktan öteye gidemediler. Zaten Osmanlı’yı yıkanların hedefi de bu idi. Tabii olarak, söz konusu devletçikler, istikrarı sağlayamadılar, halklarını mutlu edemediler, huzurlu yaşatamadılar.
Ortadoğu, peygamberler diyarıdır, eski medeniyetlerin ve dünyayı şekillendiren en büyük devletlerin kurulduğu bir coğrafyadır. Tarih göstermiştir ki, bu coğrafyada kaba kuvvetle, zulümle yaşanmaz.
Ortadoğu’nun bir başka özelliği de, yabancı güçleri bünyesinde barındırmamasıdır. Bu bölgede Hititlerin, Mısırlıların ve Romalıların sağlayamadığı istikrarı, huzuru, güveni, beş asır yalnızca Osmanlılar sağlamıştır. Batılılar, Osmanlı Devleti’ni yıkarak, Müslümanlara ve bütün insanlığa en büyük kötülüğü yapmışlardır.
Ebu’l-Hasen en-Nedvi, “Müslümanların Çöküşüyle Dünya Neler Kaybetti?” adlı kitabında şöyle der; “Müslümanların dünya liderliğini kaybetmeleri tarihte benzeri olmayan bir hadisedir. Felâket açısında tarihin daha büyüğüne şahit olmadığı korkunç bir beşeri faciadır. Eğer dünya bu facianın hakikatini ve bunun doğurduğu zararı anlayıp takdir edebilse, üzerinden taassup perdesini sıyırıp atabilse, bu uğursuz günü taziye ve matem günü ilân eder, ağlardı. Bütün milletler birbirlerine taziyede bulunur, dünya mateme bürünürdü.” (s.50). Bırakınız başkalarını, ne yazık ki, Müslümanlar bile, bu faciayı tam olarak idrak edememişlerdir. Edebilseydiler, küçücük devletçiklere bölünüp emperyalistlere yem olmazlardı.
Şu gerçek artık görülmeli ve idrak edilmelidir: Müslümanlar tek bir millettir. Eğer, bu şuura varamazsak, ne özgür olabiliriz, ne de sorunlarımızı çözebiliriz. Ancak yabancı güçlerin elinde oyuncak oluruz. Müslümanların geçmişte kaderleri birdi, gelecekte de bir olacaktır. Yaşadığımız acı gerçekler hep bunu haykırıyor. Dahası, birliği-beraberliği inancımız emrediyor. Öyleyse, nedir bu ayrılık? Çağımızda, küçük devletlerin bağımsız olma ve yaşama şansının kalmadığını, görmüyor muyuz? Önümüzde iki yol var: Ya birlik olacağız, ya da esaret altında sürüneceğiz.
İslâm coğrafyası, eski Haçlı seferlerinden ve Moğol istilâsından daha beter bir saldırıyla karşı karşıyadır. Bugünkü talihsizliğimiz, içimizden bazıları, bu saldırıya karşı halkımızı direnmemeye çağırıyor. Diyorlar ki: “Saldırganlar, sizin zannettiğiniz gibi kötü niyetli değiller. Onlar diktatörlükleri yıkacak, demokrasi getirecekler ve halk da huzur bulacak”. Sanki Osmanlı’yı yıkıp, Müslümanlara minyatür devletçikleri kuran ve başlarına diktatörleri getiren Batılılar değil de başkalarıdır.
Peki, şimdi ne oldu?
Olan şudur: Kurdukları küçük devletçikler biraz olsun büyüdü, onları yeniden parçalamak ve rejimlerini değiştirmek gerekiyor. Getirmek istedikleri rejim, bir çeşit belediyeler konfederasyonu olan federalizmdir. Bunun için literatürü bile yenilediler. Devletleri, devlet, yarı devlet veya merkez devlet, uydu devlet diye tasnif ediyorlar. Müslümanlara lâyık gördükleri de, uydu devletçiklerdir.
“Diktatörler gidecek, demokrasi gelecek” sözüne aldanmayalım. Demokrasi gelse ne olur? Batılı egemen, Müslüman ezilen ve sömürülen olduktan sonra, rejimin ve yöneticinin değişmesi neyi ifade eder? Sokaklara dökülüp, rejimi değiştirmek için birbirlerinin kanını döken Müslümanlar, ne zaman asıl değişmesi gerekenin zihniyet olduğunu ve başkaları hesabına çarpıştıklarını anlayacaklar?
Bilerek veya bilmeyerek aranılan şey birliktir, adalettir, güvendir, refah ve huzurdur. Onun da reçetesi, ‘Milli Devlet ve Sosyal Devlet’ tezidir.
Ortadoğu, peygamberler diyarıdır, eski medeniyetlerin ve dünyayı şekillendiren en büyük devletlerin kurulduğu bir coğrafyadır. Tarih göstermiştir ki, bu coğrafyada kaba kuvvetle, zulümle yaşanmaz.
Ortadoğu’nun bir başka özelliği de, yabancı güçleri bünyesinde barındırmamasıdır. Bu bölgede Hititlerin, Mısırlıların ve Romalıların sağlayamadığı istikrarı, huzuru, güveni, beş asır yalnızca Osmanlılar sağlamıştır. Batılılar, Osmanlı Devleti’ni yıkarak, Müslümanlara ve bütün insanlığa en büyük kötülüğü yapmışlardır.
Ebu’l-Hasen en-Nedvi, “Müslümanların Çöküşüyle Dünya Neler Kaybetti?” adlı kitabında şöyle der; “Müslümanların dünya liderliğini kaybetmeleri tarihte benzeri olmayan bir hadisedir. Felâket açısında tarihin daha büyüğüne şahit olmadığı korkunç bir beşeri faciadır. Eğer dünya bu facianın hakikatini ve bunun doğurduğu zararı anlayıp takdir edebilse, üzerinden taassup perdesini sıyırıp atabilse, bu uğursuz günü taziye ve matem günü ilân eder, ağlardı. Bütün milletler birbirlerine taziyede bulunur, dünya mateme bürünürdü.” (s.50). Bırakınız başkalarını, ne yazık ki, Müslümanlar bile, bu faciayı tam olarak idrak edememişlerdir. Edebilseydiler, küçücük devletçiklere bölünüp emperyalistlere yem olmazlardı.
Şu gerçek artık görülmeli ve idrak edilmelidir: Müslümanlar tek bir millettir. Eğer, bu şuura varamazsak, ne özgür olabiliriz, ne de sorunlarımızı çözebiliriz. Ancak yabancı güçlerin elinde oyuncak oluruz. Müslümanların geçmişte kaderleri birdi, gelecekte de bir olacaktır. Yaşadığımız acı gerçekler hep bunu haykırıyor. Dahası, birliği-beraberliği inancımız emrediyor. Öyleyse, nedir bu ayrılık? Çağımızda, küçük devletlerin bağımsız olma ve yaşama şansının kalmadığını, görmüyor muyuz? Önümüzde iki yol var: Ya birlik olacağız, ya da esaret altında sürüneceğiz.
İslâm coğrafyası, eski Haçlı seferlerinden ve Moğol istilâsından daha beter bir saldırıyla karşı karşıyadır. Bugünkü talihsizliğimiz, içimizden bazıları, bu saldırıya karşı halkımızı direnmemeye çağırıyor. Diyorlar ki: “Saldırganlar, sizin zannettiğiniz gibi kötü niyetli değiller. Onlar diktatörlükleri yıkacak, demokrasi getirecekler ve halk da huzur bulacak”. Sanki Osmanlı’yı yıkıp, Müslümanlara minyatür devletçikleri kuran ve başlarına diktatörleri getiren Batılılar değil de başkalarıdır.
Peki, şimdi ne oldu?
Olan şudur: Kurdukları küçük devletçikler biraz olsun büyüdü, onları yeniden parçalamak ve rejimlerini değiştirmek gerekiyor. Getirmek istedikleri rejim, bir çeşit belediyeler konfederasyonu olan federalizmdir. Bunun için literatürü bile yenilediler. Devletleri, devlet, yarı devlet veya merkez devlet, uydu devlet diye tasnif ediyorlar. Müslümanlara lâyık gördükleri de, uydu devletçiklerdir.
“Diktatörler gidecek, demokrasi gelecek” sözüne aldanmayalım. Demokrasi gelse ne olur? Batılı egemen, Müslüman ezilen ve sömürülen olduktan sonra, rejimin ve yöneticinin değişmesi neyi ifade eder? Sokaklara dökülüp, rejimi değiştirmek için birbirlerinin kanını döken Müslümanlar, ne zaman asıl değişmesi gerekenin zihniyet olduğunu ve başkaları hesabına çarpıştıklarını anlayacaklar?
Bilerek veya bilmeyerek aranılan şey birliktir, adalettir, güvendir, refah ve huzurdur. Onun da reçetesi, ‘Milli Devlet ve Sosyal Devlet’ tezidir.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018