Tarihin kabul ettiği ilk çağlardan itibaren, insan fiziki yönüyle ele alınmıştır. İnsan dış görünümüyle, maddi yönüyle anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu noktadan hareket edilerek İnsan tanımları yapılmıştır. Bu tanımlara uygun olarak bir takım değerler yüklenmiş veya çıkarılmıştır.
İlk çağ filozoflarına baktığımız zaman bu filozofların doğa ile meşgul olduklarını görüyoruz. Bu nedenle bu filozoflara da Doğa Filozofları deniyor. Doğayı anlamaya çalışan bu filozoflara bazı filozoflar karşı çıkıyor. İnsanı anlamadan, doğanın anlaşılmak istenmesini eleştiriyorlar. Böylece insanı anlamanın daha kıymetli olduğunu düşünen birtakım filozoflar, insana yöneliyorlar. İnsanı anlamaya, tanımaya çalışıyorlar. İnsanı anlama noktasında bazı değerler oluşturulmaya çalışılmış ve bu değerlere göre insan değerlendirilmeye çalışılmıştır. Mesela Sokrates "bilgi erdemdir," diyerek Erdemli olmayı, ahlak sahibi olmayı öne çıkartarak bu değer etrafında insanları toplamaya çalışmıştır. Sokrat'ın kendini bilme erdemi aslında toplumu ortak ilkelerde, ortak değerlerde buluşturma çabasıdır. Bu çabasının bedelini de canıyla ödemiştir maalesef.
Ancak bir de Sofistler var. Sofistlere baktığımızda çok farklı bir savrulma görüyoruz. Mesela bir sofiste sorsak, "iyi nedir? Neye göre, hangi kurala, hangi ölçüye göre davranacaksın, yaşayacaksın?" desek cevap olarak söyleyeceği "tabi ki keyfine göre davranacaksın" diye cevap verir. Çünkü temel anlayışlarında, bilginin, doğrunun kişiden kişiye değiştiği görüşü vardır. Bu anlayış günümüz modern insanını hatırlatmıyor mu, ne dersiniz?
Peki, böyle olunca değere dayalı bir düzenden söz edebilir miyiz?
Tabi ki hayır.
Eğitim, aile, devlet, din, ahlak gibi hiç bir şeyden söz edemeyiz. Bu kurumların olmadığı bir toplumu varın siz hayal edin.
Bu filozofların bir kesimi ya insanı sadece Ruh-Beden olarak ele alıp açıklamaya çalışmışlar ya da bir kısmının savunduğu gibi Ruh-Nefis yoktur deyip insanı madde olarak, atomlardan meydana gelmiş bir varlık olarak ele aldıklarını görüyoruz. Bu tanımladıkları insanı da yine kendi anlayışlarına göre anlamlandırdıklarını görüyoruz. Mitolojik bir anlayıştan Logosa geçişi sağlayan filozofların akıl merkezli görüşlerine toplum tarafından çok itibar edildi. Filozoflar adeta tanrının aklının yeryüzündeki gölge aklı gibi tasavvur ediliyordu. Bu filozoflar topluma düşünce ve fikirleri ile yön veriyordu. Ama insanı anlama ve tanıma noktasında arayış bitmiyor. Kimisi kendince erdemli bir hayat öneriyor, kimisi kuralsızlığı, ölçüsüzlüğü savunuyor, kimisi de dünyadan el etek çekeceksin gidip bir fıçının içinde yaşayacaksın diyordu. Adam olmayı, insan olmayı böyle anlıyorlardı.
En güzel şekilde, kusursuz, mükemmel bir şekilde yaratılan insan beceriksiz ellerde heder oluyordu. Atalarımız ne güzel söylemiş; "Nerede bir çıplak, bir yoksul görürsen bil ki, o da ustadan kaçmıştır." İnsanı bilen tanıyan ustalar Allah'ın (c.c) muhatap aldığı peygamberlerdir. İnsanın en mükemmel manada anlam bulması da Resulü Ekrem ile birlikte, onun Ehl-i Beyt'iyle olmuştur. İlk çağdan günümüze insanoğlu özellikle batı, bu değer ve anlam arayışını doğru zeminlerde sürdürmediği sürece aradığı hakikate erişemeyecek ve bu açlığını doyuramayacak.
"Aça dokuz yorgan örtmüşler, yine uyuyamamış."
- Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı paşasıydı / 01.04.2025
- Bayram, şeker ve ruhsuzluk / 29.03.2025
- Akıl mı aşk mı? İnsanı insan yapan nedir? / 25.03.2025
- Akıl ve inanç: Haritasız yolculuk olur mu? / 22.03.2025
- Ehlibeyt ve Ramazan: Oruç, sadece bir açlık mıdır? / 21.03.2025
- Boğaz kanla dolu, ama geçilmez! / 18.03.2025
- Unutulan hakikat, kaybolan insanlık / 16.03.2025
- İnsanın, insan-ı kâmil olduğu ay: Ramazan / 14.03.2025
- İstiklal’in sesi: Bir milletin ruhuna kazınan marş / 12.03.2025