Devletler, dış politika ile varlığını korur, güçlenmesini ve yükselmesini sağlarlar. O bakımdan dış politika, devletler için çok önemlidir. Dış politikada atılan yanlış bir adımın telâfisi, bazen hiç mümkün olmaz, bazen de yıllar alır. Öyleyse, dış politikada bilgi, dirayet, yetenek, öngörü, dikkat ve titizlik çok gereklidir.
Tarih boyunca, dış politika, genelde dostluklar ve ittifaklar üzerinden yürütülmüştür. Tabii olarak, dostluklar kalıcı, ittifaklar ise geçici olmuştur. Daha doğrusu, dostlukları milletler, ittifakları ise devletler kurmuşlardır. Devletlerin politikası farklı olsa da, aynı medeniyeti paylaşan milletler, birbirini dost görmüşlerdir. Dostlar arasında da, çok kere ittifaklar kurulmuştur ki, bu ittifaklar, diğerlerine nazaran daha sağlam ve güçlü olmuşlardır. Bu gerçek, İstiklâl Mücadelesi yıllarında çıkan 18 Şubat 1921 tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesinde şöyle ifade edilmiştir: “Devletleri ve milletleri gelecekte kendisine en yakın olanlarla birleştirecek şey, medeniyettir”. Demek ki, aynı medeniyeti paylaştıklarımızla dostluklar, menfaatimiz örtüşenlerle de ittifaklar kurarız. İşte, dış politikanın esası budur. Cevdet Paşa, bu esası şu sözlerle ifade eder: “Devletler menfaatlerini gözetmek zorundadırlar. Bir devlet, kendi menfaati hangi devletin menfaatine uygunsa, onunla ittifak etmelidir. Bir çağda bir devletin ittifakı faydalı iken, bir başka zamanda diğer devletin ittifakında fayda görülebilir”.
Maalesef Türkiye, son yıllarda bu esası terk etmiş, dış politikasını, ABD ile yaptığı ikili antlaşmalara ve ittifaka bağlamış, dostlarına sırtını dönmüştür. Türkiye, bu politikanın çok ağır bedelini ödemesine rağmen, onu sürdürmüş, halen de sürdürmektedir. Halbuki ABD, Lozan Antlaşması’nı kabul etmeyen, Güneydoğu sınırlarımızı tanımayan bir ülkedir. Böyle bir ülkenin emrinde bulunan NATO’ya, hiçbir özel şart ileri sürmeden, Kore’de 700’den fazla evlâdımızı feda ederek, giren tek İslâm ülkesi olduk. NATO, bir askeri ittifaktı, sözde Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuştu. Fakat Sovyetler Birliği dağıldığı halde, NATO varlığını, Türkiye üyeliğini sürdürdü.
Esasen Türkiye, 1990’lı yılların hemen başında İskoçya’da düzenlenen NATO toplantısından sonra, NATO’dan ayrılmayı, en azından üyeliğini askıya almayı, gündeme getirmeliydi. Çünkü o toplantıda NATO’nun yeni düşmanı İslâm seçilmişti. Söz konusu toplantıda, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher aynen şöyle konuşmuştu: “Bizim yaşayabilmemiz için mutlaka bir düşmanımızın olması gerekiyor. Sovyetler Birliği çöktü, düşman olmaktan çıktı. Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Sovyetler Birliği’nin yerine düşman bulmamız lâzım. İşte o düşman İslâm olacaktır”. Nitekim de öyle oldu. NATO’nun, gerçekten bir Haçlı ordusu hüviyeti kazandığı açık seçik ortaya çıktı. Türkiye de, “NATO üyesiyiz” diyerek, tarihte ilk defa Müslümanlara karşı, Haçlı safında yer aldı.
Artık, şu gerçeği görelim: ABD ile milli menfaatlerimiz örtüşmüyor, tam aksine çatışıyor. Bunu ABD’li yetkililer bile kabul ediyor ve söylemekten de çekinmiyor. CIA eski Başkan Yardımcısı Graham E. Fuller, “ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, ABD ve Türkiye arasında hayati ortak menfaatlerin bulunduğu yönündeki açıklamalarını ‘boş lâflar’ olarak nitelendirmiş ve şöyle demiştir: “Türkiye’nin, ABD’nin baskıları ne olursa olsun, kendi milli menfaatleri doğrultusunda hareket edeceği olgusuna alışırsak iyi olur”. O günlerin, gelmesini dört gözle bekliyoruz. Ama bu, AKP hükümetinin yapacağı iş değildir. Zira, AKP hükümeti, teslimiyetçi politikadan zerre miktarı taviz vermiyor. Vermiyor ama gerçekleri dışlayan dış politikası, sürekli duvara tosluyor. Böyle giderse, -Allah korusun- devlet gemisi de sarp kayalara toslayacak, onulmaz yara alacaktır.
Tarih boyunca, dış politika, genelde dostluklar ve ittifaklar üzerinden yürütülmüştür. Tabii olarak, dostluklar kalıcı, ittifaklar ise geçici olmuştur. Daha doğrusu, dostlukları milletler, ittifakları ise devletler kurmuşlardır. Devletlerin politikası farklı olsa da, aynı medeniyeti paylaşan milletler, birbirini dost görmüşlerdir. Dostlar arasında da, çok kere ittifaklar kurulmuştur ki, bu ittifaklar, diğerlerine nazaran daha sağlam ve güçlü olmuşlardır. Bu gerçek, İstiklâl Mücadelesi yıllarında çıkan 18 Şubat 1921 tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesinde şöyle ifade edilmiştir: “Devletleri ve milletleri gelecekte kendisine en yakın olanlarla birleştirecek şey, medeniyettir”. Demek ki, aynı medeniyeti paylaştıklarımızla dostluklar, menfaatimiz örtüşenlerle de ittifaklar kurarız. İşte, dış politikanın esası budur. Cevdet Paşa, bu esası şu sözlerle ifade eder: “Devletler menfaatlerini gözetmek zorundadırlar. Bir devlet, kendi menfaati hangi devletin menfaatine uygunsa, onunla ittifak etmelidir. Bir çağda bir devletin ittifakı faydalı iken, bir başka zamanda diğer devletin ittifakında fayda görülebilir”.
Maalesef Türkiye, son yıllarda bu esası terk etmiş, dış politikasını, ABD ile yaptığı ikili antlaşmalara ve ittifaka bağlamış, dostlarına sırtını dönmüştür. Türkiye, bu politikanın çok ağır bedelini ödemesine rağmen, onu sürdürmüş, halen de sürdürmektedir. Halbuki ABD, Lozan Antlaşması’nı kabul etmeyen, Güneydoğu sınırlarımızı tanımayan bir ülkedir. Böyle bir ülkenin emrinde bulunan NATO’ya, hiçbir özel şart ileri sürmeden, Kore’de 700’den fazla evlâdımızı feda ederek, giren tek İslâm ülkesi olduk. NATO, bir askeri ittifaktı, sözde Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuştu. Fakat Sovyetler Birliği dağıldığı halde, NATO varlığını, Türkiye üyeliğini sürdürdü.
Esasen Türkiye, 1990’lı yılların hemen başında İskoçya’da düzenlenen NATO toplantısından sonra, NATO’dan ayrılmayı, en azından üyeliğini askıya almayı, gündeme getirmeliydi. Çünkü o toplantıda NATO’nun yeni düşmanı İslâm seçilmişti. Söz konusu toplantıda, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher aynen şöyle konuşmuştu: “Bizim yaşayabilmemiz için mutlaka bir düşmanımızın olması gerekiyor. Sovyetler Birliği çöktü, düşman olmaktan çıktı. Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Sovyetler Birliği’nin yerine düşman bulmamız lâzım. İşte o düşman İslâm olacaktır”. Nitekim de öyle oldu. NATO’nun, gerçekten bir Haçlı ordusu hüviyeti kazandığı açık seçik ortaya çıktı. Türkiye de, “NATO üyesiyiz” diyerek, tarihte ilk defa Müslümanlara karşı, Haçlı safında yer aldı.
Artık, şu gerçeği görelim: ABD ile milli menfaatlerimiz örtüşmüyor, tam aksine çatışıyor. Bunu ABD’li yetkililer bile kabul ediyor ve söylemekten de çekinmiyor. CIA eski Başkan Yardımcısı Graham E. Fuller, “ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, ABD ve Türkiye arasında hayati ortak menfaatlerin bulunduğu yönündeki açıklamalarını ‘boş lâflar’ olarak nitelendirmiş ve şöyle demiştir: “Türkiye’nin, ABD’nin baskıları ne olursa olsun, kendi milli menfaatleri doğrultusunda hareket edeceği olgusuna alışırsak iyi olur”. O günlerin, gelmesini dört gözle bekliyoruz. Ama bu, AKP hükümetinin yapacağı iş değildir. Zira, AKP hükümeti, teslimiyetçi politikadan zerre miktarı taviz vermiyor. Vermiyor ama gerçekleri dışlayan dış politikası, sürekli duvara tosluyor. Böyle giderse, -Allah korusun- devlet gemisi de sarp kayalara toslayacak, onulmaz yara alacaktır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018