Şehrin sabahı daha nefes almadan, karanlıkla aydınlığın birbirinin omzuna yaslandığı o gri eşikte yükselirdi o ses, "Yazıyoooorrr! Yazıyooooorrr!"
Bu, bir çocuğun bağırışı değildi.
Bu, ülkenin sabaha açılan ilk kapısıydı.
Bir milletin uyandırma servisiydi.
Mahallenin kalbi, sokağın dili, kentin nabzıydı.
Ve her sabah, o sesle başlardı gün.
Müvezzi... Semtin gözü açık, çalışkan, bitirim çocuğu.
Arapça kökenli müvezzi kelimesi "dağıtıcı" demektir.
Ama o çocuklar sadece gazete dağıtmazdı. Şehrin vicdanını, kültürünü, sanatını, hikâyesini taşırdı.
Her semtin müvezzi çocuğu olurdu.
Çalışkan…
Uykuyu bilmeyen…
Sabahın ayazıyla büyüyen…
Sokakla akraba, mahalleyle dost…
Biraz bitirim, biraz haylaz, çokça akıllı…
Ayakkabısının tabanı incelirdi ama gururu kalın dururdu.
Eli gazete tomarına sıkı sıkı sarılır, adımları karanlığın içinde bir nabız gibi hızla çarpar, sonra tam köşeyi dönerken, "Gazeeteeee yazıyoooorrr! Memleketten haberleeer!" diye bir çığlık kopardı.
O ses, ekmek kuyruğuna giren işçiye umut, fırın açan ustaya bereket, camdan sarkan teyzelere günün ilk merhabasıydı.
Kültürün, sanatın ve insan hikâyelerinin taşıyıcısıydı.
Bugün telefonda gördüğümüz kültür–sanat haberleri, eskiden müvezzinin nefesinde dolaşırdı.
Bir şairin yeni kitabı, bir tiyatro oyununun galası, bir genç ressamın hayali, bir folklor gösterisinin coşkusu, bir sinema emekçisinin yıllara karşı direnişi…
Hepsi önce onların sesinde hayat bulurdu.
Müvezzi aynı zamanda şehrin arşiviydi.
Yeri gelir bir işçinin eylemini duyurur, yeri gelir bir çocuğun dramını haber eder, yeri gelir bir mahallenin sevincini bağırırdı.
Gazeteye bakmadan, onların sesini duyan herkes "Bugün şehirde bir şey var…" derdi.
Bu yüzden onlar sadece satıcı değildi. Şehir kültürünün yürüyen omurgasıydı.
Ama Sonra… Teknoloji sokakların üzerine bir gölge gibi çöktü.
O ölüm sessizdi.
Ne silah patladı, ne kavga çıktı, ne ağıt tutuldu.
Sadece ekran açıldı. Telefon titredi. Uygulamalar konuşmaya başladı.
Ve müvezzinin sesi boğuldu.
Kimsesiz bir kayboluştu bu.
Şehrin sokaklarında boşluk oluştu ama kimse "Bir şey eksildi" demedi.
Çünkü insanlar başlarını ekrana eğmiş, şehrin sesini unutmaya başlamıştı bile.
Teknoloji bir mesleği öldürmedi aslında, bir çocuğun çığlığını öldürdü.
Bir kültürü, bir hafızayı, bir sabah ritüelini sessizce süpürdü götürdü.
Ekranlar haber verdi, ama ruh veremedi.
Bildirimler aktardı, ama ses taşıyamadı.
Müvezzinin yokluğu, şehre çöküp kalmış bir kimsesizlik gibi kaldı.
Şehrin sessizliğinde halâ bir yankı geziyor.
Bugün sabahları şehir kendi kendine uyandığını sanıyor.
Oysa uyanmıyor, sadece ışığı açılıyor.
Gerçek uyanışın sesi kayıp.
Ama bazı sesler, bazı çığlıklar, bazı çocukluk izleri zamanın altında ezilmez.
Asfaltın çatlağından bile sızar.
Eski bir bakkal kepenginin gıcırtısında, fırın bacasından çıkan ilk buğuda, rüzgârın köşebaşına çarptığı o anlık uğultuda bir fısıltı dolaşır:
"Yazıyoooorrr…"
Bil ki o an, şehir geçmişinden bir hatırayı sana geri üflüyordur.
Bir çocuk sesidir bu.
Bir devrin nefesidir.
Bir mesleğin namusudur.
Bir toplumun sabahıdır.
Ve teknoloji ne kadar büyürse büyüsün, hiçbir ekran, hiçbir bildirim, hiçbir soğuk ses o çocuğun nefesle karışan çığlığının yerini tutamaz.
Çünkü bazı sesler ölmez…
Sadece şehir duymayı bırakır.
- 'Senin olan seni bulur. Hakk’ın terazisi, yolun sınavı, nasibin sırrı' / 10.12.2025
- Ankara'da BTP rüzgarı: 'İstikbal Biziz, Biz Geleceğiz' / 09.12.2025
- Gebze, tarihi var kıymeti yok: Sahipsiz kalmış bir kentin çığlığı / 06.12.2025
- Özlem ve çaresizlik / 05.12.2025
- Gençliğe Hitabe / 04.12.2025
- Gebze'liye vaatler / 03.12.2025
- Türkiye’de besicilik ve tarım / 02.12.2025
- Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli / 01.12.2025
- Minber / 30.11.2025


















































































