Prof. Dr. Haydar Baş'ın kaleminden
Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
Bu görevle yola çıkan Humpher Basra'ya geliyor. Ve burada M. Abdülvehhab ile yakınlık kuruyor. Bu dönemi 'Hatırat-ı Humpher' isimli kitabında şöyle nakletmektedir:
"Basra'ya geldikten sonra şehrin camilerinden birine gittim. Caminin imamı meşhur Sünni alimlerden Şeyh Ömer Tai idi. Onu tanıdım. Saygı ile yaklaşarak selam verdim. Ancak şeyh ilk anda benden şüphelenmiş. Bana sorular yöneltiyor, ailemi, memleketimi, geçmişimi sorup duruyordu. Rengimin ve lehçemin onu şüphelendirdiğini sanıyorum. Ama bir şekilde kendimi bu sıkışıklıktan kurtarabilmiştim. Şeyh'in sorularının cevabında: 'Türkiye'nin Iğdır halkındanım, İstanbul'da Şeyh Ahmed'in öğrencisiydim. Marangoz Halid'in yanında çalıştım' dedim. Türkiye'de öğrendiklerimi teker teker ona söyledim. Bu arada Şeyhin, yakınlarından birine işaret ettiğini anladım. Türkçe'yi nasıl bildiğimi öğrenmek istiyordu. O şahıs göz işareti ile olumlu cevap vermişti. Buna çok sevindim. Çünkü Şeyhin gönlünü biraz olsun elde etmiştim. Ancak sevincim aldatıcı bir seraptan başka bir şey değilmiş meğer. Bir süre sonra Şeyhin bana hâlâ kötümser olduğunu anladım. Şeyh, Osmanlı Devleti'nce Basra'ya atanan valiye karşı olduğu için beni Osmanlı casusu sanıyormuş.
MÜSLÜMAN GİBİ GÖZÜKÜYOR
Başka çarem yoktu. Şeyh Ömer'in camiinden yolcular ve yabancıların kaldığı kervansaraya taşındım. Orada bir oda kiraladım. Kervansaray sahibi her sabah misafirleri rahatsız eden anormal bir kimseydi. Sabah ezanından sonra henüz hava karanlıkken kapımı kırarcasına çalıyor, beni namaza uyandırıyordu. Dolayısıyla güneş doğuncaya kadar Kur'an okumak zorunda kalıyordum. Ona henüz sabah namazının vakti çıkmadığı halde neden bu kadar ısrar ediyorsun, dediğimde sabah uyumak fakirlik ve bedbahtlık getirir dedi. Uyanmaktan başka çarem yoktu.
Karşılaştığım zorluklar bununla son bulmuyordu. Bir gün kervansarayın sahibi Mürşit Efendi bana gelerek, 'sen buraya geldiğin günden beri işlerim ters gitmektedir. Bu da senin ne kadar kötü bir insan olduğunu göstermektedir. Çünkü sen evlenmemiş, bekarsın. Ya hemen evlenmelisin, ya da odayı boşaltmalısın'. Dedim ki, 'efendi hangi parayla evleneyim ben?' Mürşit Efendi cevaben dedi ki, 'Ey imanı zayıf kafir, sen Kur'an'da okumadın mı ki Allah şöyle buyuruyor: Fakir olanları Allah zenginleştirecek'. Bu sözden anlamaz ile ne yapacağımı şaşırmıştım.
Nihayet Mürşit Efendinin baskısı sonucu kervansarayı terk edip bir marangozun yanına işe girdim. Yiyecek ve yatacak yerin marangoz tarafından karşılanacağı şartıyla tabii. Buna karşılık ben de az ücret alacaktım. Receb ayı gelmeden yeni yerime taşındım. Marangoz ustanın ismi Abdurrıza idi. Bana bir evladı gibi davranırdı.
Abdurrıza İran asıllı bir Şii ve Horasanlı idi. Ben fırsattan yararlanarak onun yanında Farsça öğrenmeye başladım. Basra'da bulunan İranlılar -ki hepsi Şii idiler- onun yanında toplanarak çeşitli konularda sohbetler yapıyorlardı. Siyasetten, ekonomiden, bazen de Osmanlı Devleti aleyhine yapılan konuşmalardan ibaretti bu sözler. Özellikle İstanbul'da oturan Müslümanlar ve Osmanlı sultanı hakkında konuşurlardı. Bir yabancı müşteri içeriye girerse hemen konuyu değiştirip önemsiz, kişisel konulara geçiyorlardı.
Bana nasıl güvenip de yanımda her şeyi rahatça söylüyorlardı, anlayamadım. Daha sonra anladım ki, Azerbaycan Türklerinden sanmışlardı beni. Rengim ve tipim daha çok Azerbaycanlılara benziyormuş.
ABDÜLVEHHAB HAZIRLANIYOR
Bu marangozhanede çalıştığım sırada, oraya sık sık gelip giden Arapça , Farsça ve Türkçe bilen bir gençle tanıştım. Din eğitimi gören bir talebe elbisesi içinde bulunan bu gencin ismi Muhammed bin Abdülvehhab idi. Makama düşkün, yükseklerden uçan, son derece asabi bir gençti. Osmanlı hükümetinden çok nefret ediyor ve hep aleyhinde konuşuyordu. İran hükümeti ile uğraşmıyordu. Marangoz Abdurrıza ile dostluğu, her ikisinin de Osmanlı'ya karşı olmalarından kaynaklanıyordu. Sünni olan bu genç ile Şii olan Abdurrıza nasıl dost olmuşlardı bir türlü anlayamadım. Gerçi bu tip dostluklar Basra'da çok sık gözükürdü. Çünkü şehir halkının bir kısmı Şii, bir kısmı Sünni idi.
Muhammed bin Abdülvehhab tam anlamıyla özgür düşünüyor, Sünnilik ve Şiiliğe karşı hiçbir taassub duymuyordu. Oysa Sünnilerin çoğu, Şiilere karşıydılar ve bazı Sünni müftüleri Şiileri tekfir ediyorlardı. Şeyh Muhammed'in dört mezhebe de herhangi bir bağımlılığı yoktu. 'Kur'an'da var olan bize yeter' diyordu.
ABDÜLVEHHAB'IN SİVRİ GÖRÜŞLERİ
Yükseklerden uçan Muhammed Abdülvehhab'ın Kur'an ve hadis üzerinde şahsî mütalaaları vardı. Görüşlerini ispat etmek için bazı alimlerin görüşlerine değiniyordu. Sadece Ehl-i Sünnet âlimlerinin değinmekle kalmayıp Ebubekir ve Ömer'in görüşlerini de kanıtlar ileri sürerek İslam fıkhındaki üstünlüğünü kanıtlamaya çalışıyordu. Bazen görüşleri ünlü âlimlere ters düşmekteydi. Şeyh sürekli diyordu ki: 'İslam Peygamberi bize değişmez temel kaynaklar olarak sadece Kitap ve Sünneti bırakmıştır. Ama hiçbir zaman sahabe ve imamların sözleri değişmez bir vahiydir dememiştir. O halde biz sadece Kur'an ve Sünnete uymakla mükellefiz. Her ne kadar âlimler ve mezhep liderleri farklı görüşleri paylaşsalar bile...'
Bir gün marangoz Abdurrıza'nın evinde İran'dan gelen bir Şii âlimi ile arasında bir tartışma oldu. Şeyh Cevad Kummi adındaki İranlı şahısla M. Abdülvehhab arasında temelde anlaşmazlık vardı. Ve aralarındaki tartışma kısa sürede sinirli ve üzücü konuşmalara dönüşmüştü.
Ben bu konuşmadan çok zevk alıyordum. Görüyordum ki, Muhammed Abdülvehhab Şeyh Cevad Kummi'nin karşısında avcının pençesine düşmüş bir serçe gibi kıvranıyor, cevap veremiyordu.
EBU HANİFE'YE HAKARET EDİYOR
Bu mağrur genç ile, İstanbul'da tanıştığım yaşlı Türk arasında büyük farklar vardı. Hanefî mezhebinden olan o yaşlı adam, Ebu Hanife'nin ismini anmadan önce abdest alırdı. Ehl-i Sünnetin en muteber hadis kitaplarından olan 'Sahih-i Buhari'ye çok değer verir, abdest aldıktan sonra kitabı alır mütalaa ederdi. Muhammed Abdülvehhab tam tersine Ebu Hanife'yi tahkir eder, ona itibar edemezdi. Ebu Hanife'den çok bildiğini ve 'Sahih-i Buhari' kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe yaramadığını iddia ederdi. Her hâlükârda ben Muhammed ile samimiyeti artırarak dostluk kurmaya başladım. Sürekli olarak onu, Allah seni büyük bir dâhi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer'den daha fazla akıl vermiş diye tahrik ediyordum. Eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak onların yerine geçerdin, diyordum. Onu her zaman seven, saygı duyan birisi olarak gözüküyor ve şöyle konuşuyordum: 'İslam'da çok yakında meydana gelecek gelişmelerin senin önderliğinde gelişmesini ümit ederim. Zira İslam'ı bu düşüşten sadece sen kurtarabilirsin. İslam'ı düşüşten kurtarman için herkes sana ümit bağlamış'.
Muhammed ile Kur'an tefsiri konusunda sahabe ve geçmiş imamların görüşlerini bir kenara iterek, yeni düşünceler çerçevesinde konuşmayı kararlaştırdık. Onunla Kur'an okuyor ve ayetler üzerinde tartışıyorduk. Benim planım herhangi bir şekilde onu İngiltere Sömürgeler Bakanlığı'nın ağına düşürmekti.
Yüksekten uçan ve egoist bir kişiliği olan Muhammed'i yavaş yavaş etkilemeye başlamıştım. O da benim güvenimi daha fazla kazanmak için kendisini olduğundan daha bağımsız ve kayıtsız göstermeye çalışıyordu.
Bir keresinde ona dedim ki, 'Acaba cihad vacip midir?' Dedi ki, 'Nasıl vacip olmaz? Allah şöyle buyuruyor: Kafirler ile savaşınız. Buna karşılık, Allah kafirler ve münafıklar ile savaşınız buyuruyor. Oysa peygamber münafıklarla savaşmazdı' dedim. 'O halde kafirler ile de söz ve davranışla cihad etmek vaciptir' dedim. O, 'hayır Peygamber kafirlerle savaş meydanlarında cihad etmiştir' dedi. Ben yine 'Peygamber kendini savunmak için kafirlerle savaşıyordu. Zira onu öldürmek istiyorlardı' deyince Muhammed tasdikler mahiyette başını sallayarak susmayı tercih etti. Ben de işimde başarılı olduğumu hissettim.
Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
Bu görevle yola çıkan Humpher Basra'ya geliyor. Ve burada M. Abdülvehhab ile yakınlık kuruyor. Bu dönemi 'Hatırat-ı Humpher' isimli kitabında şöyle nakletmektedir:
"Basra'ya geldikten sonra şehrin camilerinden birine gittim. Caminin imamı meşhur Sünni alimlerden Şeyh Ömer Tai idi. Onu tanıdım. Saygı ile yaklaşarak selam verdim. Ancak şeyh ilk anda benden şüphelenmiş. Bana sorular yöneltiyor, ailemi, memleketimi, geçmişimi sorup duruyordu. Rengimin ve lehçemin onu şüphelendirdiğini sanıyorum. Ama bir şekilde kendimi bu sıkışıklıktan kurtarabilmiştim. Şeyh'in sorularının cevabında: 'Türkiye'nin Iğdır halkındanım, İstanbul'da Şeyh Ahmed'in öğrencisiydim. Marangoz Halid'in yanında çalıştım' dedim. Türkiye'de öğrendiklerimi teker teker ona söyledim. Bu arada Şeyhin, yakınlarından birine işaret ettiğini anladım. Türkçe'yi nasıl bildiğimi öğrenmek istiyordu. O şahıs göz işareti ile olumlu cevap vermişti. Buna çok sevindim. Çünkü Şeyhin gönlünü biraz olsun elde etmiştim. Ancak sevincim aldatıcı bir seraptan başka bir şey değilmiş meğer. Bir süre sonra Şeyhin bana hâlâ kötümser olduğunu anladım. Şeyh, Osmanlı Devleti'nce Basra'ya atanan valiye karşı olduğu için beni Osmanlı casusu sanıyormuş.
MÜSLÜMAN GİBİ GÖZÜKÜYOR
Başka çarem yoktu. Şeyh Ömer'in camiinden yolcular ve yabancıların kaldığı kervansaraya taşındım. Orada bir oda kiraladım. Kervansaray sahibi her sabah misafirleri rahatsız eden anormal bir kimseydi. Sabah ezanından sonra henüz hava karanlıkken kapımı kırarcasına çalıyor, beni namaza uyandırıyordu. Dolayısıyla güneş doğuncaya kadar Kur'an okumak zorunda kalıyordum. Ona henüz sabah namazının vakti çıkmadığı halde neden bu kadar ısrar ediyorsun, dediğimde sabah uyumak fakirlik ve bedbahtlık getirir dedi. Uyanmaktan başka çarem yoktu.
Karşılaştığım zorluklar bununla son bulmuyordu. Bir gün kervansarayın sahibi Mürşit Efendi bana gelerek, 'sen buraya geldiğin günden beri işlerim ters gitmektedir. Bu da senin ne kadar kötü bir insan olduğunu göstermektedir. Çünkü sen evlenmemiş, bekarsın. Ya hemen evlenmelisin, ya da odayı boşaltmalısın'. Dedim ki, 'efendi hangi parayla evleneyim ben?' Mürşit Efendi cevaben dedi ki, 'Ey imanı zayıf kafir, sen Kur'an'da okumadın mı ki Allah şöyle buyuruyor: Fakir olanları Allah zenginleştirecek'. Bu sözden anlamaz ile ne yapacağımı şaşırmıştım.
Nihayet Mürşit Efendinin baskısı sonucu kervansarayı terk edip bir marangozun yanına işe girdim. Yiyecek ve yatacak yerin marangoz tarafından karşılanacağı şartıyla tabii. Buna karşılık ben de az ücret alacaktım. Receb ayı gelmeden yeni yerime taşındım. Marangoz ustanın ismi Abdurrıza idi. Bana bir evladı gibi davranırdı.
Abdurrıza İran asıllı bir Şii ve Horasanlı idi. Ben fırsattan yararlanarak onun yanında Farsça öğrenmeye başladım. Basra'da bulunan İranlılar -ki hepsi Şii idiler- onun yanında toplanarak çeşitli konularda sohbetler yapıyorlardı. Siyasetten, ekonomiden, bazen de Osmanlı Devleti aleyhine yapılan konuşmalardan ibaretti bu sözler. Özellikle İstanbul'da oturan Müslümanlar ve Osmanlı sultanı hakkında konuşurlardı. Bir yabancı müşteri içeriye girerse hemen konuyu değiştirip önemsiz, kişisel konulara geçiyorlardı.
Bana nasıl güvenip de yanımda her şeyi rahatça söylüyorlardı, anlayamadım. Daha sonra anladım ki, Azerbaycan Türklerinden sanmışlardı beni. Rengim ve tipim daha çok Azerbaycanlılara benziyormuş.
ABDÜLVEHHAB HAZIRLANIYOR
Bu marangozhanede çalıştığım sırada, oraya sık sık gelip giden Arapça , Farsça ve Türkçe bilen bir gençle tanıştım. Din eğitimi gören bir talebe elbisesi içinde bulunan bu gencin ismi Muhammed bin Abdülvehhab idi. Makama düşkün, yükseklerden uçan, son derece asabi bir gençti. Osmanlı hükümetinden çok nefret ediyor ve hep aleyhinde konuşuyordu. İran hükümeti ile uğraşmıyordu. Marangoz Abdurrıza ile dostluğu, her ikisinin de Osmanlı'ya karşı olmalarından kaynaklanıyordu. Sünni olan bu genç ile Şii olan Abdurrıza nasıl dost olmuşlardı bir türlü anlayamadım. Gerçi bu tip dostluklar Basra'da çok sık gözükürdü. Çünkü şehir halkının bir kısmı Şii, bir kısmı Sünni idi.
Muhammed bin Abdülvehhab tam anlamıyla özgür düşünüyor, Sünnilik ve Şiiliğe karşı hiçbir taassub duymuyordu. Oysa Sünnilerin çoğu, Şiilere karşıydılar ve bazı Sünni müftüleri Şiileri tekfir ediyorlardı. Şeyh Muhammed'in dört mezhebe de herhangi bir bağımlılığı yoktu. 'Kur'an'da var olan bize yeter' diyordu.
ABDÜLVEHHAB'IN SİVRİ GÖRÜŞLERİ
Yükseklerden uçan Muhammed Abdülvehhab'ın Kur'an ve hadis üzerinde şahsî mütalaaları vardı. Görüşlerini ispat etmek için bazı alimlerin görüşlerine değiniyordu. Sadece Ehl-i Sünnet âlimlerinin değinmekle kalmayıp Ebubekir ve Ömer'in görüşlerini de kanıtlar ileri sürerek İslam fıkhındaki üstünlüğünü kanıtlamaya çalışıyordu. Bazen görüşleri ünlü âlimlere ters düşmekteydi. Şeyh sürekli diyordu ki: 'İslam Peygamberi bize değişmez temel kaynaklar olarak sadece Kitap ve Sünneti bırakmıştır. Ama hiçbir zaman sahabe ve imamların sözleri değişmez bir vahiydir dememiştir. O halde biz sadece Kur'an ve Sünnete uymakla mükellefiz. Her ne kadar âlimler ve mezhep liderleri farklı görüşleri paylaşsalar bile...'
Bir gün marangoz Abdurrıza'nın evinde İran'dan gelen bir Şii âlimi ile arasında bir tartışma oldu. Şeyh Cevad Kummi adındaki İranlı şahısla M. Abdülvehhab arasında temelde anlaşmazlık vardı. Ve aralarındaki tartışma kısa sürede sinirli ve üzücü konuşmalara dönüşmüştü.
Ben bu konuşmadan çok zevk alıyordum. Görüyordum ki, Muhammed Abdülvehhab Şeyh Cevad Kummi'nin karşısında avcının pençesine düşmüş bir serçe gibi kıvranıyor, cevap veremiyordu.
EBU HANİFE'YE HAKARET EDİYOR
Bu mağrur genç ile, İstanbul'da tanıştığım yaşlı Türk arasında büyük farklar vardı. Hanefî mezhebinden olan o yaşlı adam, Ebu Hanife'nin ismini anmadan önce abdest alırdı. Ehl-i Sünnetin en muteber hadis kitaplarından olan 'Sahih-i Buhari'ye çok değer verir, abdest aldıktan sonra kitabı alır mütalaa ederdi. Muhammed Abdülvehhab tam tersine Ebu Hanife'yi tahkir eder, ona itibar edemezdi. Ebu Hanife'den çok bildiğini ve 'Sahih-i Buhari' kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe yaramadığını iddia ederdi. Her hâlükârda ben Muhammed ile samimiyeti artırarak dostluk kurmaya başladım. Sürekli olarak onu, Allah seni büyük bir dâhi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer'den daha fazla akıl vermiş diye tahrik ediyordum. Eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak onların yerine geçerdin, diyordum. Onu her zaman seven, saygı duyan birisi olarak gözüküyor ve şöyle konuşuyordum: 'İslam'da çok yakında meydana gelecek gelişmelerin senin önderliğinde gelişmesini ümit ederim. Zira İslam'ı bu düşüşten sadece sen kurtarabilirsin. İslam'ı düşüşten kurtarman için herkes sana ümit bağlamış'.
Muhammed ile Kur'an tefsiri konusunda sahabe ve geçmiş imamların görüşlerini bir kenara iterek, yeni düşünceler çerçevesinde konuşmayı kararlaştırdık. Onunla Kur'an okuyor ve ayetler üzerinde tartışıyorduk. Benim planım herhangi bir şekilde onu İngiltere Sömürgeler Bakanlığı'nın ağına düşürmekti.
Yüksekten uçan ve egoist bir kişiliği olan Muhammed'i yavaş yavaş etkilemeye başlamıştım. O da benim güvenimi daha fazla kazanmak için kendisini olduğundan daha bağımsız ve kayıtsız göstermeye çalışıyordu.
Bir keresinde ona dedim ki, 'Acaba cihad vacip midir?' Dedi ki, 'Nasıl vacip olmaz? Allah şöyle buyuruyor: Kafirler ile savaşınız. Buna karşılık, Allah kafirler ve münafıklar ile savaşınız buyuruyor. Oysa peygamber münafıklarla savaşmazdı' dedim. 'O halde kafirler ile de söz ve davranışla cihad etmek vaciptir' dedim. O, 'hayır Peygamber kafirlerle savaş meydanlarında cihad etmiştir' dedi. Ben yine 'Peygamber kendini savunmak için kafirlerle savaşıyordu. Zira onu öldürmek istiyorlardı' deyince Muhammed tasdikler mahiyette başını sallayarak susmayı tercih etti. Ben de işimde başarılı olduğumu hissettim.