"Din ve vicdan hürriyeti" Anayasanın teminatı altındadır. Birçok uluslararası hukuk metinlerinde de önemli bir yer tutar. Bizim tarihimizin her dönemi de bu temel ilkenin bir hukuk abidesi olarak baş köşede taclandırılmasının yanında, uygulamada da toplumsal barış ve huzur adına bir medeniyet şahikasıdır.
Hiç şüphesiz bu benzersiz ve erişilmez medeniyet mutlak manada son ve yegane dinimiz olan İslam'ın bir nimetidir.
İslam'ın tam olarak yaşandığı devirlere baktığımızda ırkı, rengi ve dini ne olursa olsun inandığı ve sahip olduğu tabii özelliklerinden dolayı hiç bir fert ve topluma müdahale edilmemiş, hak ve hukuku çiğnenmemiştir. İstanbul'un fethinden önceki kiliselerin dahi hala ibadete hazır ve açık olması bunun en canlı şahididir. Bunun aksine Batı'nın eline geçen İslam topraklarında taş üstünde taş bırakılmaması İslam medeniyetinin en mükemmel örnekleri olan camiler, mescidler, medreseler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, köprüler, çarşılar, hastaneler, kütüphaneler, imaretler yerlebir edilmiş, izleri dahi silinmiştir.
Tarihte Endülüs'ün başına gelenler, günümüzde Bosna Afganistan, Irak ve Filistin'de yaşananlar da batının değişmez karakterinin bir kaç örneğini gösterir.
Tarih bu iki zıt uygulamanın birbiriyle mücadelesinden ibarettir. Bu mücadelede İslam dini tevhidi temsil ve muhafaza ile birlikte kim olursa olsun herkesin hak ve hukukunu hem savunmak hem de ona riayet etmiştir.
İster Hıristiyan, ister Yahudi, isterse neye inanırsa inansın herkesin kendi inandığı dini yaşaması kadar tabii bir şey olamaz.
Ancak bütün bunların yanında tamamiyle siyasi olan misyonerlik hareketlerinin "din ve vicdan hürriyeti" kapsamına girip girmeyeceği oldukça şüphelidir. Kim ne derse desin ve bazıları inanmasalar bile hem tarihte hem de günümüzde misyonerlik hareketleri Batının öncü kuvvetleri olarak çalışmıştır, halen de çalışmalara devam etmektedirler.
Bunlar Hıristiyanların dini haklarını savunmak, dini ihtiyaçlarını tatmin etmek gibi bir idealin peşinde değillerdir.
Dikkat edilirse bunlar halkı Hıristiyan olmayan ülkelerde bir taraftan halkı Hıristiyanlaştırırlarken bir taraftan da bölgenin siyasi ve ekonomik gücünü ele geçiriyorlardı. Bir Afrikalının, "Bizim topraklarımız vardı, onların (misyonerlerin) İncilleri. Ellerimize İncilleri verdiler topraklarımızı aldılar" dediği gibi...
Bugün Afrika ve Asya'daki maden ve enerji kaynakları kimin elinde ve kontrolündedir? Bunlar nasıl ele geçirilmiştir? Bu suallerin cevapları bütün meseleyi aydınlatmaya yeter.
Böyle bir harekete karşı şahısların veya kurumların tedbirli olmaları her şeyden önce kendi varlığını koruması adına şarttır.
Bu cümleden olarak, şu anda bile ülkemizin ve bölgemizin misyonerlerin faaliyetlerine nasıl terk edildiği ve bunun ne büyük tehlikeler içerdiğini görmemek sadece bu teşkilatların nasıl etkili olduklarının bir başka delilidir.
Siyasetin, ekonominin, dini, milli, manevi ve tarihi değerlerin durumu ortada. Bütün bu değerler öyle kendi kendine eriyip zaafa düşmedi.
Globalizm denilen tek devlet, tek millet ve tek din anlayışının en faal ve en öncü aktörleri hiç şüphesiz misyonerlerdir.
Vatikan'nın misyonerliğe çizdiği yeni metod "Dinlerarası Diyalogdur." Her gün medyadan takip ettiğimiz kadarıyla ülkemizde özellikle Urfa, Harran ve Mardin'de düzenlenen "Dinlerarası Diyalog" toplantıları bilgi ve mantık açısından çok yanlış ve tehlikeli olmuştur. Bunların bir benzeri "Hoşgörü ve Diyalog" adı altında seri olarak Abant'ta yapılmıştır. Konuların seçimi ve ele alınışı bir çok soruyu da peşinden getirmiştir.
Sanki dünya barışını bizler bozuyor ve tehdit ediyoruz. Sanki hoş görmeyenler bizleriz. Sanki bizim dinimiz son ve yegane hak din değil. Herkes bize akıl vermeye, yol göstermeye, adap-erkan dersi vermeye, dinimizi öğretmeye kalkışıyor.
Bazıları da bütün bunları bir Hıristiyanın kendi dinini yaşama hakkı olarak görüyor. "Din ve vicdan hürriyetiyle" bağdaştırmaya çalışıyor, sanki din ve vicdan hürriyeti dindarlar için değil de misyonerler için...
Bunların nasıl çalıştıkları, hiç bir engel tanımadıkları, devletlerin bütçelerinden daha büyük bütçelere sahip oldukları, her türlü teşkilatlanmayı kolaylıkla yapabildikleri, bir çok sivil toplum örgütlerini rahatlıkla kullandıkları artık bilinen gerçeklerdir. Ayrıca bunlar Hz. Muhammedi (sav) tanımak şöyle dursun, böyle bir peygamberin geldiğini tarihi bir bilgi olarak bile kabul etmiyorlar.
Ve bunlar yüzyıllar boyu yaptıkları çalışmalarla dinleri, kültürleri, bozmak istemişler, toplumları da birbirine vurdurmanın hesabı içerisinde olmuşlardır. Hicaz bölgesinde bir kısım Arabın bizi arkamızdan vurmaları İngiliz misyonerlerin marifetiyle olmuştur. Hala da olmaya devam etmektedir.
Bunların faaliyetleriyle ilgili sivil ve askeri istihbaratlar ellerindeki bilgi ve belgeleri ortaya döksünler. Karşımıza nelerin çıkacağını o zaman görürüz.
Hiç şüphesiz bu benzersiz ve erişilmez medeniyet mutlak manada son ve yegane dinimiz olan İslam'ın bir nimetidir.
İslam'ın tam olarak yaşandığı devirlere baktığımızda ırkı, rengi ve dini ne olursa olsun inandığı ve sahip olduğu tabii özelliklerinden dolayı hiç bir fert ve topluma müdahale edilmemiş, hak ve hukuku çiğnenmemiştir. İstanbul'un fethinden önceki kiliselerin dahi hala ibadete hazır ve açık olması bunun en canlı şahididir. Bunun aksine Batı'nın eline geçen İslam topraklarında taş üstünde taş bırakılmaması İslam medeniyetinin en mükemmel örnekleri olan camiler, mescidler, medreseler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, köprüler, çarşılar, hastaneler, kütüphaneler, imaretler yerlebir edilmiş, izleri dahi silinmiştir.
Tarihte Endülüs'ün başına gelenler, günümüzde Bosna Afganistan, Irak ve Filistin'de yaşananlar da batının değişmez karakterinin bir kaç örneğini gösterir.
Tarih bu iki zıt uygulamanın birbiriyle mücadelesinden ibarettir. Bu mücadelede İslam dini tevhidi temsil ve muhafaza ile birlikte kim olursa olsun herkesin hak ve hukukunu hem savunmak hem de ona riayet etmiştir.
İster Hıristiyan, ister Yahudi, isterse neye inanırsa inansın herkesin kendi inandığı dini yaşaması kadar tabii bir şey olamaz.
Ancak bütün bunların yanında tamamiyle siyasi olan misyonerlik hareketlerinin "din ve vicdan hürriyeti" kapsamına girip girmeyeceği oldukça şüphelidir. Kim ne derse desin ve bazıları inanmasalar bile hem tarihte hem de günümüzde misyonerlik hareketleri Batının öncü kuvvetleri olarak çalışmıştır, halen de çalışmalara devam etmektedirler.
Bunlar Hıristiyanların dini haklarını savunmak, dini ihtiyaçlarını tatmin etmek gibi bir idealin peşinde değillerdir.
Dikkat edilirse bunlar halkı Hıristiyan olmayan ülkelerde bir taraftan halkı Hıristiyanlaştırırlarken bir taraftan da bölgenin siyasi ve ekonomik gücünü ele geçiriyorlardı. Bir Afrikalının, "Bizim topraklarımız vardı, onların (misyonerlerin) İncilleri. Ellerimize İncilleri verdiler topraklarımızı aldılar" dediği gibi...
Bugün Afrika ve Asya'daki maden ve enerji kaynakları kimin elinde ve kontrolündedir? Bunlar nasıl ele geçirilmiştir? Bu suallerin cevapları bütün meseleyi aydınlatmaya yeter.
Böyle bir harekete karşı şahısların veya kurumların tedbirli olmaları her şeyden önce kendi varlığını koruması adına şarttır.
Bu cümleden olarak, şu anda bile ülkemizin ve bölgemizin misyonerlerin faaliyetlerine nasıl terk edildiği ve bunun ne büyük tehlikeler içerdiğini görmemek sadece bu teşkilatların nasıl etkili olduklarının bir başka delilidir.
Siyasetin, ekonominin, dini, milli, manevi ve tarihi değerlerin durumu ortada. Bütün bu değerler öyle kendi kendine eriyip zaafa düşmedi.
Globalizm denilen tek devlet, tek millet ve tek din anlayışının en faal ve en öncü aktörleri hiç şüphesiz misyonerlerdir.
Vatikan'nın misyonerliğe çizdiği yeni metod "Dinlerarası Diyalogdur." Her gün medyadan takip ettiğimiz kadarıyla ülkemizde özellikle Urfa, Harran ve Mardin'de düzenlenen "Dinlerarası Diyalog" toplantıları bilgi ve mantık açısından çok yanlış ve tehlikeli olmuştur. Bunların bir benzeri "Hoşgörü ve Diyalog" adı altında seri olarak Abant'ta yapılmıştır. Konuların seçimi ve ele alınışı bir çok soruyu da peşinden getirmiştir.
Sanki dünya barışını bizler bozuyor ve tehdit ediyoruz. Sanki hoş görmeyenler bizleriz. Sanki bizim dinimiz son ve yegane hak din değil. Herkes bize akıl vermeye, yol göstermeye, adap-erkan dersi vermeye, dinimizi öğretmeye kalkışıyor.
Bazıları da bütün bunları bir Hıristiyanın kendi dinini yaşama hakkı olarak görüyor. "Din ve vicdan hürriyetiyle" bağdaştırmaya çalışıyor, sanki din ve vicdan hürriyeti dindarlar için değil de misyonerler için...
Bunların nasıl çalıştıkları, hiç bir engel tanımadıkları, devletlerin bütçelerinden daha büyük bütçelere sahip oldukları, her türlü teşkilatlanmayı kolaylıkla yapabildikleri, bir çok sivil toplum örgütlerini rahatlıkla kullandıkları artık bilinen gerçeklerdir. Ayrıca bunlar Hz. Muhammedi (sav) tanımak şöyle dursun, böyle bir peygamberin geldiğini tarihi bir bilgi olarak bile kabul etmiyorlar.
Ve bunlar yüzyıllar boyu yaptıkları çalışmalarla dinleri, kültürleri, bozmak istemişler, toplumları da birbirine vurdurmanın hesabı içerisinde olmuşlardır. Hicaz bölgesinde bir kısım Arabın bizi arkamızdan vurmaları İngiliz misyonerlerin marifetiyle olmuştur. Hala da olmaya devam etmektedir.
Bunların faaliyetleriyle ilgili sivil ve askeri istihbaratlar ellerindeki bilgi ve belgeleri ortaya döksünler. Karşımıza nelerin çıkacağını o zaman görürüz.
Ali Gedik / diğer yazıları
- Milli Çözüm Milli Ekonomi Modeli / 03.07.2010
- Türkiye'nin çıkmazı / 02.07.2010
- Geleceğe yürüyebilmek adına / 14.05.2010
- Bir başka gerekçe ile Milli Ekonomi Modeli / 06.05.2010
- Son olaylar üzerine / 30.04.2010
- Kararı milletin kendisi verecek / 22.04.2010
- Problem temelde / 10.04.2010
- Anayasa değişikliği üzerine / 01.04.2010
- Siyaset nedir ve siyasetçi kimdir? / 30.03.2010
- Bu bir kör dövüşü müdür? / 26.03.2010
- Türkiye'nin çıkmazı / 02.07.2010
- Geleceğe yürüyebilmek adına / 14.05.2010
- Bir başka gerekçe ile Milli Ekonomi Modeli / 06.05.2010
- Son olaylar üzerine / 30.04.2010
- Kararı milletin kendisi verecek / 22.04.2010
- Problem temelde / 10.04.2010
- Anayasa değişikliği üzerine / 01.04.2010
- Siyaset nedir ve siyasetçi kimdir? / 30.03.2010
- Bu bir kör dövüşü müdür? / 26.03.2010